26 Ocak 2010 Salı

ŞAHSİYET “KIRICI” ŞEHİR ve ŞAHSİYET "KURUCU" ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehirler vardır, yaklaştığınızda insanı ürpertir, içine girdiğinizde bir karabasan gibi ruhunuzu istila eder ve içinizi karartır. Üzerinize kasvet çöker.

Şehirler de vardır, yaklaştığınızda silüeti bile sizi kendine çeker, içine girdiğinizde huzur verir, her parçasında yansıttığı ‘ruhu’yla sizi kavrar.

Biri insanı heyûlâsıyla “sarsarken”, diğeri hayalleriyle “sarar” !

Şehir tarihçileri, tahlilcileri, mimarlar, şehirle uğraşan kültür ve sanat adamları, şehri “dert edinen”ler; kimi zaman şehirleri değişik sınıflamalara tabi tutarak şehrin biçim ve ruhuna ilişkin nitelemelerde bulunurlar. Bu nitelemelerinden yola çıkarak da ilgilendikleri şehri ‘bakışlarına uygun düşecek’ bir şablona oturttuklarını görürüz. Zihinlerindeki “şehir algısı” ne ise, şehri ona uygun olarak nitelerler.

Kimi şehirlerin bütün nitelemelere rağmen plânlara, şemalara, geometrik şekillere sığmayan, onları aşan bir “ruhu” vardır. Medeniyet taşıyıcısı şehirler bu “ruhu” üzerinde yaşayan insanlara hissettirir, onu içselleştirir ve şehrin insanla, insanın da şehirle olan ‘rabıta’sını kesintisiz bir şekilde sürdürürler. Çünkü dayandıkları tarihi-kültürel ve felsefî zemin böyle bir kuşatıcılığı gerekli kılar.

Üzerinde yaşayan insanlara kendisini “hissettiren” şehirler “şahsiyet kurucu” şehirlerdir. Yâni, tarihsel genlerine dayalı köklü geleneğiyle ‘teba’sına kimlik ve aidiyet bilinci verirler. Tebaasının ‘nerede durduğu’nu, ‘nereye gitmesi ve gitmemesi gerektiği’ni ona hissettirirler. Onlar şehri, şehir onları taşır.

Kasvet veren şehir, “şahsiyet kırıcı” şehirdir. Yahya Kemal’in bizim şehirlerimizi anlatırken “Son asrın şehirlerinde tarih yok… Yalnız hendesenin baskısı vardır…Ruhu ne kadar sıkar..” dediği şehirler bu türdendir. İtalyan yazar Calvino’nun New York için söylediği “geometrik, derinliksiz, geçmişsiz, gizemsiz bir şehir” tesbiti de “şahsiyet kırıcı” şehirler için çarpıcı bir tanımlamadır.

Huzur veren şehir ise; “şahsiyet kurucu” şehirdir. Evliyâ Çelebi’nin bir medeniyet şehrimiz için söylediği “ruhaniyetli şehir” nitelemesi bu türdendir. Tanpınar, Çelebi’nin bu nitelemesi için “Evliya Çelebi bu şehri sadece görmekle kalmamış, onun hakiki benliğini kavramıştır..” der. Devam eder Tanpınar: “Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususî zevkiyle vardır, her adımda önümüze çıkar…”

İşte “şahsiyet kurucu şehir”; içinde yürürken her adımınızda karşınıza çıkan, her baktığınızda gözüken, her işittiğinizde duyulan şehirdir. Bu şehir size şahsiyet verir. Bu şahsiyettir ki Tanpınar’a “cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu…”

Kendinizi “güvende” hissedeceğiniz şehir… Güvenliğinizin sağlandığı değil, önünde küçülmediğiniz, sizi ezmeyen şehir… Ruhunuzda metalik sesler değil, ruhanî titreşimler duyabileceğiniz şehir…

Ne acıdır ki, kültürel köklerimize sadık kalarak tüm dünya coğrafyasına taşınan ve halen de kısmen kendini hissettiren “şehir ruhu”nu öldürmek için elimizden geleni yaptık ve yapıyoruz. Eski yazarlarımızdan birisi 1940’lı yıllarda bir Yugoslav tarihçisine Süleymaniye camisini gezdirirken tarihçi, kendisine “Bu camiyi kimler yaptı?” diye sormuş. Hemen arkasından da ilâve etmiş: “Bu camiyi sizler yapamazsınız !” Aslında idrak eden için bu söz, savrulduğumuzun ve medeniyet ruhundan bir şey taşımadığımıza dair bize yapılmış bir hakarettir. Ne yazık ki ‘hakaret’ olarak almamız gereken bu cümleyi iltifat kabul ediyoruz. Yugoslav Tarihçi “Bu eserler ne yaptığını bilenlerin işidir!” demek ister. Bir yabancı tarihçinin bu gözlemi bize hiç mi birşey söylemiyor? Yugoslav tarihçinin bu sözünü genellediğimizde ve bugüne taşıdığımızda; neleri yapmışken nereleri yapamaz hale gelişimizin hazîn fotoğrafını görürüz.

Bir zamanların “şahsiyet kurucu şehir”lerini günümüzün “şahsiyet kırıcı şehir”lerine dönüştürmek için gösterilen gayret ve girişilen seferberliği görünce, kendi şehirlerimize karşı Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayet”i nasıl işlediğimizin cevabını veremiyoruz. Hatta cinayetlerimiz karşısında sadistçe tebessüm ediyoruz.

Mekânın insan üzerindeki doğrudan etkisi şehir bütününde kendisini gösterir. Bu etki ahlâkî bir kuşatıcılığı kapsar. Şehir insanının davranış biçimlerini bütünüyle dönüştüren bir etkidir bu.

Şahsiyet kuran-veren şehirden şahsiyet kıran-ezen şehre uzanan günümüzün şehirlerinden payını en çok alanlar şüphesiz tarihî şehirlerimizdir. Trabzon da içinde olmak üzere tarihsel dokusu büyük ölçüde kaybolan medeniyet şehirlerimizi “dönüştüren” zihniyet, nasıl böylesine katliamların halâ farkında olamıyor ?

