24 Eylül 2013 Salı

LAZİSTAN MEBUSU ZİYA HURŞİT, ÇARPITILAN TARİH ve BİR SKANDAL...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yakın tarihimizin aslında aydınlık olan sayfalarının cumhuriyetle birlikte sansürlenmesinin ve karartılmasının üzerinden neredeyse bir asra yakın zaman geçmesine rağmen hâlâ bazı nirengi noktalarının üzerinde durulamıyor, bazı hadiselerin, suikastların üzerine gidilemiyor, bazı sayfalar açılamıyor, doğru okunamıyor. Bu sayfalar kısa zaman dilimindeki hadiselerin can alıcı noktalarını oluşturmalarına rağmen esrarlarını hala korumaktadır. Aynı şekilde olaylarla birlikte şahıslar üzerinde de ‘resmi tarih yazımı’nın dışında gerçek bir tarih yazımına henüz yeterli biçimde başlanmamıştır.

Yakın tarihin en önemli siyasî olaylarından/cinayetlerinden birisi Trabzon Meb’usu şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in şehadetidir. Bir diğeri de I. Mecliste Lazistan Mebusu olan Ziya Hurşit’in de failleri arasında yer aldığı İzmir Suikastı olayıdır. Atatürk’e suikast suçlamasıyla, Mahkeme Reisliğini meşhur İstiklal Mahkemesi reisi Kel Ali’nin yaptığı, zamanın ‘güdümlü’ İzmir İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Ziya Hurşit, 14 Temmuz 1926’da 12 kişiyle birlikte idam edilir. İdam sehpasına gayet vakur bir şekilde gider ve idamdan önceki “Beni o kadar yükseğe asın ki asanlar ayağımın altında kalsın… Hürriyetsiz bir memlekette yaşamaktansa namusuyla ölmek daha hayırlıdır. Gidiyorum işte… Hadi Allah’a ısmarladık..”  sözleri de ibret ve dehşetle bugün kulaklarımızda yankılanmaktadır.

Peki, idam sehpasında böylesine güçlü iradeyi sergileyen Ziya Hurşit kimdir?

Ziya Hurşit Erzurum Kadısı ve Erzurum Kongresi esnasında Erzurum Vali Vekili olan Hurşit Efendinin oğlu, eski vali ve 2. Meclis’te Ordu milletvekili olarak bulunan Ahmet Faik (Günday) Beyin kardeşi olarak Hemşin’in Molla Veysi köyünde dünyaya geldi. Doğum tarihi kayıtlarda 1890 olarak görünüyorsa da, mebus olabilmek için yaşını büyüttüğü bilindiğinden daha sonra doğmuş olması muhtemeldir. Babası Hurşit Efendi’nin İstanbul’dan gelen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının tutuklamaları emrini yerine getirmek şöyle dursun, askerlikten istifa etmiş olan Paşa’nın emrine girdiği, Sadrazam Damat Ferit’in talimatlarına istihzalı cevaplar verdiği kitaplarda kaydedilir. Hatta Paşa’nın üniforma ve padişah yaveri kordonlarıyla kongreye başkanlık etmesi yoğun tepkilere sebep olduğundan Paşa’nın Vali Vekili Hurşit Efendi’den temin edilen sivil elbiseleri giyerek kongreyi yönettiği bilinir.

Ziya Hurşit yüksek tahsil için Almanya’ya gitmiş Gemi Yapım Mühendisliği yanında telsiz telgraf öğrenimini de tamamlayarak yurda dönmüştü. Milli Mücadele başladığı esnada Eskişehir’de Almanca öğretmeniydi. Yaşı müsait olmamasına rağmen Rize’den mebus seçildi. Milli Mücadele’de 2nci Süvari Grubunda diğer yedi milletvekili arkadaşı ile gönüllü olarak katıldı. Mecliste Müdafaayı Hukuk Grubunun kurulmasından sonra muhalefetteki II nci Grup üyeleri arasında yer aldı.

O, inançlarına bütün gücü ile bağlı idi. Düşündüklerini söylemekten hiç çekinmezdi. Buna, onun şahsiyetini de ortaya koyan bir örnek:

Sakarya Meydan Muharebesi zaferle neticelenmiş, Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya dönüşünde büyük bir merasimle karşılanmıştı. Bunun üzerin Ziya Hurşit TBMM toplantı salonundaki kara tahtaya; “Bir millet, putunu kendi yapar, kendi tapar” diye yazmıştı.  

