25 Ağustos 2014 Pazartesi

FUTBOL CİNNETİ’NİN YENİ SUNAĞI: TRABZON “AKYAZI OLİMPOSU” ÜZERİNE…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modern zaman şehirlerini ifsat edici orijinal virüslerden birisi olan ve etki alanını karantinaya almak neredeyse imkânsız hale gelen futbol, şehirlerimizi istilâ ederken genç- ihtiyar demeden tüm şehir insanının enerjisini boşa akıtıyor, âtıl hale getirip harcıyor.
 
Bu “makûs talih”ten en çok payını alan şehirlerin başında Trabzon geliyor. Futbol uğruna Bakanından milletvekiline, valisinden belediye başkanına, köyde kan ter içinde toprağını kazan yaşlı kadından şehirdeki sıradan insana kadar herkesin seferber olduğu, belki de dünya tarihinde ilk defa aydınla cahilin, akil baliğ olmamış çocukla ölümü bekleyen ihtiyarın, üniversitedeki bilim adamıyla köydeki çobanın aynı eksende buluştuğu, asabiyet endeksinin aynîleştiği, atardamarlarının aynı basınca sahip olduğu futbol, ne acıdır ki Trabzon’da hâlâ anestezi etkisi uzun süreli bir uyuşturucu olarak varlığını sürdürüyor.
 
“11 Şehir Azizi”nin hafta sonu âyinlerine endeksli şehir medyasında da “futbol ideologları” tefekkür ve tezekkürde daim ve kaimdirler. 11 şehir azizinin diğer başka bir 11 şehir aziziyle (antik dönemlerin arena ve gladyatörleri yerine) modern zaman stadiumuslarında karşılaşmaları ve şehir halkının da (eski antik Roma şehir halkının benzeri) elektriği yüksek nâralarla enerjilerini boşalttıkları futbol stadiumus’larının en muhteşemlerinden birisi Trabzon’da inşa ediliyor. 
 
Adı “Akyazı Spor Kompleksi”.. Bizim deyimimizle “Akyazı Olimposu…”
 
Olimpos, antik Yunan mitolojisinde tanrıların yaşadığı dağın adı… Olimpiyat oyunları da mitolojik tanrıların yaşadığına inanılan Olimpos Dağı’nda onların onuruna düzenlenir, onlara armağan edilirdi. İlk Olimpiyat oyunları Olimpia Kralı Pelops’a kurbanların sunulmasıyla başlamış, sonra gelenek tüm dünyada yaygınlaşmış, uluslararası niteliğe bürünmüştür.
Olimpiyatlara karşı özel bir ilgisi olan Trabzon, “2011 Avrupa Gençlik Olimpiyatları, “2012 “Türk-İslam Dünyası Mühendislik-Mimarlık ve Şehircilik Olimpiyatları”ndan sonra şehrin sembolü olabilecek bir Olimpiyat anıtını da inşa etmeliydi(!) Çünkü şehre bu etkinliklere izafeten bir yama sıfat daha eklendi: “Olimpiyat şehri Trabzon!”
Mitolojik ve pagan ritüeller yeniden mi depreşiyor diye sormadan edemiyoruz. Mitolojide; Truva Savaşlarından önce Altın Post’u ele geçirmek için gemileri “Argo” ile Doğu Karadeniz’e gelen Argonotlar’ı da unutmamış olacağız böylece. Çünkü Akyazı Olimposu yeni seferler için gelecek modern argonotlarımıza itina ile hazırlanıyor. 
Tarihî “mit”ler de hep böyle icat edilir ve etrafında inanç oluşturulur. Modern “mit”ler de öyle. Modern Olimpos’lar, modern sunaklar, modern gladyatörler, modern şehir azizleri… Ve bunlara (onlar farkına bile varmadan) inandırılan, şartlandırılan, zihinleri ve bedenleri bunlarla dolu binler, milyonlar…
 
İki eskimiş bakandan siyasilere ve şehir yöneticilerine kadar tüm devlet ricalinin neredeyse “yüzyılın anıtı” olarak sahiplenmek ve bir an önce bitirmek için yarıştığı “Akyazı Olimposu” olağanüstü bir hızla yükseliyor. Öyle görünüyor ki; denizden çalınıp doldurulan oldukça geniş (795 dönüm) bir arazi üzerinde inşa edilen Akyazı Olimposu, eğer mitolojideki denizler tanrısı Poseidon’un gazabına uğramazsa kısa zamanda bitirilecek. 

Eskiden devlet “kalkınma” için fabrika yapardı, şimdi şehir azizlerinin âyini ve şehir halkını eğlendirmek ve “beşiklerde uyutmak” için büyük bedellere mal olsa da “stadiumus” yapıyor.

Stadiumus’larda halk yığınları için genel, seçkinler için ise özel yerler yapılırdı. Modern stadyumlarda bunun adı “şeref tribünü”dür. Trabzon Akyazı Olimpos’unda da hiçbir şey eksik bırakılmayacak şekilde “protokolos” için itina ile hazırlanıyordur.