Burada, tahribatın, yıkımın, ‘şahsiyet kırıcı şehir’ zihniyetinin başladığı tarihsel arkaplâna vurgu yapan Turgut Cansever’e kulak vermenin yeridir: “Anadolu Osmanlı şehirlerini yalnızca harabe ve gerilik zanneden Tanzimat aydınlarının tavrı, 1930’larda, mesalâ İstanbul’da ve pek çok Anadolu şehrinde birer mimarî şaheser olan evlerini, konaklarını terk edip yeni mahallelerin çirkin apartman katlarına taşınınca modernleştiğini sanan ve kendisini “ilerici”, “aydın” olarak tanımlayıp, tarihini ve halkının yüksek kültürünü anlamak yeteneğinden mahrum bir nesilde ve adına imar planı denilen iptidaî belgelerde yansımasını bulmuştur…” Peki bu halden kurtuluş mümkün mü? Ona da cevap veriyor Cansever: “ Bu büyük mirastan bugün bizlere kalan izler ve bunların değerlendirilmesi ile oluşacak yeni idrakin insanlarımızın içine sürüklendiği ahlâk dışı spekülâtif tavrın engellerini aşmak imkânı bulmak…”

Kimseyi “eski şehir nostaljisi”ne davet etmiyoruz! Geçmişe kaçmıyoruz. Geçmişi “yarınla birlikte bugünde yaşatacak” şehir ruhu ve idrakinden bahsediyoruz. Ve bu idrakin öncelikle kazanılması için şahsiyet kırıcı hale dönüşen şehirlerimizi tekrar şahsiyet kurucu şehre dönüştürmekle mümkün olabileceğini söylüyoruz…

İşte en zor ve temel mesele…

(Günebakış, 27 Ocak 2010)

20 Ocak 2010 Çarşamba

“TÜRKİYE’NİN İSLAM DÜNYASINDA ENTELEKTÜEL ROLÜ NİÇİN YOK?”

VEYA “SÖMÜRGE FORMATI”YLA DÜŞÜNMEK…

-Necip Fazıl ekseninde bir değerlendirme-

Yahya DÜZENLİ

Yazımızın başlığı, Türkiye Newsweek Dergisinin 5 Nisan 2009 tarihli sayısında Denet C. Tezel imzalı “Söz Gümüş’te, sükût entelektüelde” başlıklı yazının alt başlığı. Soru, bağlamından koparıldığında “doğru” sorulmuş bir soru.

Sözkonusu yazıda, George Washington Üniversitesi İslam Araştırmaları Profesörü Seyyid Hüseyin Nasr’ın Ocak ayında geldiği İstanbul’da Newsweek Türkiye’ye verdiği röportajda “Türkiye İslam dünyasında hiçbir entelektüel rol oynamıyor” tesbitini yapıyor ve “Beş milyonluk Lübnan’ın Türkiye’den daha fazla etkisi var” diyor. Bunun nedeni Nasr’a göre “İslam dünyasını etkileyen Türk entelektüellerinin bulunmaması.”

Nasr’ın röportajından yola çıkan yazar, Türkçeden Arapçaya, Arapçadan Türkçeye çevrilen yayınlarla ilgili bazı istatistiki rakamlar veriyor ve bu rakamların vehametine vurgu yapıyor.

Yazının gramatik ayrıntılarına girmeden bazı cümleleri buraya nakledip, konu ile ilgili düşüncelerimizi ifade edelim.

“19. yüzyıl sonunda görünen Osmanlı etkisinin sosyopolitik nedenlerle Ortadoğu’da bir daha asla yaşanmayacağı….. Türkiye’de din düşünürlerinin Müslüman siyasi liderlerin yarattığı etkinin gerisinde kaldığı…. Bu durumun temel nedeni, İslam’la ulus-devlet kavramları arasındaki zıtlık…” (Columbia Ün. Ortadoğu Ens. Direktörü Tarih Prof. Richard W. Bulliet

“… İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Ali Bulaç gibi düşünürler ‘aydın’ statüsünde. Oysa İslam dünyasında ‘alim’ ve ‘ulema’ sınıfı etkilidir….” (Amerikalı Prof. Michael Meeker.)

Yazının en ilginç tesbitlerinden birisi de şimdilerde “zaman karasularında dolaşan” Ali Bulaç’ın düşünceleri… Bulaç sözkonusu yazıda ifade ettiği görüşlerinde;

“Müslüman entelektüel hayatın darbe aldığı”na vurgu yaparak “eskiden evlerde derinlikli kitaplar, tefsirler okunur, üzerinde tartışılırdı. Şimdi az bir şey okunuyor, arkasından politika konuşuluyor.” diyerek taşralı “köy odası sohbetleri”ni terk etmenin, AKP’nin iktidara gelmesinin ve devletin Müslüman entelektüelleri istihdam etmesinin, İslam coğrafyasında Türkiye’nin entelektüel bir rolünün niçin olmadığı? Sorusunun cevabı olarak veriyor.

İkisi suyun “öte yaka”sından diğeri “bu yaka”dan her üç görüş sahibinin yanılgısı veya göremediği temel vakıa şu: 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında yaşanan siyasi gelişmeler; islâmi arayışların ekseninde temel belirleyici olmuştur. Sömürgeleştirilen Ortadoğu, Osmanlı sonrası arayışlarında “ulema” eksenli çıkışlarını “sömürgeleştirilmiş ülke uleması” konseptinin dışına çıkamamıştır. Bu yıllarda öne çıkan hareketler bütünüyle bir “tecdit-yenileme” arayışları değil, “reformist” arayışlardır. Tarihsel İslâmi birikiminin yeni dünya şartlarında, bütünlüğü korunarak “yorumlanması” yerine, sömürgeci zihniyetin etkisinde eklektik-reformist bir çizgi benimsenmiştir. Bu “akım”ın önemli temsilcileri; Muhammet Abduh, Cemalettin Efgani, Reşit Rıza gibi isimlerdir. Daha sonra Seyyid Kutup, Mevdudî ve en son Fazlurrahman’la devam eden, asla İslam coğrafyasında doğru bir karşılık bulamayan ve bulamayacak olan, kendi dar, sığ ve ‘sığınmacı’ şablonlarına mahkûm, ideolojik plana çıkmaktan çok, psikoloji olarak varlığını devam ettirmek isteyen reformcu bir anlayışa saplanmışlardır.

Ortadoğu kaynaklı, Pakistan sıçramalı bu reformist arayışların en üst algı ve anlayış seviyesi, o dönemin çalkantılı şartlarında bile Osmanlı ulema ve aydınlarının idrak düzeylerine, entelektüel seviyelerine ulaşamamıştır. Örnek olarak Ahmet Cevdet Paşa ve Sait Halim Paşa’yı göstermek yeter.