Ali Şükrü Bey’in 23 Mart1923 günü aniden kaybolmasıyla birlikte mecliste yapılan şiddetli tartışmalarda söz alanlardan birisi de Ziya Hurşit Bey’dir. Ziya Hurşit Bey’in  29 Mart 1923 tarihli celsede  yaptığı konuşmadan bir bölüm şöyledir:

“Bir Hükümet Reisi böyle bir hadise karşısında hayır aramıyoruz, peşini bıraktık, çalışmıyoruz, bulamayacağız der mi? İnsan ne kadar akılsız ve ahmak olmalıdır ki Hükümet Reisinden bundan başka türlü konuşmasını beklesin. Bu laflar hep beylik sözlerdir. Hükümet Reislerinin temcit pilavı gibi tekrar ettikleri klişelerdir. İşte onun sözleri böyle beyliktir. Rauf Bey’in bu beylik sözlerini dinlerken ben de dedim ki, fena misaller var endişemiz bundandır. Doğru söylemedim mi? Dünyanın eski tarihlerini bırakalım, yakınlara şu bizim milli hükümetimiz zamanına gelelim. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda vukua gelen bir suikast meselesini hatırlamamamız imkânı var mı? Yine bu Mecliste, burada bu mesele yüzünden uzun uzadıya ne kadar çelişmeler, dedikodular oldu. Kıyametler koptu, unuttunuz mu? Hatta birsürü tahkikat yapılmıştı. Hükümetin, kışlaların yanında, karşısında güpegündüz saat dört buçukta üç yüz kurşun atılmak suretiyle yapılan suikastın faillerini, katillerini, o zaman da Hükümet Reisi bulunan Rauf Beyefendi, yine böyle vaatlerde bulundukları halde neden yakalamadılar?

Neden adalete vermediler? Neden hala bekliyoruz ve daha ne kadar bekleyeceğiz? Bu mudur adalet? Biz dışarıda birçok şeyler dinliyoruz. Burada hepsini söylemek belki tahkikatı işgal edebilir. Hükümet eğer celse-i alenide mevzuu bahsedilmesini muvafık görmüyorsa hafi celsede söylesin. (Millet dinlesin sesleri!)Bendeniz bu meselenin anket usulüyle Meclis-i Ali tarafından yapılması taraftarıyım. Adliye Encümeni, bu işe vaziyet edip kendisi tahkikat yapmalıdır. Bizim Büyük Millet Meclisinin şeklidir beni düşündüren. Milletin bütün işlerini görecek, milletin hakkını arayacak ve müdafaa edecek bir meclistir. Meclisimiz aynı zamanda Hükümettir de. İcra salahiyeti de ondandır. Meseleyi en iyi şekilde takrir edebilmek için başka çare yoktur. Meclis icra vazifesini yapmalıdır. Hükümetin bir şey yapmadığına da kanaatim tamdır.”

 Ziya Hurşit’in Trabzon Mebusu şehit Ali Şükrü Bey’in cenazesini Ankara’dan Trabzon’a getiren Milletvekilleri içerisinde bulunduğunu belirtelim.

Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923’te öldürülmesinden 3 yıl sonra Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’e 15 Haziran 1926 tarihinde “İzmir Suikasti” adı verilen yapılması planlanan suikast girişimi güya fiiliyata geçirilmeden engellenmiştir. Mustafa Kemal  henüz Balıkesir’deyken İzmir’de yapılacağı ihbar edilen suikast teşebbüsü üzerine Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Fırkaya mensup milletvekilleri, içlerinde Kazım Karabekir, Ali Fuat, Dadaş Rüştü ve Refet Paşalar olmak üzere tevkif edildi.

Harp içinde asker firarilerini yargılamak üzere kurulan İstiklal mahkemeleri, bilindiği gibi, daha sonra sivil davalara da bakmaya başlamıştı. Milletvekillerinden oluşan mahkemelerin en şöhretlisi Afyon mebusu Kel Ali’nin başkanlığını yaptığı mahkeme idi. Mahkemede şahit dinlenmez, kararlara itiraz edilemez, verilen hüküm hemen infaz edilirdi. İşte bu mahkeme tartışmalı bir kararla Ziya Hurşit ile birlikte aralarında Trabzon Milletvekili Adalet eski bakanı Hafız Mehmet, Trabzon eski Valisi, Maarif eski vekili İzmit Mebusu Şükrü Bey, Trabzon’da komutanlık ve vali vekilliği yapan Milli Mücadele kahramanlarından Erzurum Mebusu Dadaş Rüştü Paşa olmak üzere 6 milletvekili idam edildi. Bölgemize mensup milletvekillerinden Rahmi Bey (Bedri Rahmi’nin babası), Ahmet Muhtar Bey (Nafia eski Nazırı), Kadirbeyoğlu Zeki Bey ile Ziya Huşit’in ağabeyi Faik Bey ise beraat etti.

Bu bahane ile Maliye eski bakanlarından Cavit Bey, İttihatçıların yöneticilerinden Dr. Nazım, Ankara Valisi Abdülkadir, Yenibahçeli Nail gibi potansiyel muhaliflerin de bigünah idam edildiler.