Modern çağın gladyatörleri için inşa edilen Trabzon Akyazı Olimposu 61 bin kişilik olacakmış. 61 fetişizmine yakalanmış bir şehir için oldukça yerinde bir sayı. Oldu olacak bir de Olimpos’ta hafta sonu ayininde karşılaşacak gladyatörlerin sayısını 11+11=22 yerine 30+30=60. Bir de ekleyerek toplam 61’e çıkarsalar harika olur (!)

Tarihî şehirler kutsal sembolleriyle tebarüz ederler.

Meselâ;
Roma Panteon’la,
Atina Parthenon’la özdeşleşmiş ve hatırlanmaktadır.

Trabzon da kadîm ve aynı zamanda kendisini modern zamanlara taşıyan şehirlerden birisi olarak, yakalandığı virüslerin en etkililerinden olan ‘futbol’a sarf ettiği enerji ve kaynak ve bunca zihin ve kas israfından sonra artık sembolünü de buldu:

Akyazı Olimposu bitirildiğinde şehrin simgesi olmalı. Eminim ki şehrin tanıtımı için hazırlanacak eşya ve diğer tanıtım malzemelerinde -içinde bir futbol topu ile birlikte- bordo-mavi renklere boyanmış Akyazı Olimposu olmalı (!) Tabi bir de grafik tasarımcısı maharetiyle uygun bir 61 ikonu (!)

Güney Amerika’da bir futbol kulübü futbolcularını ve taraftarlarını ölünce de bir arada toplamak için özel mezarlık yaptırmayı planlamıştı. Taraftarlar için yeterli olmaz belki ama Akyazı Olimposu kompleksi’ne futbolcular için “11 şehir azizi mezarlığıadıyla toplu bir mezarlık da yapılsa mükemmel olur (!) İleride büyük ihtimalle “Trabzon azizleri nekropolü” olarak turizme bile açılabilir (!)

Böylece şehir azizleri, Akyazı Olimposu ve derken… şehir de kutsallaşır (!)

Gelecek zamanlarda şehir tarihini yazacakların en fazla paganist kalıntı ve uğraş bulacakları ender şehirlerden birisi olmuş olur Trabzon.

Futbolun bir spor olmaktan çıkıp, bir endüstri, zihin ve kas israfı, ahalinin enerjisini bu çapta tüketen girdap haline geldiği başka bir şehir var mıdır bilemem. Trabzon’a gelen siyasetçi, bürokrat, bilim adamı, sanatçı vs. herkesi de aynı girdaba sürükleyen ve başını döndüren futbol, kendi sınırlarına çekilmedikçe şehrin kendisinden başka konuşacağı, tartışacağı, değer haline getireceği bir şey ne yazık ki olmayacaktır!

Bir yazarımızın futbolla ilgili, futbolun nasıl bir ‘tüketim endüstrisi’ ve finans-borsa aracı haline getirildiğine ilişkin güzel ve yerinde bir tespitini okumuştum. Hatırladığıma göre şöyle diyordu: "Futbol 22 oyuncunun 90 dakika boyunca bir topun peşinde koştuğu, sonunda yatırım fonlarının kazandığı bir oyundur."

Şehrin DNA’sını bozan, genleriyle oynayan, yaşanabilir bir şehir olmaktan çıkaran, şehrin kimliğini futbola endeksleyen, şarka mahsus tarzda temaşalarla gününü gün edenlere ne söylenebilir ki?

Ayaklarının altından kayıp giden bir şehrin trajik akıbeti de böylece yavaş yavaş hazırlanmış olur!

Bir zamanlar sıhhatli olan bu şehrin yakalandığı, metastasa başlayan ve tedavisi gayr-i mümkün futbolu lokal bir etkinlikten çıkarıp şehrin bütününe yayılan hastalık haline getirecek Akyazı Olimposuna harcanan sermaye ve emeğe yazık!

Şehrin değer üretecek damarlarını tıkayan,  dağlardan kopup gelen seylâp gibi önüne çıkan her şeyi sürükleyen futbol Trabzon’u daha fazla işgal etmemeli! Şehrin öncelikleri böyle olmamalı.

Böyle söylüyoruz ama…

Bir avuç ‘oligarşik azınlığın’ enjekte ettiği ve bütün vücudu saran futbol cinnetine karşı bir karantina seferberliği için geç kalınmıştır.

Bu temellendirme ve gerçekliklerden sonra yazımızı nasıl bitirelim?

“İdareciler tebaayı meşgul etmek zorundadırlar.” Antik arenalar da bu işe yarıyordu.  Modern çağlarda da yöneticiler halkı meşgul etmek zorundadırlar. Stadyumlar bunun en yaygın ve etkili araçlarıdır.

 Yöneticiler uyutarak, yönetilenler de uyuyarak teselli buluyor olsa gerek.

 
 

 

 

 

 

 

18 Ağustos 2014 Pazartesi

HES’LERİ “AZİZ”, SUYU “ZELİL” KILMA ! -Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın açıklaması üzerine-

Yahya Düzenli

Geçtiğimiz haftaki “HES’ler tabiatın fıtratını bozuyor!” başlıklı yazım üzerine Orman ve Su İşleri Bakanlığı “resmî” bir açıklama göndermiş.  Bakanlık, yazımla alâkalı olarak “bazı açıklamaların yapılmasının gerekliği görüldüğü” ibareli bir sayfalık cevabının sonunda Göndermiş olduğumuz cevap metni, kanuni haklarımız saklı kalmak kaydıyla, aynı sayfada, aynı puntolarla yayınlanmak üzere” yollu yasal bir tehdit ve gözdağını da eksik etmemiş. Böylece HES’lerin“fezâil-i âmâl”ine dair dersimizi de almış olduk (!)