Şu gerçeğin altını özellikle çizmek gerekiyor: Abduh, Afgani, Reşit Rıza, vs. gibi reformcu isimlerin bu dönemde ortaya çıkış şartlarını belirleyen sömürge zihniyetidir. Yâni Ortadoğudaki İslâmi varoluş çabalarının kaynağı da İngiliz ve Batı sömürge zihniyetinin dinamikleridir. İslâm dünyasında “tedavüle sunulması” gereken bir İslâm algısı sömürgeci zihniyet tarafından “reformist karakterli” düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmış, bizzat batılılar tarafından servis edilmiştir. Türkiye’de çok fazla etkilerinin olamayışını, imparatorluk mirası, medeniyet arka planı, Osmanlı İslâmi düşünce geleneğinin sürekliliği Ortadoğu menşeli “İslam algı”larına itibar ettirmemiştir.

Tarihsel derinliği olmayan bu reformist karakterli düşünceler
, hareketler, bütünüyle bir “dönüştürücü” mahiyetten uzaktır. ‘Orijinal-özgün’ bir nitelikleri yoktur. Hatta böyle bir ihtiyacın farkında bile değillerdir. Fazlurrahman da içerisinde olmak üzere ortalamanın altında bir “İlâhiyat akademisyeni”nin yapabileceği, ortaya koyabileceği düşüncelerdir. Düşünceden çok, nakillerdir.

Oysa ki; Osmanlı-Anadolu coğrafyasının tüm zaman dilimlerinde özgün nitelikli bir potansiyeli, muhtevası, bunun ortaya koyulduğu zeminler vardır. Ancak bunları görebilecek, anlayabilecek düşünce parametlerinin sözkonusu reformist zihniyette olmayışı; “kendi idraklerinden ibaret” bir algıya saplanmalarına neden de olmuştur.

İslâm dünyasında özgün nitelikli, dönüştürücü, tutarlı bir bütünlükte yeni bir “dünya görüşü” oluşturma “ihtiyacı”nı görememe, anlayamama giderek bugünlere kadar gelmiş ve bugün bile yüzyıl öncesindeki reformist şablonların egemen olduğu “seviye”dedir.

Tam da bu noktada, içeriden birisi olan Cezayir eski Devlet Başkanı Ahmet Bin Bellâ, Ortadoğu’daki İslami düşünce ve hareketlere şu önemli eleştirileri getiriyor:

“..Onların mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken HERHANGİ BİR DÜŞÜNCE MODELLERİ de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir şeyi onların yaptığını görmüyorum…”

Ahmet Bin Bellâ, devam ediyor: “Mutlaka medeniyetimizle ilgili bir sistem ortaya koymalıyız. Bu sistem için siyasi bir yorum bulmamız gerekmektedir… Farklılık ancak burada veya şurada tatbik edilmesi sırasında ortaya çıkacak veriler açısından olmalıdır… Selefiyye’nin herhangi bir kolunun bu konularla ilgilendiğini maalesef göremiyorum…”

Bütün İslam Dünyası yazar, düşünür, edebiyatçı, bilim adamı, vs.leri içerisinde sadece Ahmed Bin Bellâ bu temel ve en önemli ihtiyaca vurgu yapmış ve bir “medeniyet projesi ortaya konulmadan ortaya çıkacak bütün düşünce hareketlerinin köksüz kalacağı”nı ifade etmiştir. Bellâ’nın bu önemli tesbitlerinin altını çizerek, “Türkiye’nin İslam coğrafyasında neden entelektüel bir rolü yok?” sorusuna ülkemizden Necip Fazıl eksenli cevap vermenin doğru ve yerinde olacağını düşünüyorum.

Ülkemizde 1943 ile 1983 yılları arasında başta Büyük Doğu dergisi olmak üzere yüzün üzerinde eseriyle tarihsel temeller üzerinde özgün bir yorumla, dönüştürücü “yeni bir dünya tasarımı”nı ortaya koyan Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve diğer İslâm dünyası aydınları tarafından görülememesinin sebebi; onların güdümledikleri istikamette bir İslâm anlayışına prim vermemesiydi.

60’lı, 70’li yıllarda baskın bir şekilde yayın hayatımıza sokulan Ortadoğu ve Pakistan Kaynaklı Seyyid Kutup, Mevdudî gibi yazarların eserlerinin de aynı “sömürge aydını” mantığıyla yayın piyasamıza çıktığını söylemek abartılı olmaz sanıyorum.

S. Hüseyin Nasr’ın bugünkü dünyaya “bilim adamı olarak” sunumundaki özgünlük, Nasr’ın, “geleneğin ortasından” mesajını ortaya koyabilmede hiçbir ukde taşımayan, komplekssiz bir biçimde “sömürgeci pazarı”nın dışına çıkmasıydı. Bugün Nasr’ın ABD ve Batı’da ilgi görüyor olması yanında Necip Fazıl’ın Nasr’dan çok önceleri özgün biçimde ortaya koyduklarının bloklanmasını da hem “sömürge aydınları”nın hem de ülkemizde kendilerini “Müslüman aydın” nasbeden yerli reformist işbirlikçilerin elele vermelerine bağlayabiliriz.

Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve ülkemizdeki reformist Müslüman aydınlarca görülemeyen, anlaşılamayan “fikir adamı” fonksiyonu burada ortaya çıkıyor. Necip Fazıl; Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâm’ın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.

İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak yazdığı “İslamı Yenilemek” başlıklı yazısı da “sömürge aydını” ve reformist Müslüman aydınların anlayamayacakları “manifesto” niteliğindedir: “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…

Bunu yâni idelocya ihtiyacını, yenilenme ihtiyacını, model ihtiyacını, fikir adamı ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstad’ın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Derin ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir.

Ali Bulaç ve benzeri Müslüman yazarların bir türlü görmek istemediği “Necip Fazıl gerçeği”ni görebilen ABD’de akademisyen yazarlardan birisi olan Hakan YAVUZ ise “Modernleşen Müslümanlar” kitabında şöyle diyor: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen BÜTÜNCÜL BİR İDEOLOJİ olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” İşte bu tesbitler üstadla ilgili önemli tesbitlerdir.

İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini merkeze alıp, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.

Necip Fazıl’ın bu temel fonksiyonunu ifade ettiği İdeolocya Örgüsü’nü;

Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,
Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,
Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.

İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tesbit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.” İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu bu cümlenin işaret ettiğidir.