İlginçtir ki, erken cumhuriyet döneminde muhalif kim varsa çeşitli şekillerde düzenlenen tertip, suikast, suçlama, mahkeme vs. lerle saf dışı bırakılmıştır. Bir tarihçimizin ifadesiyle “Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast yapılacağı haberiyle başlayan tutuklamalar, ‘muhaliflerle nihai hesaplaşma’nın yolunu açtı. İdamlardan kurtulan paşalardan kiminin siyasi hayatı ebediyen, kimininki Mustafa Kemal’in ölümüne kadar sona erdi”.Lazistan Mebusu Ziya Hurşit de Ali Şükrü Bey’in oluşturduğu İkinci Grub’a mensup bu muhaliflerden birisidir.

Niçin Ziya Hurşit’i söz konusu ettik?

Geçtiğimiz hafta Atatürk’ün Rize’ye gelişinin 89. Yıldönümü kutlamaları kapsamında Atatürk evi ziyaret ediliyor. İşgüzar ve öyle anlaşılıyor ki muhkem ulusalcı (!) MHP İl Başkanı Atatürk Evi’nin duvarında asılı milletvekilleri köşesindeki fotoğraflar arasında altında Ziya Hurşit yazılı bir fotoğrafı sosyal medyaya taşıyor.  Gelen tepkiler (???) üzerine Rize Kültür ve Turizm Müdürlüğü (panik içerisinde) 2004 yılından bu tarafa aynı duvarda asılı fotoğrafın Ziya Hurşit değil, Lazistan Mebusu Dr. Abidin Bey olduğunu ortaya çıkarıyor.  Ve tabii ki derin bir nefes alarak rahatlıyor (!) MHP İl Başkanı’nın da, meydan muharebesi kazanmış muzaffer bir siyasi edasıyla göğsü kabarıyor ve “fotoğrafın suçluluk psikolojisi ile asılı olduğu yerden indirildiği”ni belirterek "Hatayı gördüler. Keşke biz görmeden kaldırsalardı. Keşke insanların kim olduğunu düşünerek, bilerek resmini assalardı" diyor.

Biz sadece “Allah şifa versin!” demekle yetiniyoruz!

İşin bundan sonrası da öncesi gibi tam bir RİZE FIKRASI (!)  Rize Valisi Nurullah Çakır hemen harekete geçiyor, talimat veriyor ve Kültür-Turizm Müdürlüğü inceleme başlatıyor. 

“Yapılan incelemede duvarda asılı olan fotoğrafın Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit'e ait olmadığı, gene o dönemde milletvekili olan Lazistan Milletvekilliği yapan Dr. Abidin Bey olduğu belirleniyor”

Geç Cumhuriyet dönemi Rize Valisi’nin 9 yıllık bu müthiş, vahim skandala el koymasıyla yanlış düzeltiliyor ve fotoğrafın altına Ziya Hurşit’in adı silinerek Dr. Abidin Bey yazılıyor.

Hangi cür’et, cesaret, yüz ve idrakle I. Meclis’te görev yapmış önemli bir milletvekilinin adını ve fotoğrafını asılı olduğu duvardan kaldırıyorsunuz? Aslında bu bir skandal! Tarihe, milli mücadeleye, tarihî gerçeklere yapılmış bir saldırı! Valilik aslında “milli irade”ye saygısızlık ve saldırı olan bu skandala el koymalı! Ancak, ortada Atatürk ve İzmir Suikasti gibi bir ‘tabu’ olunca skandala ‘skandal’ denilemiyor!

Merak ediyoruz:

1.      Rize Valiliği ‘tarihî bir hata’yı düzelttiğine göre, Atatürk Evi’ndeki milletvekilleri köşesi’ne acaba o dönemde milletvekili olan Ziya Hurşit’in fotoğrafını da asacak mı? Yoksa onun milletvekilliğini ‘Valilik kararı’yla düşürecek mi (!?)

 
2.      Rize Valiliği Ziya Hurşit’in ismini kaldırttığına göre, Yüksek Seçim Kurulu marifetiyle mi olur TBMM marifetiyle mi, bilmiyorum, müracaatta bulunularak “Ziya Hurşit’in milletvekilliğinin iptali”ni de isteyecek mi?

 
3.      Halen müze olarak kullanılan Ankara/Ulus’taki meclis binasından Ziya Hurşit’le birlikte tüm muhalif milletvekillerinin fotoğrafları da çıkarılacak mı?   

 
4.      İzmir Suikastinde adı geçen bazı bilinen şahsiyetlerin de milletvekilliklerinin iptali gerekir(!) Mesela; Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Cafer Tayyar Paşa vs.’nin da bütün tarih kitaplarından, yer ve mekanlardan isimlerinin çıkarılması için Bakanlar Kurulu kararı çıkarılacak mı?