Bakanlığın yazıma cevap vermesinin nedeni, büyük ihtimalle, yazımda “Orman ve Su İşleri Bakanı” ifadesinin geçmesiydi. Açıklama, otomatize olmuş, makinalaşmış, idrak ve düşünce melekelerini çalıştırmayan/refleksif, bürokrat çekmecelerinde muhataplarını bekleyen, bildiğimiz türden hazır paket cevaplardan birisi. 

Bakanlık açıklamasının başında mâhir bir bürokrat manevrasıyla Orman ve Su İşleri Bakanı’nın “her canlının bir fıtrat üzerine yaratıldığını iyi kavramış ve yaptıklarıyla tabiata olan saygısını göstermiş bir şahsiyet” olduğunu da anlamış olduk. 

Bakanlığın cevabından Solaklı’nın pilot havza seçilerek öncelikli olarak ele alındığı anlaşılıyor. Cevap adeta Harran Çölü’nde hazırlanmış. Çünkü cevabı kaleme alan bürokratların ne Of/Solaklı Vadisi’ni gördükleri var, ne de Vadi’de yapılan flora tahribatından haberleri.

İşin trajikomik yanı, Bakanlığın cevabında Solaklı Deresi’ndeki HES’lerin 700-1500 m. rakımlı Vadi'nin oldukça yüksek köylerinin “içme suyu, sulama” ihtiyacını karşılayacağı ve HES’lerin “sanayi tesislerinin ihtiyacı olan suyun karşılanması ve benzeri faydalar için de kullanılmakta olan çok maksatlı depolama tesisleri” olduğu ifade ediliyor. Yılın 12 ayında yağmur yağan, içme suları yüksek dağlardan karşılanan vadi köylerine çok daha düşük rakımlı HES’lerle su götürülecek ve tarım arazileri mi sulanacak (!) 

Anlayacağınız; dere boyundaki HES’ler bundan böyle gökyüzünden vadideki köyleri sulayacak (!)

Ayrıca HES’lerin “yeni bir yeşil dünya” mucidi(!) olduklarını da açıklamadaki şu cümleden öğrenmiş olduk: “Bütün HES projelerinde ana hedef; tabiata zarar vermeden üstelik geçmişte zarar görmüş alanları da rehabilite ederek, ülkemizin enerji ihtiyacını karşılamaktır. İyi planlanmış çevre ile uyumlu, yeşil ve maviyi buluşturan hidroelektrik santral projeleri; enerji ve kalkınmayı da beraberinde getirecektir.”

Gene, o muhteşem vadinin “cemaliyle tezahür etmiş” yüzünü soyup perişan ettikten sonra “havzanın görsel ve estetik değerlerinin tabiatla uyumlu bir şekilde geliştirilmesi Solaklı Vadisi Çevre Düzenlemesi Projesi’nin temel hedefini oluşturmaktadır. Bu maksatla havzada tabii yapıyla uyumlu şekilde 2 adet gölet inşa edilme” şeklindeki açıklama da bir ayrı garabet!

Vücuda hayatiyet veren sağlıklı kalbi söküp yerine protez/yapay organ takmak neyse (açıklamalardan anlıyoruz ki) Solaklı’da yapılan da o!

Eskilerin “lüzumsuz sualin manâsız cevabı” dedikleri türden bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü, hangi galakside yaşadığından habersiz bürokratların “Sayın Bakan’ın meziyet ve maharetlerini savunma” adına ne söylediklerinden haberleri yok.

Yarabbi aklımıza mukayyet ol! Çünkü idrakin, irfanın, iz’anın terk ettiği bir zihniyetle karşı karşıyayız!

Eğer söz konusu Bakanlık bu konuda gerçekten duyarlı olsaydı, yazıma birkaç saat içinde cevap yetiştirmeden önce “bu yazı ne demek istiyor?” şeklinde, dile getirdiğim “ontolojik” konulardaki düşüncelere dair bir muhteva veya en azından bu konuda ipuçları ortaya koyabilirdi. Bakanlığın cevabından anlıyoruz ki; tam bir “devletçi vesayet” mantığıyla “dağlar da bizim, sağlar da bizim, Solaklı da bizim, ferman da bizimdir” türünden, hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.

Yazımda ısrarla belirttiğim “güç zehirlenmesi”nin bir göstergesi niteliğindeki Bakanlık cevabından da anlaşılıyor ki, HES’lerin kurulduğu dereler hakkında Bakanlık da doğru dürüst bilgi sahibi değil!
Yazımın ekseni; üzerinde derin düşünülmesi gereken “insana emanet edilmiş tabiat ve tabiat karşısında insanın sorumluluğu” idi. Yâni “emanete sadakat”in bir gereği olarak HES’lerin tabiata, (yazımda söz konusu ettiğim Solaklı Vadisi’ne) verdiği zararların bir kez daha derinliğine gözden geçirilmesi, kavranması idi.