Üstad; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim isterseniz:
“ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”
Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.
Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...
Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:
“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”
Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... “

Üstad’la ilgili bugüne kadar üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek istiyorum. Osmanlı sonrası dünyadaki İslâmi fikir ve hareketler gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki reformist yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip Fazıl’dan söz edilmediğini görürsünüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler Necip Fazıl’ı adeta görmezden gelmişlerdir ve gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz, taviz vermez, bütüncü İslâmi tavır, eda, hal, hareket ifadesi; sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu İslâmi yapılanmalara prim vermez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür. Üstad’ın ‘ademe mahkûmiyet’ olarak ifade ettiği bir yok sayma tavrıdır bu.

Ben bu noktada Üstad’ın taammüden-kasıtlı olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünüyorum. Halbuki Büyük Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, okullaşmış, sınırları net olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin yayılıcı tehlikesini kendi varlıklarının ortadan kalkması olarak bildiklerinden ondan bahsetmemeyi tercih etmişlerdir
Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa'da, Amerika'da, Afrika'da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır...”
Necip Fazıl; giderek flulaşan, toplumsallığını kaybeden İslami geleneği günümüze “tutarlı bir bütünlük” içerisinde sunmuş ve ideali aktüel hale getirme çabasına girmiştir.

İslâmi gelenekteki ortak “değer” ve “form”ların kimi Müslüman aydınlarca bir yük olarak değerlendirilmesi, entelektüel köksüzlüğü beraberinde getiriyor. Ancak muhtevayı, değeri değil de sadece formları koruma anlamında bir gelenek kabul edilemez. Geleneği reddederseniz tarihten koparsınız, kültürel tutarlılık ve süreklilik sağlayamazsınız.

Necip Fazıl’ın “ademe mahkum edilmesi: yok sayılması” bunun içindir. Bir ömür ısrarla ve bilinçli bir şekilde sahih İslâmi geleneği toplumsal genlerimize tekrar nüfuz ettirme mücadelesinin sahibi Necip Fazıl’ı bloklamanın yolu da bu idi.

Osmanlı sonrası İslâmi fikir ve hareketlerde eksen ısrarla devamlı Ortadoğu ülkelerinin, özellikle de Mısır ve Pakistan çizgisi üzerinde gezdirilir. Çünkü buralarda İslâm adına ortaya çıkan hareketler; köklerinden utanan, sağlıklı köklerini bir türlü bulamayan ve yeni zaman ve mekân şartlarında varoluşunu “efradını câmi ağyarını mani” bir şekilde ortaya koyamayan köksüz hareketlerdir ve tamamı modernizmin etkisi altındadır.

Necip Fazıl merkezli bütün bu gerçekler ortada iken halâ “Türkiye’nin İslam coğrafyasında neden entelektüel bir rolü yok?” diye sormak da abesle iştigaldir. Sözkonusu Türkiye Newsweek’teki yazıyı yazan şahsın, öncelikle sağlıklı bir “zemin taraması” yapmaması kendisini yüzeysel, bağlamından kopuk genellemeler yapmaya götürüyor.

Yazarın sorusuna cevap olarak Necip Fazıl’a yukarıda sınırlarını çizdiğim konsept içerisinde baktığımızda; Necip Fazıl’ı gündem dışına iten bir diğer önemli etkenin; cumhuriyetin resmi ideolojisine olan köklü eleştirileri, muhalif duruşu ve cumhuriyet rejiminin “ancak kendi nasbettiği, standartlarını kendisinin koyduğu” isim ve eserleri tedavüle sunduğu da görülecektir. Yazarın yazısına konu ettiği Ali Bulaç, İsmet Özel, Rasim Özdenören gibi isimlerin de, bütünüyle modernist olmasa da, uzlaşmacı ve reformist tarza yaklaştıkça tedavül payı artan bir zihin ve düşünce potansiyeli/karakteri taşıdıkları için “alan açıldığı”nı söylemek, usûl olarak doğru olur sanıyorum.

İlginçtir ki Necip Fazıl, hem Cumhuriyet ideologları, elitleri, bürokratları, sanat-edebiyat adamlarınca, hem de (ne yazık ki) kendisini “Müslüman aydın” nasbeden kimi reformist-modernist-fantezistlerce “ademe mahkûm” edilmiştir.

Böylesine bir ittifak, “görünmez bir işbirlikçilik” Necip Fazıl’a karşı sürdürülmüştür.

Bugün bile; dünün “sömürgeci batı zihniyet formatları” yerine “küreselleşmeci batı zihniyet formatları”yla dünyaya, hayata, insana, olaylara bakan, onun için de “Batının istediği, müsaade ettiği kadar” tedavüle sunulan “müslüman aydın”ları hem Türkiye’de hem de İslâm Coğrafyasında görmemiz mümkündür.

Batılıların istediği; kendi telkin ettikleri standartlara uyacak, muhalif gözükse de ‘suyun yatağında hareket edecek’ adı ‘yenilenmeci’, ‘köktenci’, vs. düşünce-kültür-sanat adamlarıdır. Bunları da her an imal etme kabiliyet ve zeminine sahiptirler.

Tarihsel değerlerini güncelleyemeyen, hayata taşıyamayan, kendi değerlerinin kaçkını “Müslüman aydın”ların “tarihsel bagaj”larını atmış olmalarından dolayı akredite olduklarının da altını çizmek gerekiyor.

Sonuçta, Ortadoğu menşeli “İslami Yenilenmenin Kökenleri” gibi, “İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri” gibi batı piyasasına sunulan ancak yüzyıl sonra bile ısrarla Müslüman entelektüel düzeyi Afgani-Abduh pens’ine sıkıştırmaya uğraşan, bunu besleyen yerli “servisçi”ler oldukça İslam coğrafyası “kendi değer ve dinamikleri”ni idrak ve ihya edemeyecektir.

Ancak sürecin “determinist” cevaplar vermeyeceğinin de altını çizelim.