 
5.      Bu de yetmez, başta Ali Şükrü Bey ve Ziya Hurşit olmak üzere I. Meclisteki tüm muhalif milletvekillerinin zabıtlardaki konuşmaları da meclis tutanaklarından çıkartılmalı. Yerleri (…… … ….) olarak gösterilmeli.

Yani, dememiz o ki; ne kadar muhalif mebus varsa tüm vilayetlerde tesbit edilip milletvekillikleri iptal edilmeli (!) İsimleri her yerden silinmeli (!) Bunların tesbiti için işgüzar bazı Siyasi Parti İl Başkanlarından yardım talep edilmeli (!) Veya gönüllü olarak bu işe katılacaklar belirlenmeli(!) 

“Atatürk Duyarlılığı” bunu gerektirir diye düşünüyoruz!

Malûm Ziya Hurşit bir türlü Rize’nin yakın tarih gündeminden düşmüyor. Fakat ne yazık ki, Trabzon gibi Rize de Ziya Hurşit’i bir türlü sahiplenemiyor, ürküyor, şahsiyetinden tedirgin oluyor. O, vakur biçimde idam sehpasına yürürken, bugün O’nun hemşehrileri adını Rize’den silmek için var gücüyle çalışıyor!

Ziya Hurşit’in biyografisi biliniyor. Biz, öğrenmek veya hafızasını tazelemek isteyenlere, aynı zamanda oramiral rütbesinde bir asker olan merhum Fahri Çoker’in “Türk Parlamento Tarihi” adlı eserini tavsiye ederiz. TBMM yayını olan kitap 1995’te basıldı. Önsözü ise Hüsamettin Cindoruk imzasını taşıyor. Rizeli malûm zevatın girişimleriyle TBMM yönetimi yayınlarının yeni baskılarından belki Ziya Hurşit ve benzerlerinin bilgi ve resimlerini kaldırabilir!

Rize’lilerin, Milli Mücadele esnasında Meclis’te dirayetli bir mebus, cephede kahraman bir nefes olan kendi vekillerine karşı Oramiral Fahri Çoker kadar tahammüllü ve tarafsız dahi olamamaları ne kadar acıdır. Bu kısa biyografi bile Rize’li siyasî ve bürokratlara ibretlik bir ders olmalı!

Rize’lilere yakışan Ziya Hurşit’in adını Rize’den silmek değil; yakın tarihin saptırma ve yalanlarından arındırıp, üzerindeki tortuları kaldırıp gerçek şahsiyetiyle ortaya koymaktır.

Trabzon gibi Rize’ye de yazık! Tarihi şahsiyetlerine, kendi yakın siyasi tarihini de aydınlatacak şahsiyetlerine sahip çıkamıyor! Yakın tarihimizi aydınlatacak olayların ısrarla ve gürültülerle karanlık bırakılmak istenmesini anlayabiliyoruz da, bunlara sessiz kalarak destek olanları anlamakta güçlük çekiyoruz!

Bugünün siyasileri, Trabzon, Rize ve tüm Doğu Karadeniz milletvekilleri Ziya Hurşit’in hayatını yeniden incelemeli, herkese açık olan o dönemdeki meclis konuşmalarını okumalı, şahsiyetiyle yüzleşmelidir !

Trabzon Ali Şükrü Bey’den, Rize Ziya Hurşit’ten ne zamana kadar kaçacak???

Kaçsalar da ruhaniyetleri Rize ve Trabzon’un üzerinden eksik olmayacak! Hem korku, hem ibret olarak şehirlerini takip edecek!

16 Eylül 2013 Pazartesi

ŞEHRİN "İMAR VE İHYA" ADINA İMHASI... -Timur ve Semerkant'ı örnek almak-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Ne yazık ki kadîm şehirlerimizin bugüne ulaşanlarının hayat hikayesini, nasıl imar ve ihya edildiğini yabancı tarihçi, şehirci, mimar ve seyyahların eserlerinden okuyoruz. Herhalde, bu şehirlerimizin bugün nasıl imha edildiklerini de gene yabancıların eserlerinden okuyacağız.

Örnek olarak Bağdat, Şam, İstanbul, Bursa, Trabzon, Buhara, Semerkant’ı verebiliriz. Medeniyetimizin bu taç şehirlerinin imhası için bugün ne gözü dönmüş yabancı barbarlara, ne de istilacı ve yağmacıların saldırılarına gerek kalmadı.  Şehirlerimizde “yerliler eliyle” dramatik bir imha seferberliği sürdürülüyor. Kasırga şeklindeki TOKİ uygulamaları ve “kentsel dönüşüm” adı verilerek ülkemizin tüm şehirlerine yayılan şehir katliamları ne yazık ki şehirlerimizin topoğrafyasını bozmakla kalmıyor, nesillerin “şehir idraki”ni de dumura uğratıyor; şehir tasavvurlarını mekanikleştiriyor, betonlaştırıyor.