Bakanlığın bu cevabından sonra HES’lerin tabiatın sadece fıtratını bozmakla kalmayıp, bizatihi karar veren ve icra edenlerin de fıtratını bozduğu anlaşılıyor. Gene de Bakanlığa teşekkür ediyoruz. Bu vesileyle kastımı tekrar şerh etme imkânı bulmuş oldum. Umulur ki idrak kanalları açılır da bu tür reflektif cevaplardan kaçınırlar. Pek ihtimal vermiyorum ama HES’lerle ilgili yazılarımın bu vesile ile ülkeyi yönetenlere belki bir katkısı olur.

Trabzon Çaykara Solaklı Vadisindeki HES’ler vadide tabiata karşı işlenen suçların sadece tek bir örneği. Batılı bir şehir kuramcısının nefis bir kavramsallaştırmasıyla gözün vicdanı” olmayınca vadideki katliam görülemiyor!

Eskiler su ikramından sonra“su gibi azîz ol!” diye dua ederlerdi. Eğer melekeleri kaybolmazsa yeni nesiller de herhalde “HES’ler gibi azîz ol!” şeklinde dua edecekler! Yahut da bu katliamlardan sonra ne yazık ki HES’e azîz, suya zelîl gözüyle bakacağız!

Muhkem bir dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru olmayan, insana, eşyaya, tabiata, olaya ve topyekûn varlığa bu idrakle bakamayanlardan başka bir şey beklemek köre renkten, sağıra sesten bahsetmek gibi olur!

Eskiden “kızılderili köyünü keşfe giden sosyologlarımız” vardı. Şimdi de vadilerini asla tanımayan, derelerinde HES’lerin yaptığı başkalaşma ve yabancılaşmaları göremeyen Orman ve Su İşleri Bakanlığımız!

Eğer “medeniyet iddialı” bir siyasî söyleminiz ve tabiat tasavvurunuz varsa Harran Çölünde ikamet edip fotoğrafını bile görmediğiniz Solaklı Vadisi hakkında ahkâm kesemezsiniz. Bakarsanız, hayatınızda hiç gidip görmediğiniz, kimyasını (flora ve faunasını) bilmediğiniz vadileri, dereleri anlayamaz ve insanca kavrayamazsınız. Solaklı’yı da Aral Gölü’nün akıbetine sürüklersiniz.

Mademki Orman ve Su İşleri Bakanlığı büyük ölçüde kendi Bakanlığının alanına giren HES’ler konusundaki eleştirilere, muhtevasına bakmadan “cevap yetiştirmeye” bu kadar meraklıdır, o halde mevcut İktidarın iki Bakanına ait biri çeviri diğeri orijinal/te’lif kitap ve bir makaleden iki önemli alıntı yapacağım. Belki böylece konunun “ontolojisi”ne ilişkin bir bakış açısına kavuşurlar.

Gelelim işin ontolojik boyutuna… Zaten yazımın amacı da buydu. Bu konuda, Prof. Seyyid Hüseyin Nasr, mevcut iktidarın Milli Eğitim Bakanı Prof. Nabi Avcı’nın çevirdiği “İnsan ve Tabiat” isimli eserinde modern insanın tabiata karşı nasıl bir cani olduğuna dair şu önemli tespiti yapıyor:

“Çağdaş insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu bir eş gibi değil, bir fahişe gibi görmektedir: Kendisine karşı hiçbir yükümlülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fahişe... Zorluk şurada: Bir fahişe gibi 'kullanılan' tabiatın durumu günden güne daha fazla gönül eğlendirmeyi imkânsız kılmaktadır. Aslında pek çok kişinin onun durumundan kaygı duymaya başlamasının nedeni de budur.”

Müthiş cümleler! Tabiatı fütursuzca kullanmak mı yoksa emanet olduğu şuuruyla onu korumak mı? Eğer bu durumdan endişe duyabiliyorsak insan olduğumuza dair bir şeyleri de hatırlayabiliyoruz demektir!

İnsan ve Tabiat ilişkisine dair bir diğer ve asıl ontolojik yaklaşım Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nun Batı ve İslâmî dünya görüşünün insan-tabiat ilişkilerindeki felsefî arka plâna işaret eden  “Medeniyetlerin Ben İdraki” isimli makalesindeki şu ifadelerdir:

Galtung'un "insan tabiata hakimdir" şeklinde özetlediği batı medeniyetinin prototipinin tabiat anlayışı ile İslam medeniyetinin ben-idrakinin öngördüğü tabiat anlayışı arasındaki farklılaşma, aynı zamanda, batı medeniyeti ile kadim kültürler arasındaki temel ayrım noktasını yansıtmaktadır…

İslam medeniyetinin ben-idraki, bu yaklaşımın aksine, tabiatı Yaratıcı kudretin tecelli ettiği bir işaretler bütünü olarak görmektedir ki, bu insan ile tabiat arasında bir özne-nesne ilişkisi değil, bir varoluş ilişkisi doğurmaktadır. Kuranî çerçeve içinde ele alındığında, Allah'ın işaretlerini ihtiva eden tabiat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insan için bir varoluş alanıdır. Dolayısıyla da, insan ve tabiat eşit bir varoluş düzleminde bulunmaktadırlar ve bu anlamda yaratılmışlık açısından aynı Özne'nin nesneleri konumundadırlar.