(Almıla Dergisi, Yaz 2009)

19 Ocak 2010 Salı

“KENTSEL DÖNÜŞÜM” DENİLEN MEZALİM…




Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Muhakkik Mimar Turgut Cansever, 1996 Habitat II İstanbul Konferansı’na sunduğu “Şehir ve Konut üzerine düşünceler” isimli “kılavuz kitap”ında, “Türk halkının % 92 kadarı, ABD’de, Japonya’da , Almanya’da, İngiltere’de eski Türk şehirlerinde olduğu gibi bahçesi bulunan evlerde yaşamak isterken, bir avuç teknokrat Türk halkını apartmanlarda yaşamaya mahkûm etmektedirler.” tesbitini yapar. HABİTAT II için önerdiği rapor-kitab’ında, Habitat’ın bizim için önemine dikkatleri çeker: “Ülkemiz bu çok önemli uluslararası platformda 50 yıl evvel geçersizliği kesinleşmiş yaklaşımlar ile temsil edilmenin utancından da kurtulmuş olacak ve çağdaşlığın onurunu yaşayabilecektir…”

Yaşadıkları beton-metal karışımı hayatı kanıksayanlara akıl ve gerçekdışı gelse de, inşa edilen mekânlarda insanca yaşayamamadan (şikayetin ötesinde) kurtulmaya çabalayan bu sözlerin, muhataplarını bulmadığı açıktır. Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı uluslararası bir toplantıda sadece “tutanaklara geçme”kle kaldı.

Başka türlü olmadığı açık. Çünkü Habitat II’den bu yana geçen 15 yılda, şehirlerimizin “Kentsel dönüşüm” adı altında “kentsel katliamlar arenası”na çevrildiğini görmek yeter. İnsanımıza TOKİ ve Belediye işbirliğiyle reva görülen bu ‘insanlık dışı’ istifler, paketlenmiş hayatlar idealize ediliyor. Çağdaş yaşama mekanları olarak sunuluyor. Çağdaşlığı belki tartışılır ama “yaşanabilecek mekanlar” olmadıkları kesin !

Cansever’in diğer “eser”leri bir tarafa, sadece Habitat II’ye sunduğu bu rapor-kitap, bugün için bile şehirlerimizi “imha etmeden ıslah edebilme”nin, “yeni bir şehir kurabilme”nin de hem maddi hem ruhî imkân, potansiyel ve haritasını ortaya koyacak niteliktedir. Ancak, bugüne kadar olduğu gibi, (görülen odur ki) bundan sonra da Censever’in feryâdlarını duyacak sorumlu bir “şehir kulağı”na ne yazık ki şahit olamayacağız !

Sözü, “hedonist” kavram haline gelen “kentsel dönüşüm”e getirmek istiyoruz.

Mezalim… Yâni bireyselliği aşmış, toplu zulüm… Şehirlerimizde “seri cinayetler” cinsinden “toplu katliam” halini alan “Kentsel dönüşüm” projeleri, ancak “mezâlim” kelimesiyle/kavramıyla anlatılabilir… Kim bu zulmü işleyenler ? Bunu asla yapmaması gereken iki kurum: Yerel Yönetimler ve TOKİ ile işbirlikçileri…

Zulmü de aşmış öyle bir cinayetler serisi ki; törenlerle, toplu açılışlarla kutsanıyor… Daha da trajik olanı: Toplulukların cinayetleri alkışladığına ilk defa şehirde şahit oluyoruz.

Kavram fetişizmi şehir adına hareket edenlerin ‘mit’i, ‘tapınma ikonu’ haline geldi. Özellikle de medeniyet şehirlerimizde…

Kavramların neleri ifade edip etmediği, neleri kuşatıp kuşatmadığı, neleri çağrıştırıp çağrıştırmadığı önemli değil. Önemli olan kavramın büyülü kapsamına giren her şeyi, o kavram adına değiştirmek, dönüştürmek, daha doğrusu tahrip etmek, yabancılaştırmak, kendi olmaktan çıkarmak… “Kentsel dönüşüm” de bu anlamda yerel yöneticilerle birlikte şehir plancılarının ve özellikle de TOKİ’nin işini kolaylaştırıyor. Yâni hep birlikte gerçekleştirdikleri cinayete, ad koyarak işin içinden sıyrılabiliyorlar… Gelecek nesillere nasıl bir “cehennem hayatı” yaşatacakları mekânlar bıraktıkları önemli değil…

Trabzon da bu “toplu katliam, seri cinayetler veya mezalimden payını almaya başlayacak/başlayan şehirlerden… Sırada bekliyor… İştahla… Şehir, Belediye ve TOKİ’nin “dönüştürecek” projelerini bekliyor… Özellikle de tarihi şehir mekanları olan Ayasofya, Zağnos Vadisi, Tabakhane, Çömlekçi, Kale surları çevresi, vs. vs..

Büyük bir müjde imiş gibi sunulan kentsel dönüşüm projelerinde herşey var. Olmayan tek şey: Şehir ve Medeniyet bilinci… Eğer; şehrin tarihî hafızası, birikimi, tecrübesi bu “dönüşüm”e yansımıyorsa orada “ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı!”

Nasıl ucubeler meydana çıkacak tahmin edebiliyoruz desem, yanılmış olmam. Çünkü TOKİ’nin Belediyelerle işbirliği içerisinde Türkiye sathında yaptıkları ortada… Yapmakla kalmıyor, övünerek anlatıyor… Tıpkı bir kovboy kasabasında rakibini öldürdükten sonra gururla dolaşan bir kovboy gibi… Halk da (zoraki de olsa) alkışlıyor !

“Dönüşüm”ün etimolojideki bir anlamı da; “olduğundan başka bir biçime girme”, “altını üstüne getirmek”. TOKİ ve Belediyeler, bazı şehirlerde Üniversitelerin de işbirlikçiliğiyle şehirlerimizin “altını üstüne getiriyor!”, ne idüğü belirsiz “başka bir biçime sokuyor!”

Medeniyet şehirlerinin ruhu kaybolduğu gibi bu tür “seri cinayetler”le silüeti de, mekanı da kaybediliyor. Hoş, ruhu kaybolduktan sonra mekânın bir önemi yok ya… Gene de ayakta kalmış tarihî mekânlar, şehrin “soykütüğü”ne vurgu yapıyor!