“Şehir medeniyet idraki”nin siyasî irade ve şehir yöneticilerini terkettiği bir ülkede imhalarınıza imar ve ihya adını verebilirsiniz.

Bir şehrin imar adı altında  nasıl imha edildiğini ve bu imhanın nasıl bir illüzyonla ihya olarak sunulduğunu sadece görmekle kalmıyor, bu katliamları kanıksıyor ve içselleştiriyoruz. Halen yaşamakta olduğumuz “kentsel dönüşüm” gürültüleri bir şehrin “imar” adına nasıl “imha” edildiğine en trajik örnektir.

Gözlerin şehir adına beton tabutlukları gördüğü, kulakların şehir adına gürültülerle sağırlaştırıldığı bir dünyada “şehir idraki”nden bahsetmek köre renkten, sağıra sesten bahsetmek gibi oluyor.

Sözü ABD’li tarihçi ve yazar Harold Lamb’ın kalemiyle medeniyet dünyamızın taç şehirlerinden Semerkant’a getirmek ve bu vesileyle şehir yöneticilerinin ve siyasî iradenin/iktidarın nasıl bir “şehir idraki” içerisinde olması gerektiğine vurgu yapmak istiyoruz.

H. Lamb, Timur’u anlattığı eserinde Timur’un büyük istilâcı karakteriyle yıkıcılığı yanında aynı zamanda nasıl bir şehir tahayyül ve inşa ettiğini anlatıyor. Semerkant denildiğinde tıpkı İskender’in kurduğu İskenderiye’ler gibi akla Timur geliyor. Bugünkü Semerkant’ı gördüğünüzde şehir sizi adeta büyülüyor, ondan kopmak istemiyorsunuz.

İktidar-Şehir ilişkilerinde hem imha hem de ihya edici en uç örnek olarak Timur ve dönemini gösterebiliriz. Ülkemizde ise  TOKİ konutları ve Kentsel Dönüşüm uygulamalarının imhacı karakteri çok hızlı yayılan bir virüs gibi tüm şehirlerimizin bünyesini enfekte etmeye devam ediyor.

H. Lamb’dan Timur ve Semerkant’ı okuyalım: “Timur, Semerkant’ı tahtadan ve güneşte kurutulmuş kilden yapma bir şehir olarak bulmuş, sonradan onu Asya’nın Roma’sı haline getirmişti. Fethettiği yabancı ülkelerde hoşuna giden, zevkini okşayan ne bulduysa alıp getirerek Semerkant’ı onlarla süslemişti. Aldığı esirleri buraya getirerek şehrin sakinlerini çoğaltmış, zapt ettiği memleketlerin bilginlerini ve filozoflarını da burada toplamıştı. Timur her ülke fethedişinde, Semerkant’ta bunun hatırasını belirten yeni kamu binaları kurduruyordu. İlimler için akademiler, kütüphaneler yapılmış, ticaret merkezlerinde küçük sanat erbabı için cemiyetler kurulmuştu. Hatta şehirde, yabancı iklim hayvan ve kuş koleksiyonlarını içeren bir tür hayvanat bahçesi ile müneccimler ve heyet alimleri için bir rasathane de vardı.

Semerkant, Timur’un en büyük emeli idi. Timur için varsa yoksa Semerkant… Yaptığı büyük seferler bile ona Semerkant’ını unutturmazdı. O büyük akınlarda bile aklı fikri hep Semerkant’ta olurdu. Onun güzelliğini artırabilecek bir iş oldu mu, Timur bunu o muazzam seferlerde başından aşkın meşguliyetleri arasında bile ihmal etmezdi. Timur her gittiği yerden Semerkant’a güzel bir şey getirirdi: Tebriz’den beyaz mermer, Doğu Türkistan’ın Hotan şehrinden açık renk yeşim taşları, Herat’tan parlak sırlı kiremitler, Bağdat’tan ince gümüş işleri… Şimdi bunların hepsi Semerkant’ta toplanmış bulunuyordu. Gelecek sefer şehirde ne yapılacağını kimse kestiremezdi. Zira Timur’un yeni Semerkant için aklından neler geçirdiğini kendisinden başka kimse bilmezdi. Timur Semerkant’ı, genç bir kadına gönül vermiş ihtiyar bir âşık gibi seviyordu. Bahsettiğimiz sıralarda kendisi uzakta bulunuyordu. Hint seferine çıkmıştı. Semerkant’ı güzelleştirmek için Hindistan’ı taramakla, orada güzel bulduğu her şeyi alıp toplamakla meşguldü. On yıl içinde elde ettiği sonuçlar, meydana koyduğu eserler cidden görülecek şeylerdi. “

Hatta İspanyol elçisi Clavijo bile XV. yy.’ın başlarında İspanya’dan yola çıkıp İstanbul’a, oradan Trabzon ve Tebriz üzerinden gittiği Semerkant’ın güzelliği karşısında şaşırıyor, gözleri kamaşıyor ve seyahatnamesinde ‘söz ile tarif olunur şey değil’ diyordu.