İnsanı, tabiat olgularından farklılaştıran şey ontolojik bir dikey hakimiyet değil, o tabiatta tecelli eden gerçekliği idrak edebilme kabiliyeti ve bu çerçevedeki özel yaratılış misyonudur. Böyle bir anlayışta, tabiat statik ve edilgen bir nesne değildir. Yaratıcı'nın yaratılış sürecinde her an tecelli ettiği ve bu tecelliler bütünü içinde Sünnetullah'ın insan idrakine sunulduğu muhteva yüklü, aktif bir nesnedir; her haliyle Yaratıcı'yı zikretmekte ve işaretleri aracılığıyla insana konuşmaktadır. Bu anlayışın ortaya çıkardığı doğal sonuç, tabiatın dengelerine yönelik bir müdahalenin, aynı zamanda, ayetullahı tahrip ederek sünnetullaha müdahele etme anlamına gelmesidir ki, bu gerçek Yaratıcı tarafından insana verilen sınırlı özne rolünün sınırlarını aşarak mutlak özne rolüne kalkışmak demektir.

Yaratıcı'nın işaretlerini taşıyan tabiat anlayışı insanın tabiata iletişim kurabilecek bir ibretler alemi olarak yaklaşması sonucunu doğurmuştur. Mevlana'nın neye, Yunus Emre'nin sarı çiçeğe hitabı da böylesi işaretler yüklü ve aktif bir tabiat anlayışının mistik ve popüler kültüre yansımasıdır. Bu çerçevede İslam medeniyetinin ben-idraki ne Spinoza'nın Deus Siva Natura (Tanrı eşittir tabiat) denkleminde olduğu gibi panteist bir özdeşleşmeye, ne de Newton mekaniğinin dayandığı Tanrı'nın bir kere kurduğu ve tekrar müdahele etmediği tabiat anlayışının dayandığı deistik metafiziğe yakındır.

….İnsanoğlunun, insan-tabiat ilişkisinde yerleşik modernist paradigmayı aşabilmesi kadîm medeniyetlerin bu tabiat anlayışından ciddi bir zihniyet aşısı almasına bağlıdır. Bu açıdan, İslam ben idrakinin "Allah'ın Yaratıcı kudretinin her an tecelli ettiği tabiat, insanoğluna ontolojik varlığını sürdürmesi için sunulan bir nimettir " şeklinde özetlenebilecek tabiat anlayışı insan tabiat ilişkisinin yeniden yorumlanmasında ve çevre bunalımının aşılmasında yeni açılımlar getirebilecek bir zihniyet boyutu ihtiva etmektedir…”

Daha ne söyleyelim veya daha ne aktaralım?

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Ahmet Davutoğlu’nun medeniyetler bağlamında temellendirdiği insan ve tabiata ilişkin böylesine bir idraki var mıdır?

Dışişleri bakanındaki ontolojik idrakin Orman ve Su İşleri ile diğer ilgili bakanlıklarda da olmasını diliyoruz!

Bırakınız böyle bir idraki,  Solaklı Deresi örneğinde olduğu gibi, yapılan katliamı görebilmek için bakmaktan da öteye “gözün vicdanı” gerekir. Böyle bir vicdan olabilmesi için de Davutoğlu’nun temellendirmelerini bir “bünye hazmı” şeklinde içselleştirmek gerekir.

“Yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir dengeye göre bitirdik.” (Hicr-19) Buyuran Yaratıcı'nın kurduğu dengeyi muhafaza etmek, “emanete ihanet etmeme”nin bir gereğidir!

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (Mülk-30) ilâhi kelâmı da mı bu zihinlere hiç bir şey hatırlatmıyor? 

Yeryüzünü ifsatta sınır tanımayan insanoğlu, böylece kendi akıbetini de meş’um bir şekilde hazırladığını herhalde biliyordur!

Her ne kadar devletlû bir mantıkla “cevap vermek için cevap verme” için de olsa bu yazımı kaleme almama vesile olan Bakanlığa teşekkürle bitirirken, Orman ve Su İşleri Bakanlığı siyasîlerine ve bürokratlarına bir kez daha öncelikle Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin Ben İdraki” makalesini ve S.Hüseyin Nasr’ın (Nabi Avcı’nın çevirisi) “İnsan ve Tabiat”ını okuyup derinliğine idrak etmelerini tavsiye ederim.  

Yazımızı, anlaşılması ve üzerindeki düşünülmesi gereken Davutoğlu’nun şu tespitini tekrar Bakanlık ilgililerine hatırlatarak bitirelim: Yaratıcı'nın işaretlerini taşıyan tabiat anlayışı insanın tabiata iletişim kurabilecek bir ibretler âlemi olarak yaklaşması sonucunu doğurmuştur.”

İnşallah, iş işten geçmeden bakanlıklarımızda böylesine bir “mükellefiyet idraki” oluşur!
         

11 Ağustos 2014 Pazartesi

HES'LER TABİATIN "FITRATINI" BOZUYOR!


Yahya Düzenli

Her canlı, her şey Yaratıcı’nın tayin ettiği fıtrat üzerine doğar. Bu fıtrata yapılan her müdahale onu aslından uzaklaştırır, kendine yabancılaştırır.