Şehrin soykütüğünü yok eden bir kavram var karşımızda: Kentsel Dönüşüm… Özellikle Belediye Başkanları, şehir plancıları ve siyasiler tarafından mitolojik bir anlama büründürülen, anlamın da ötesinde ranta dönüştürülen bir kavram: Kentsel Dönüşüm… Şehri ne adına, niçin, nasıl dönüştürdüğünüzün önemi yok. Yeter ki “Kentsel Dönüşüm” sakızını küstah bir gülümsemeyle ağzınızda çiğneyin…

Büyük metropollerle birlikte, diğer şehirlerimizde de “gecekondulaşmayı ıslah” gerekçesiyle başvurulan “kentsel dönüşüm”, bir kasırga gibi esiyor. Her gelen siyasî kadro şehrin başka bir tarafını tahrip ediyor. Ne tarihî doku, ne coğrafi imkanlar, ne de geçmiş imar planlarının önemi var…

Mimarî bir anlamda semboller sanatıdır. Hangi dünya görüşüne, hangi medeniyet dünyasına, hangi kültüre aitseniz, tüm yerleşim tasarımlarınız o sembollere sahip olmalıdır ! TOKİ’nin, Belediye’lerin ve işbirlikçilerinin böyle bir derdi, böyle bir endişesi var mı? Olması için “zihinlerinin medeniyet idrakine müsait” olması gerekir. Bu idrakin ağırlığını taşımaya talip olmaları gerekir. Ne böyle bir idrak, ne böyle bir ağırlığın farkındalar. Olmadıkları içindir ki “Kentsel Dönüşüm” saplantısıyla şehirlerde megalomanilerini tatmin ediyorlar !

Peki, şehirde bu toplu cinayetler işlenirken mangalda kül bırakmayan Mimarlar Odası, KTÜ ve diğer STÖ’ler neredeler?

Peki bu gayr-i insani gerçekliğe tahammül etmek zorunda mıyız? Bu sorunun cevabı bugünkü şehirlerimize bakarak verilemez, bulunamaz !

İnsan ruhu kendi yaratıldığı nesnelere yaklaştığı zaman huzur bulur. Yani insanın hayatı, kendi doğallığıyla muhatap olabilecek mekânlarda sürmeli. Bugünün “toplu mahbes”leri insan ruhunun prangaları haline geldi.

Sözümüzün burasında, gelecek nesillerin karşılaşacakları şehir silüetinin “neye sebep olacağı”na ışık tutan bir ârifin sözüne iltica edelim: “Göz neyi görürse kalp onu nakşeder. Kalp neyi nakşederse bütün organlar onunla meşgul olur…” Gene bir ârif “insan neye bakarsa, neyi görürse değeri o kadardır” der. Beton yığınlarından başka bir şey görmeyecek kuşakların yaşayacakları şehirlerin insanının ruhsuz, duygusuz, hissiz, mekanik hale geleceğini göremiyor muyuz?

Şehirde neleri görmemiz ve neleri görmememizin önemini kavrayabiliyor muyuz?

Sözü 1911’de ülkemize gelen ve gözlemlerini “Şark Seyahati” ismiyle kitaplaştıran büyük Fransız mimar La Corbusier’e bırakalım. La Corbusier, batı şehirleri için “Üsluplar giderek karmaşıklaşıyordu: Yığışımlarla karşı karşıyaydık, çoğuna da şüpheyle yaklaşmak gerekiyordu. Çoğu çirkin, rezil, iğrenç yığışımlar. Türkleri ayrı tutmak gerekir. Terbiyeli, ağırbaşlıydılar, olup bitenlere saygılıydılar. Ortaya çıkardıkları eserler de müthiş, güzel ve de haşmetli. Bu ne birlik! Bu ne değişmezlik! Bu ne bilgelik !”

La Corbusier yüz yıl sonra gelip de bugünleri görseydi ne söylerdi acaba ? Herhalde kendi şehirleri için söylediklerini bizim şehirlerimiz için söylerdi.

Trabzon’un yerel yöneticileri ve TOKİ’ye Trabzon’u kentsel dönüşüm”e tabi tutmadan, yâni “altüst” etmeden önce Turgut Cansever’in eserlerini, özellikle de (okumada zihnî zahmet çekmeyecekleri) “Şehir ve konut üzerine düşünceler”i okumalarını tavsiye ediyoruz.

Haddimiz olmayarak Üstad Necip Fazıl’ın bir mısrasını deforma edelim: “Allah şehre acısın, yalnız bunu dilerim!” (Aslı: Allah Türk’e acısın yalnız bunu dilerim!)

Bugünkü uygulamalarıyla kentsel dönüşümün en yakıştığı yer, galiba şehir içi taksilerin arka tamponları olsa gerek. Şöfor edebiyatına yeni bir kavram daha ekleyelim: “Gel seni de kentsel dönüştürelim !”




(Günebakış, 20 Ocak 2010)

12 Ocak 2010 Salı

ŞEHİR VE ŞAİR

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl, “Çile”sinin “Şehir” bölümündeki bir mısraında, şehrin insanı kasvete sürükleyen, hakikatinden/kendisinden uzaklaştıran, ‘yolu tıkayan’ yabancılaştırıcı etkisini vurgular ve “Bir küçük iğne yok mu şehrin kalbini delen?” sorusuyla da bu olumsuzluğa çözüm arar. Daha doğrusu bu olumsuzluğu cevaplandırır, çözer. O, Şehrin ‘iltihab’ını akıtmak için “bir küçük iğne” marifetiyle “bir büyük iş” yapacakların peşindedir.

Şairin dilinden şehri “seyr”etmenin ne olduğunu Üstad’ın sadece “Canım İstanbul”la “Karacaahmet” şiirlerini okuyanlar bilirler. Üstad; İnsanın “yaşarken” ve ölümden sonraki hayatın hakikatine ilişkin mezarı/kabri kastederek “Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek” derken, ‘kaybedilen hayat’ın, aslında ‘sahip olunduğu zannedilen hayat’ın hakikatini bulmak için onun ‘suretini kaybetmek’ gibi sırlarla dolu olduğuna da işaret eder.

Biz; şehrin gerçek ruhunu ancak şairin yansıtabileceğine inananlardanız. Onun bir hecesi, kelimesi veya mısrasının zihinleri darmadağın eden, şehri kavuran bir etkiye sahip olduğuna inananlardanız. Onun için Üstad’ın “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar” dediği şehir idraki, ruhun bütün iniş çıkış, oluş ve varoluşlarıyla şehir kalıbına döküldüğünü insana hissettirir.

Şair “huzur”da olan adamdır ! Yâni “Huzursuz” adamdır! Mekânı neresi olursa olsun, “Kimin huzurundayım? Ve Niçin huzurdayım” sorusu onu “huzursuz” kılar !

İnsanî duyarlılığın tahammül edilemez yükü şairlerin omzundadır. Bütün meseleler gibi, şehir ve ölüm de şairin önemli meselelerindendir.