Timur on yılda bütün ülkesini imar etmişti. Hatta büyük Hint seferine çıkmadan önce birçok mimara hazırlattığı şehir inşa edilene kadar seferini ertelemişti. Çıktığı bütün seferlerde  “Semerkant’a ne katarım, onu nasıl tezyin ederim”in rüyasını gören bu cihangir çapında bir “şehir kurucu”suna veya ‘şehrine meftun’ bir yöneticiye bugün rastlayabiliyor muyuz?

Bugünün siyasîlerinde böylesine bir “şehir kurma”, şehir inşa ve ihya etme emeli, cehdi var mı? Hayır ! Olması için ‘haylice idrak’ gerek!

Şehrin rahm’inden değil de şehrin rant’ından medet umanların anlayamayacağı türden bir idrak…

Dünyayı titreten adamın gönlündeki Semerkant gibi, âlemi titrettiğini sanan siyasilerimizin gönlünde bir İstanbul, Bursa, Ankara, Konya, Trabzon, Amasya, Erzurum… niye yok? Ve niye sağduyu, irfan, estetik kılıçlarını çekip de yürümüyorlar TOKİ’lerin, dönüşüm terminatörlerinin, aklımızı ve ruhumuzu işgal eden hamakat ordularının üzerine?

Bu idraki beklemekte geç kaldık! Çünkü şehirlerimizi kaybettik! Yeniden kurmak için belki de eli kılıçlı ama ruhu şehirli bir Timur mu gerekecek?

İdrakin insanı ve şehri terkettiği bir akıbet, kıyameti yaşamaktır!

 

10 Eylül 2013 Salı

ŞEHRİN BOZULAN KİMYASI VE ŞİZOFRENİ..

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Ehl-i irfan’ın ‘keşf’ ve ‘hiss-i kable’l-vuku’ ile bildirdiği bazı hakikatler vardır ki, bu hakikatleri açıkladıkları zaman sadece bağlılarının inandığı bir gerçeklik olarak kalırlar. Yâni, henüz vuku bulmamış bazı hadiseleri önceden hissetme-bilme-görme hassasıyla bazı tespit ve telkinlerde bulunurlar… Aradan yıllar, yüzyıllar geçtikten sonra bu hakikatlerin ortaya çıkışına şahit oluruz. Büyük ârif ve velîlerin yanı sıra insanın feraset ve basiretiyle ‘olanlardan’ hareket ederek ‘olabileceklere’ dair tespit ve yorumları da bu türden gerçekliklerdir. Ancak, ruhî melekelerimizi o derece kaybetmişiz ki bu realizasyon karşısında ne yazık ki tepki veremiyor, “hayret” bile edemiyoruz!

Çünkü hayret’te ‘derin’ bir insanî hissediş, duyuş ve kavrayış vardır.
Buradan yola çıkarak şöyle bir soru soralım: Yaşadığımız hayatın tecelli zemini olan şehir ‘yaşamamız gereken şehir midir, yoksa bizim yaşamaya mahkûm olduğumuz bir yer-mekân mıdır?’  Modern zamanların getirdiği büyük şehir kaoslarına rağmen yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuza göre ‘mahkûm’lar olarak bu tip şehirlerde adeta bir ‘toplama kampı’ndayız. Yaşama irademiz elimizde değil. O derece kuşatılmışız ki rüya ve hayallerimize bile el konulmuş.

Böylece, özellikle bir zamanların ‘kimlik abidesi’ şehirlerimize musallat virüslerin yerleşip hakim unsur haline gelmesi ve giderek bünyeleşmesiyle teşekkül eden patolojik (kimliksiz ve kaotik) mekânların toplamına modern zamanlarda artık “şehir” diyoruz. Bu virüsler önce şehrin “gen”lerini bozuyor, sonra “hafıza”sını siliyor, sonra da artık ruhsuz kalan, hiçbir şey hatırlayamaz duruma gelen bünyeyi köklerinden beslenemez hale getirerek şehri kimliksiz hale getiriyor, kendisi olmaktan çıkarıyor. Hafıza kaybı sonucu şehirlerimiz “kim olduğu”nu unutuyor, kendine dair hiçbir şey hatırlayamıyor.
Şehrin de genetik özelliklere, biyo-psişik bünyeye sahip bir organizma olduğunu kabul ettiğimizde onun da tıpkı bir insan gibi biyolojik ve ruhî hayatının olduğunu görürüz. Mutasavvıfların insanı zaman zaman metaforik olarak “şehir”e benzetmeleri bu cümleden olsa gerektir.