Fıtrat; yani yaratılış, hilkat, tabiat…

“Fıtrat” sadece insana mahsus değil, yaratılmış olan her şeyin aslı, varlığın özü…  Müdahale edilmemesi, zıtlıklar içindeki ahenginin bozulmaması, korunması gereken ‘emanet’.  

Emaneti kabul eden insan haddini aşarak, ihtiras ve azgınlığının yönlendirmesiyle emanete ihanet ediyor, hem kendinin hem de kendisine emanet edilenlerin fıtratını bozuyor.

İnsanoğlu, sadece kendi fıtratına yabancılaşmıyor, sadece kendi fıtratını bozmuyor. Fıtratındaki “zalim ve cahil” potansiyel harekete geçince karşısına çıkan her şeye saldırıyor, bozuyor, yakıyor, yıkıyor, yok ediyor.

Hele de “güç zehirlenmesi”ne yakalanmışsa, artık önüne çıkan her şeye karşı ölçüsüzce, fütursuzca saldırıyor.

İnsan, bazı mahlûkların bazı renkleri gördüklerinde öfkelenip saldırmaları gibi, güç zehirlenmesinin verdiği ‘Aşil sendromu’yla tabiatı kendisine saldırı hedefi haline getirdi.

Dağ, vadi, dere, genelde tabiat Allah’ın “sânî” (sanatkâr) isminin tecellisi olarak temaşa edilmesi gerekli varlıklardır. Ki, bunun ayet-i kerîme’deki bir ifadesi şöyledir: "Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır."

Müslüman duyarlılığı olanların bu mutlak kelâmın idrakinde olamadıklarından korkarım! Allah’ın sanatına yaklaşımın nasıl bir insanî ölçü gerektirdiğini varın düşünün!

Bu genellemelerle ne demek istiyoruz ?

“İnsana müsahhar kılınmış” tabiat insanın eliyle tahrip ediliyor, katlediliyor.

Ülkemizin en bâkir ve muhteşem vâdilerinden birisi olan Of-Çaykara vadisine “âb-ı hayat” veren Solaklı Deresi'ni takip ederek kaynağına yakın yere kadar sergilenen çirkinlikleri gördüğünüzde, HES şehveti’yle tabiata saldıranların tahribatının ne kadar korkunç olduğunu tahmin edemezsiniz.

İnsanın kontrolden çıkınca nasıl korkunç bir “fıtrat bozucu yaratık” olduğunu Solaklı Vadisi’nde görebilirsiniz. Vadi ve dere sanki başka galaksiden gelen yaratıklar tarafından mahvedilmiş.

Bu mahvediş küfrân-ı nimettir, fıtratı bozmaktır.

Fıtrata müdahalenin insanoğlunun en korkunç bir fiili olduğunu görmek/anlamak için Doğu Karadeniz’in vadilerini yaran, hayat damarlarını kesen HES’lere bakmak yeter.

Masum bir “enerji ihtiyacı” gerekçesiyle izah edilemeyecek tabiatın fıtratını bozucu bu saldırganlığın asla izah edilebilir, anlaşılabilir bir tarafı yok.

Yeryüzünde var olan dengeyi bozmakta mahir insanoğlunun bu ihtiras ve şehvetinin önünde hiçbir güç duramıyor.

Anadolu’nun akciğerlerinin önemli bir parçası niteliğindeki Trabzon’un muhteşem tabiatına musallat olan HES’ler, enerji baronlarının iştahını daha da kabartıyor.

Bir vadinin, bir havzanın fıtratı bozuluyor. Fauna, flora yok ediliyor. Savunmasız hayatlar saldırganların insafsızlığına terkediliyor, enerji baronlarının iştahına kurban ediliyor.

Yaklaşık 40 km’lik Solaklı Deresi üzerinde 31 HES kurulmuş. Bu bir vahşet! Trabzon’daki toplam HES’lerin % 25’i Solaklı deresi üzerinde yapılmış/yapılıyor. “Dere” diyebileceğimiz vadinin hayat suyu yok artık. Solaklı artık solan bir vadi!

“Güç zehri”yle saldırılan şehirlerden sonra artık katliam vadilere uzandı. İnsanoğlu’nun bu meş’um eli artık bâkir tabiata, muhteşem vadilerimize musallat oldu!

Hem de “yerli görünümlü”, “medeniyet iddialı”  bir iktidar zamanında. Çevre ve tabiat, bu zihniyetin tahrip gücü yüksek HES’lerinin kurbanı haline getirilmiş. Vadi’nin can damarı olan Solaklı Deresi'nin önce suyu kesiliyor, sonra yatağı hızla dolduruluyor. Bir süre sonra da artık “burada bir zamanlar Solaklı deresi vardı!” sözüne kimse inanmayacak.

Bütün bir canlı hayatı korumakla görevli insanoğlu, vadide kendisinden başka hiçbir canlıya hayat hakkı tanımıyor. Nebatat ve mahlûkatı katlediyor. Yaşamlarının bağlı olduğu suyu yok ediyor, kısa vadeli kâr ve kazanç şehvetine kurban ediyor. 