Müteşair olmayan Şair bir dostumuz, şehir-şair ilişkisine dair sohbetimiz sırasında, işin bir başka cephesini de vurguladı: “Şairler aynı zamanda şehirde pek sevilmezler. Çünkü şehrin fiyakasını bozarlar.” Böyle bakınca gerçekten de öyle ! Çünkü şehrin “yaşayan dil”i şairin rahatsız olduğu bayağı, sıradan bir dildir. Onun içindir ki “kendi içinde bulundukları, yaşadıkları dili reddedenler” şairdir. Kodlaştırılmış, sınırlandırılmış, düzenlenmiş bir dil, şairin muhtevasını taşımaya müsait olmayan, ifade imkanı vermeyen bir dildir. Şair bu “şehir dili”ni sevmez, sevemez. Tabiatına aykırıdır.

Onun içindir ki; şairin şehirde şehrâyine, yâni coşkulu gösteriye ihtiyacı yoktur. Tam aksine, âlemi şehrayin olarak görür. Sürekli donatışlar, çatlamalar, patlayışlar şehrin kendisini şaire sunmasıdır.

Üstad Necip Fazıl da “Şehirlerin Dışından” başlıklı şiirinde, şehirde kendi dışlanmışlığını değil; kendini şehirden dışarı çıkararak, kaçışı değil var olan algı ve kurallar nedeniyle tutunamayışını şu mısralarında dile getiriyor:

“Kalk arkadaş gidelim !

Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından
.…
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize
.…
Ölen ölür, yıpranmaz;
Giden, gider, aranmaz.
Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler !
Yeter bizi tuttuğu !

“ Şehirde hayat ve ölümden habersizlik ! İnsanı ürperten bir duygusuzluk !

Şairin idrakinde “hayatın ne olduğu”nu anlayamayan “şehirde keyif süren köleler”e şehri bırakarak, daha doğrusu onların “şehir algıları”nı terk ederek, her soylu idrakin, Üstad gibi şehrine dönüp bakarak kendi “idrak seviyesi”nce “Kalk arkadaş gidelim!” demesi bir mecburiyettir ! Şehrine karşı bir mecburiyet ! Bu mecburiyet, şehrinden uzaklaşmak değil, şehri “hakikatiyle” idrak etmek demektir.

Şairin şehri de aşmış hayat idraki o derece derindir ki, onu şöyle izah eder: “Yerde düzgün yürüyemeyişim ayaklarımla ilgili değil, kanatlarımın büyüklüğündendir.” Bu bir narsist bir ifade değil, taşıdığı yükün farkında olma halidir.

Sözün burasında şair İsmet Özel’in “Üç Frenk Havası”ndan aldığımız mısraları okuyalım:

“Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata
...
kaba solgun kağıtlar sunardı
şehrin insanı bana

...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin
...
Ogün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım
...
biz artık bunlar olarak gidiyoruz
eylesin neyleyecekse şehrin insanı
...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin.
...
ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı

...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

Şablonlardan, kalıplardan bakılınca görülemeyecek şeyleri, şehrin hakikatini ancak şair görebilir.

Şehri “hakikatiyle görmek” için mutlaka “şair olmak” gibi bir yükümlülüğümüz var mı? Şüphesiz bu hal; ruh kasları müsait ender şahsiyetlere mahsus bir yükümlülüktür. Bize düşen ise; şairin şehir idrakinden aldığımız “pay”la şehre bakabilmektir.

Şimdi, yazımızın başındaki sorumuzu tekrarlayalım: Şair mi şehrinden, şehir mi şairden sorumludur?

(Günebakış, 13 Ocak 2010)

5 Ocak 2010 Salı

ŞEHİRDE SENDROMLAR: "YABANCI EL" ve "DUYGUSUZLUK" !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Yabancı el sendromu” ve “Duygusuzluk sendromu” dünyada ender rastlanan hastalıklara verilen isimler…

İsviçre’den Türkiye’ye dönen bir arkadaşımla yabancılaşma, başkalaşma, kendi olmama, kendi kalamama hali üzerinde konuşurken, İngilizcesi “Alien hand syndrome” olan bir kavramdan bahsetti. Türkçe karşılığı “Yabancı el sendromu” olan bu kavramı Fransız televizyonlarından birisinde, insan beyniyle ilgili bir tıp programında duyduğunu ve ilgisini çektiğini söyledi.

Ayrıca öyle bir olayı aktardı ki, insanın dehşete düşmemesi mümkün değil. Bu olaya, daha doğrusu hastalığa verilen isim: “Duygusuzluk Sendromu!”

Televizyon programına davet edilen bir şahıs, editöre yaşadığı anormal halleri anlatıyor. Kendisine bakıldığında hasta gibi görünmüyor. Gayet normal tepkiler veriyor. Şahıs, trafik kazası geçirmiş. Kaza sonrasında doktorlar hiçbir hastalık, yara, darp, vs. belirtileri göremiyorlar. Hasta olduğuna dair hiçbir işaret, bulgu yok. Hastayı gönderiyorlar. Ancak, şahıs daha sonra hayatında meydana gelen olaylarda bazı problemler görüyor, seziyor ve bir psikoloğa gidiyor. Psikolog gerekli testleri yapıyor. Kendisine bazı fotoğraflar gösteriyor. Fotoğrafların bazıları dehşet verici, bazıları ise normal, nötr fotoğraflar. Bu fotoğraflar karşısında kendisini “nasıl hissettiği”ni soruyor. Hasta şahıs, sadece iyi ve kötü ayırımı yapabiliyor. Donmuş bir şekilde kendisine gösterilen fotoğraflara soğuk bakışlarla “iyi” ve “kötü” cevabını veriyor. Normal insana gösterildiğinde ürperten tepkilere sebep olan fotoğraflara karşı herhangi bir duyarlılık gösteremiyor, tepki veremiyor.

Testlerden sonra şahsa “duygularının yok olduğu” teşhisi konuluyor ve tedavisinin mümkün olmadığı bildiriliyor. Psikolog hastalığın adını da koyuyor: “Duygusuzluk Sendromu!”. Daha da ilginç ve dehşet olanı, hastanın söylediği şu ifadesi: “duygularım olsa da acı çekebilsem!”

Yukarıda bahsettiğimiz bir diğer hastalık, “Yabancı el sendromu”. Kendi eliniz kontrolünüzden çıkarak, boğazınızı sıkmaya veya vücudunuzun diğer organlarını tahrip etmeye başlıyor. Diğer elinizle onu durdurmaya, kendinizi kendi ‘yabancılaşmış organ’ınıza karşı korumaya çalışıyorsunuz.