Sebepler âleminin bir sonucu olarak şehir kuran ve yıkan insan olduğu gibi, insanı yaşatan ve kaosa sürükleyen de şehirdir. Yâni şehir ve insan birbirlerinin ihyacısı ve imhacısı gibi bir ontolojik işleve sahiptir.
Sözü büyük Velî Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nin bugünün şehirlerinin bir cümle ile büyük fotoğrafını veren bir sözüne getirmek istiyoruz.

Diyor ki Abdulhakîm Arvasî Hz.leri: “Bir şehrin en azı 3 bin, en çoğu 7 bin hânedir. Yedibin hâneden çok olursa, hastalıklara ve ahlâkın bozulmasına sebep olur.”
Büyük Velî’nin bu ifadesinin karşılığı olarak modern zaman metropolleri mücessem bir şekilde karşımızda duruyor. Velî kaynaklı bu söz; şehirlerimizde büyümeyle birlikte yaşanacak kaosa dikkat çekerek, ‘insan ölçekli’ şehre vurgu yapıyor. Burada, ‘büyüme’nin “hormonlu” bir hal alması ve beraberinde getireceği ‘urlaşma’ ve bünye ifrazatına da gönderme vardır.

A.Arvasî Hz.lerinin bu sözünü mahfuz tutarak bir de Berlin Charite Hastanesi Psikiyatri Servisi Başhekimi Mazda Adli’nin “Büyükşehirlerdeki şizofreni riski”ne ilişkin yaptığı açıklamaları okuyalım. Adli’nin açıklamaları Büyük Velî’nin yukarıdaki sözlerinin adeta ispatı niteliğindedir.
Bir süredir büyükşehirlerin insanların ruh sağlığı üzerindeki etkilerini araştıran Mazda Adli, bu konuya odaklanarak  “şehirlerde yaşayan insanların kırsal kesimde yaşayan insanlara kıyasla şizofreni hastalığına yakalanma riskinin iki kat, depresyona yakalanma riskinin ise yüzde 25 daha fazla olduğu”nu araştırmalarında tespit ediyor. Adli, “Şehrin büyüklüğü arttıkça hastalık riskinin de arttığı”na dikkat çekiyor. Şehir ne kadar büyürse kişilik bölünmesinin de o derece artacağının tehlikelerine vurgu yapıyor. Bu bilim adamının tespitlerini destekleyen, modern zaman şehirlerinin insanları gerek ruhî gerekse de biyolojik hastalıklarla patolojik hale getirdiğine ilişkin daha birçok farklı araştırmalar, çalışmalar bulunuyor.

Şizofreni ve depresyon, insanı uğrattığı kişilik bozukluğu, parçalanma ve ruhî çöküntüyle çağımızın getirdiği en önemli ruh hastalıklarından birisi. Metropoller şizofren tipler üretmenin adeta atölyesi.
Abdulhakîm Arvasî Hz.lerinin “hastalık ve ahlâkın bozulması” ikazını yaptığı şehirler bugün hızla insanoğlunun helâkini hazırlıyor. Şehirlerimiz artık gelenin kimyasını, sağlığını korumuyor, aksine bozuyor; şizofreniyi ve depresyonu besliyor.

Eski zaman şehirleri insana hayat “bahş”ederken, modern zaman şehirler hayat “gasp” ediyor.
Şehirlerimiz insanı ihyaya değil ifsada memur adeta.

Büyük Velî’nin bu müthiş ikazını duyacak kulakları da kaybedeli epey oldu.
“Artık insanın ve şehrin helâk vaktidir” derken bile ürperiyoruz, ama çaresiziz. Hacı Bayram-ı Velî’nin “ben dahi bile yapıldım” dediği kadîm zaman şehirleri ve ruhu yok artık. Ne yazık ki modern zamanların “taş u toprak arasında” insanlığı hasta eden ve ahlakını bozan şehirlerine teslimiz.

Büyük velî ve âriflerin şehirlere ilişkin ikazlarına helakten önce kulak vermemenin bedeli yaşadığımız ‘huzursuz’luk olsa gerek.

2 Eylül 2013 Pazartesi

ŞEHRİMİZDEN MİMAR CEVAT ÜLGER GEÇTİ…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin “bin yıldan fazla tarihî tekamülünü çok iyi bilen, bununla beraber dünya mimarisinin bugünkü durumunu, hatta yarın alabileceği şekli çok iyi bilen, modern betonarmeyi ve bütün inşaat tekniklerini çok iyi bilen, tarihî Müslüman Anadolu mimarî unsurlarını devrin tekniği ile birleştirecek, idealist, kabiliyetli mimarlara teslimi mutlaka lazımdır.”

Bu sözler 15 Mayıs 1933’de Eskişehir’de doğup 6 Eylül 1977’de ( 36 yıl önce) 44 yaşında vefat eden mimar Cevat Ülger’e ait. Yaşasaydı bugün 80 yaşında olacaktı.