Derler ki; tabiattaki bazı hayvanlar, özellikle de kediler yavruları doğduktan bir süre sonra eğer onlara insan eli değerse yavrularını terk ederler. Çünkü onlara “yabancı” bir el dokunmuş ve kendi yavrusunun kokusu yok olmuştur. Yavrular analarına yabancılaştırılmıştır.

Bazı kuşlar da yeni yavruladıkları zaman yuvalarına herhangi bir insan eli değerse, yavrularını terk edermiş.

Solaklı Vadisi'ni de artık sadece kuşlar, balıklar, çeşitli hayvanlar değil insanlar bile terk edecek! Tıpkı antik zamanlardan günümüze kalmış, üzerinde hiçbir canlının yaşamadığı kalıntılar gibi…

Orman ve Su İşleri Bakanı bir süre önce İstanbul’da “HES’lere karşı çıkanları anlamadığı”nı belirterek “Gidip Solaklı’ya baksınlar” demişti. Anlayabilseydi vadiyi nasıl mahvettiklerini de idrak edebilirdi ama nafile. Çünkü böyle bir idrakten yoksunlar! Bu zihniyete göre; HES’lere karşı çıkanların tamamı marjinal, sol gruplar!

Ne yazık ki suyun “bu yakası”ndan da hiçbir ses çıkmıyor, tepki gelmiyor. Bazı masum köylülerin karşı çıkışları bile siyasî, ideolojik tepkiler olarak algılanıyor!

Bütün meseleleri “ideolojik” temellendirmeler üzerine bina ettiğim için HES’lere de her kesimden önce müslümanca duyarlılığı olanların karşı çıkması gerektiğine inanıyorum. Kim bilir, benim itirazlarımı bile iktidarın bir siyasî kripto uzmanı “niyet okuma” ile asla ait olmadığım bir ideolojik referans dünyasının itirazları olarak düşünebilirler!

Önemli olan “gerektiği yerde gerekeni yapabilme”dir. Bir gün gelir, tabiatın karnını deşenler, derelerin suyunu kurutanlar, iş işten geçtikten sonra olsun, göğüslerinin sol tarafında bulunan et parçasında bir sızı, bir acı duyabilecekler midir acaba?

Hiç zannetmiyorum. Çünkü bir dağın yürüdüğüne inanmak mümkün ama, bu enerji baronlarında “insanî bir öz”ün bulunduğuna inanmak imkansız!

Tabiatın fıtratına karşı işlenen cinayetleri “marifet” olarak sunan bir anlayış karşısında insanın idraki donuyor! Tam da “şecaat arzederken sirkatin söyleyen” türden bir kahramanlıkla karşı karşıyayız!

İnsanı parça parça kesip öldürüp sonra parçalarını bir araya getirip, üzerine elbise giydirerek “bu insandır” demek ne ise Orman ve Su İşleri Bakanı’nın örnek gösterdiği Solaklı Vadisi’nin hali de o.

Solaklı sadece bir sembol, bir örnek. Ülkemizin daha birçok bölgesinde Solaklı gibi HES’lere kurban verilen nice vadiler, nice dereler bulunuyor.

Unutmamalı ki; “Yeryüzü bize dedelerimizin mirası değil, torunlarımızın emanetidir.” Onların hayatlarına kasteden, geleceği israf eden, tabiatı imha eden HES ve benzeri terminatörler vadilerimizi terk etmedikçe, onları besleyen kaynaklar kurutulmadıkça geleceğimizde sadece kasvet ve kaos olacaktır!

Bir hikmet adamının söylediği gibi “fıtrata müdahale isyandır. İsyanın karşılığı da belâ ve helâktır.”

Doğu Karadeniz’in birçok vadisinde özellikle de Of/Çaykara vadisinde birçok kez yaşanan doğal afetler de, tabiatın fıtratına yapılan müdahalelerin bir sonucudur.

"Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”, ama tabiat, kendine yapılan zulmü asla unutmaz.

Allah bizi, aramızdaki fıtrata müdahale eden aymazların yüzünden gelecek belâ ve helâktan korusun!

4 Ağustos 2014 Pazartesi

ŞEHİR İNTİHARA ZORLANIYOR!


Yahya Düzenli

Marco Polo, 13. yüzyılda Uzak Asya’ya yaptığı seyahatte gördüğü şehirleri anlatırken ilginç tablolar aktarır. Venedik’ten çıkıp 17 yıl kaldığı Moğolların ülkesini ve yaşama biçimlerini anlattığı notlarında, kendi yaşadıkları şehirlerden başka bütün şehirlere musallat olan Moğolların inanışlarına da yer verir. Bunlardan birisi, Moğolların şehirlerden korktuklarına dairdir: “Moğollar istila edecekleri zaman şehre girmek istemezlerdi. Ordugâhlarını şehir dışında kurar, ateşler yakar ve sonra saldırırlardı. Çünkü şehirlerin şahsiyetlerini bozacağına, tabiatlarını ve alışkanlıklarını değiştireceğine inanırlardı.” Moğolların şehir yıkımlarının bu inanıştan kaynaklandığını söyler Marco Polo.

Modern zamanlarda şehirlere musallat olan GDO’lu “şehir Moğolları” da herhalde bir gen sıçramasıyla olsa gerek şehirlerimizin karakterini bozmakla kalmıyor, şehirlerimizi hayata bağlayacak hiçbir bağ bırakmayarak ruhen ölüme sürüklüyor.