Arkadaşımın bu olayı anlatmasından sonra “yabancı el sendromu” ile ilgili biraz araştırma yaptım. Hastalıkla ilgili 1900’lerin başında ilk bulgulara rastlanıyor. 1908 yılında Almanya’da bir kadın gece uyurken sol eli tarafından boğulmaya çalışıldığını söyleyerek Nörolog Goldstein’e başvuruyor. Kadın, elin kendisini öldürmeye çalıştığını ve şeytanlar tarafından yönetildiğini söylüyor. Başka bazı olaylarda da benzeri durumlar görülüyor ve yabancı elin ancak diğer elin müdahalesiyle durdurulacağı mümkün olabiliyor. Bir başka nörolog Feinberg, yaptığı incelemelerde “hastaların ellerinden birisinin kontrol dışı özgürce hareketler yaptığını ve bu davranışların şahsın bilinci dahilinde olmadığı”nı söyleyerek ‘yabancı el, kalem tutabilir, bardakları kaldırabilir, hatta hastanın boğazını kuvvetle sıkabilir.”diyor.

Ellerimizden birisi beynimizin kontrolü dışına çıkıyor ve vücuttan bağımsız, kontrol edilemeyen, ait olduğu bünyeyi tahrip edici hatta yok edici bir biçimde hareket ediyor.

Dehşet !

Bu olay bana metropollerimizde, şehirlerimizde yaşananları hatırlattı. Modern zamanların şehirleri, yabancı el sendromuyla izah edilebilecek bir yabancılaşmayı, tahribatı yaşıyor. Öyle bir yabancılaşma ve tahribat ki; şehri oluşturan parçalar sinerjik bir etki ile “şehir bütünü”nü besleyeceği, onu uyumlu bir bünye olarak devam ettirecekleri yerde, şehir organlarının oluşturduğu şehir bünyesi “sinerjik bir tepki” veriyor. Şehrin parçaları “ben sana ait değilim” dercesine ait olduğu bütüne isyan ediyor, onu sarsıyor, tahrip ediyor. Parçalar yâni şehrin mahalleleri, sokakları, işyerleri, sosyal alanları, yeşil alanları, mobilyaları…

Bir vücuttaki “yabancı el sendromu”nun şehirle doğrudan ilişkisini kurabiliyoruz.

Tarihî kültürümüzde, edebiyatımızda, hatta mutasavvıfların ifadelerinde, insan vücudu şehre benzetilir. Yunus Emre bir şiirinde : “İşbu vücud şehrine bir dem giresim gelir. İçindeki sultanın yüzün göresim gelir!” der. Yunus’un kasdettiği vücud şehrinin içindeki sultan, onu idare eden kalptir. Yunus’un şiirindeki ‘sultan’, “vücut şehri”yle uyumlu olarak yaşayanlarına huzur, bakanlarına da hayranlık telkin ederken, modern şehirlerimizin organları, ait oldukları vücut şehrinde “yabancı el sendromu”nu yaşamaktadırlar.

Kontrolden çıkan, hedefsiz, hangi yöne gittiği meçhul bir biçimde varlığını sürdüren şehirlerimiz, tedavisi mümkün olmayan bir yabancı el sendromunu bütünüyle yaşıyor.

Yabancı el sendromuyla ifade ve izah edilebilecek şehirlerimizin başında öncelikle “medeniyet şehirleri” geliyor. Ait olduğu tarih-kültür ve medeniyetten koparılarak, yabancı şehir dokularının nakledildiği bu medeniyet şehirleri, nakledilen dokularla uyuşmazlık yaşaması bir tarafa, o dokular, “vücut şehri”ni hırpalıyor, törpülüyor, sarsıyor. Uyumsuz bir bünye ifrazatına sebep oluyor.

Bunu kim görebiliyor? Şehirlerde “yabancı el sendromu”nun farkına kim varabiliyor ? Hangi organının ne zaman nasıl bir tepki verip şehri tahrip edeceği bilinmeyen bir şehirde bu hal olağanlaşmaya başlıyor ve bu ‘heterojik bileşim’ şehir diye algılanıyor.

L. Wirth; “Bir yaşama biçimi olarak şehircilik” isimli yazısında şehrin ‘yanlış algı’lanan ve bu algının ‘doğru’ olarak vehim haline getirilmesine vurgu yaparak, şehrin sadece maddi organlardan ibaret olmadığını söylüyor fakat duyan yok: “Şehirliliği, şehrin fiziksel varlığı ile tanımlamaya devam ettiğimiz sürece…, yeterli bir kentsellik kavramına ulaşmaya muktedir olamayız.”

Şehrin maddî unsurlarının kontrolden çıkması, kendine yabancılaşmasının yanında asıl trajik olanı: Şehrin ruhen yabancılaşmasıdır. Bu trajediye bir batılı şehirci işaret ediyor: “Modern şehir, dışsal ve formel yapısını yitirmektedir. İçsel olarak bir bozulma, çürüme halindedir… Şehir çağının sonuna gelinmiş görünüyor…”

Demek ki “şehircilik davası” sadece kendini şehirci zanneden teknisyenlere, belediye başkanlarına, teknisyenlere bırakılamayacak kadar önemli bir davadır. Tüm bunların üzerinde bir “medeniyet mantalitesi” taşıyanların anlayabilecekleri bir ‘büyük dava’dır.

“Yaşadığımız şehir”i sadece “ikamet ettiğimiz” şehirden ibaret görenlerin farkına varamayacakları bir “yabancı el sendromu”na tutulan şehrimizin trajik hali kime ne söyler?

Bir gün şehir mobilyalarının, plazalarının, caddelerinin, kamu binalarının, parkların, hatta ibadet yeri camilerin bile ‘yabancı el sendromu’yla üzerimize yürüyeceklerini düşünebiliyor muyuz? Belki de yürümeye başlamışlardır, kimbilir ?

Şehir davası öyle büyük bir davadır ki, onu Üstad Necip Fazıl söylesin:

“Bu öyle bir memuriyettir ki, yerine getirebilen gerçek bir kahraman, getiremeyen de, büyük bir müflis olarak ortaya çıkmaya mahkûmdur. Böyle (misyon)lar küçük ve orta tiplere yüklenmez; büyüklere, çok büyüklere yüklenir ve işinin büyüklüğüne cevap vermeyen ve küçük kalmak isteyen tip, mutlaka ezilip gider…”

Şehrin imar, iskân ve ihyasına memur bulunan“şehreminleri” farkında mısınız bu azîm dâvânın?

Size emanet edilen şehrin her organını yerli yerine oturtmak, yeniden imar ve ihya etmek herkesten önce emanet edene borcunuzdur!