Bu istilacılar bazen politikacı, bazen yerel yönetici, bazen müteahhit, bazen de toplu konut inşacısı kimliğiyle karşımıza çıkıyor.

Bunların Moğol istilacılarından iki farkı var:

Bir; ordugâhlarını şehir içinde kuruyorlar. İki; istila edilecek şehirlerin rant haritasını Bakanlık koridorları, rezidanslar ve finans merkezlerinde hazırlıyorlar.

Şehrin istilâsına böyle başlanıyor ve şehir de giderek kimliğinden dışlanarak varlık hikmetinden mahrum ediliyor.

Farkında olunsun veya olunmasın şehirlerimiz birer birer intihar ettiriliyor. Yavaş yavaş, hissettirmeden, farkına varılamayan, tedricî bir intihar bu. Bu durumdan dolayıdır ki, bu intiharı göremiyor ve karşısında ne yazık ki hayret bile edemiyoruz!

Hayret edebilsek, “şehrin niçin intihar ettiği” üzerinde düşünebilirdik.

Kendine yabancılaştırılan, kendini tanıyamaz hale gelen şehrin intiharıdır bu! Başta İstanbul olmak üzere tüm şehirlerimize musallat bir modern zaman hastalığıdır intihar artık.

Aslında ülke olarak modern zaman kronolojisinde bulunurken “modern zaman”larda yaşamıyoruz. “Modern zaman” bizim gibi ülkeler için oldukça fantezi ve tartışmalı bir zaman nitelemesi. Çünkü alt yapısını tamamlamış, varoluşunu bu yönde sürdürebilen ülke ve şehirler için modern zamanlar söz konusudur. Biz hâlâ Ortaçağ’ın tam ortasındayız.

Hacı Bayrâm-ı Velî “Nâgehan ol şâra vardım. Ol şârı yapılır gördüm. Ben dahi bile yapıldım taş u toprak âresinde” diyordu. 600 yıl önce insanı şehre benzeten ve onun kalp hakikatine vurgu yapan büyük Velî’ye modern zamanlarda bir şehir terminatörüne dönüşen insanoğlu “Ben dahi bile yıkıldım taş u toprak âresinde” diye cevap bile veremiyor. Çünkü taş u toprak yok artık. Toprağı kirletti, kendini kirletti, en nihayet tabiatına uygun şehri yok etti insanoğlu.

Bir zamanlar insana ve medeniyete dair canlı cansız tüm varlıklara hayat veren şehirlerimizin intiharı kimileri için “yeni bir şehir doğuşu” zannedilebilir. Nitekim de öyle. “Kentsel dönüşüm”, “Marka şehirler”, “Dünya kenti”, “Avrupa Kenti” gibi komplekslerle malûl altı boş parlak lafları perde yapan “kifayetsiz muhteris” siyasîler ve yöneticiler elinde şehirlerimiz intihar etmesin de ne yapsın.

Şehircilerin söylediğine göre modern zaman şehirlerinin megakent olarak tümörleşmelerinin ardından şehirde tanımlanamayan virüsler üremiş. Şehir bir süre bu virüslerle yaşamaya alışmış. Bir süre sonra virüs çeşitliliği artıp şehrin her tarafına yayılınca şehir kendini bunlara teslim etmiş.

Uzun süredir tümörleri artan şehirlerimize de musallat olan bakteriler (AVM, Rezidans, Plaza, Gökdelen, Toplu Konutlar, vs.) giderek tanımlanamayan virüslere dönüşüyor. Bunlarla yaşamaya alıştırılmış olmanın hissizliği altında hiçbir insanî tepki veremiyoruz.

Bir zamanlar şehirlerimiz sakinleriyle, sakinler de şehirleriyle iftihar ederdi. Şimdilerde şehir içindekilerle, içindekiler de şehirle birlikte intihar ediyor.

Şehrin intiharı artık bir yaşama biçimi.

Üstad Necip Fazıl günümüzden 70 yıl önce, şahsiyetini kaybetmiş, intiharın eşiğine gelmiş şehirlerimize dair şunları söylüyordu: “Şahsiyetini kaybetmiş cemiyetlerde, benliğini kaybetmiş şehir tipleri, gözle görünür ve elle tutulur birer misâl teşkil ediyor. O zaman şehirler hiçbir tarafı kendisine ait olmayan yamalı bohçalar halinde şunun bunun şahsiyet kırpıntılariyle dolduruluyor. Bu hal, hele son çeyrek asırdan beri bize ne kadar belli!”

Günümüzde Batılı bir bilim adamı “şehirleriniz giderek devleşiyor. Asıl sorun bir şehri nasıl yöneteceğinizdir” diyor.  

Yönetilemeyen, intihar şartları olgunlaşan ve ruhu kendisini terk etmiş şehirlerimizin intihardan başka çaresi kalmadı.  

Şehir, kendisine bir sırtlan şehvetiyle saldıranlara intihardan başka cevap veremiyor.

Şehirlerimiz o hale getirildi ki intihar bile azap çekmekten daha makul bir hale geldi!

Tarih, antik zaman nekropollerini anlattığı gibi modern zaman şehirlerinin istilâcılarını ve intiharını da yazacak.