Mimar, ressam, karikatürist, müzikte, şiirde, birçok sanatta ileri derecede derin bilgi ve beceri sahibi olmasının yanı sıra daha birçok özellikleri olan, eserlerinden tefekkür tüten bir sanatkâr Cevat Ülger…

Ayrıcabirçok vitray, rölyef, soyut heykel, tezyinat, tefrişat, mağaza dekorasyonu, vitrin düzenleme uygulamaları yapan Cevat Ülger öğretmenlik ve çocuk masalları yazarlığı yaptı. Eskişehir’de Lise ve Maarif Kolejinde Resim ve Sanat Tarihi öğretmenliği de yaptı.

Öz geçmişinden okuyoruz: “Eskişehir‘de Seyit Hoca, Üç Çanaklı, Esentepe, Bahçelievler, Akarbaşı, Şeker Evleri, Ebe Fethiye, Şirintepe, Sümer Evleri, Orhangazi, Çifteler, Tepebaşı Cami’lerinde… Kütahya’da Kuruçay, Domaniç, Tunçbilek, Tavşanlı Camilerinde… Ankara Abidinpaşa Camii, Bilecik’in Bozüyük İlçesi’nde, Trabzon’un Çaykara İlçesi’nde, Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’nde, Balıkesir’de, Konya’da, Konya’nın Ilgın ve Kadınhanı İlçeleri’nde… birçok cami projesi, han, hamam, otel, kaplıca, tatil sitesi, dershane, konut gibi sosyal projelerin yanı sıra; mihrap, minber, minare, şadırvan, tefriş, tezyin ve tezhip çalışmalarını ve inşaat uygulamalarını yaptı. Aynı zamanda bir dergah, sohbet ve buluşup görüşme merkezi hüviyetinde olan Ülger’in Osmanlı Mimarlık Bürosu halen hayatiyetini sürdürmekte olan “Eskişehir Mektebi”nin temelinin atıldığı merkez oldu…”

Bugün, “kentsel dönüşüm” denen “kutsal uygulama” (!) adına iş makinalarının ülkemizin şehirlerine Moğol orduları gibi hücum ettiği bir dönemde, rahmetli Mimar Cevat Ülger’i hatırlamak istiyoruz.

“İstiyoruz” diyorum. Çünkü pek çok kimsenin tanımadığı, biz ise kendisine yetişemedik ama gençlik dönemimizde “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” isimli yazılarının toplandığı ve “Demet” isimli karikatürlerinin yer aldığı kitaplarından ve hususi sohbetlerdeki fikirlerinden hatırlıyoruz.

“Erken” diyebileceğimiz bir yaşta dâr-ı bekâ’ya göç eden Cevat Ülger, hayatın “ne kadar” değil “nasıl” yaşandığına örnek bir mihrak şahsiyet…

S.Mirzabeyoğlu’nun ifadeleriyle “…Mimardı, ama hiçbir eserini zevk mahrumu malum tipler yüzünden tam istediği anlamda gerçekleştiremedi. Mimarlığından bahsederken onun çalıştığı üslubun isminin ‘Osmanlı Mimarisi’ olduğunu da bir düzeltme ile bildirelim. Bunun camilerde uygulanmış şekline bakarak bu mimari tarzına ‘cami mimarisi’, ona da cami mimarı demek yanlıştır. Sağ olsaydı böyle düşünenlere kendine has mimikler ve anlatış tarzıyla gerekli açıklamayı yapardı. Ve içinde bulunduğumuz estetik zevkini yitirmiş toplum, spor salonu, sinema ve konser salonu gibi yapılarda bu tarzı uygulama şansını ona tanımadı.”

O “…doğrudan kavranamayanı gören gerçek sanatkâr…Ruhunu eşya ve hadiselere hakim kılma rüyasını gören her inkılâpçı, bir plâstisite iştiyakı içinde bunun ustasının ihtiyacını duyar; Osmanlı zirve döneminde fışkıran Mimar Sinan gibi… Gerçek sanatkara gösterilmesi gereken ve onu lif lif açarak bizzat kendi haysiyetini heykelleştiren dava anlayışı, onun semtine uğramadı…”

Gene S. Mirzabeyoğlu anlatıyor: “Aranızda Osmanlı Mimari üslubunun büyük ustası, çağdaş Sinan rahmetli Karamehmetler, Cevat Ülger'i tanıyanlar olabilir; bu "feraset" dediğimiz hususiyete kendi mevzuu içinde sahib bir insandı... Bunlar eserinden daha çok, hayatı- yaşadığı hayat- öğretici olan insanlar... Hayatını çok dikkatle okuduğum insanlardan biridir... Bir çırpıda iyiyi kötüden ayırdıktan sonra, öyle ki, ben onun gördüğünü basamak yaparak uzun fikri meseleler getirmeme rağmen, pek fikirden bir şey anlamıyor... Fakat Allah ona o gözü vermiş; bir çırpıda güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan ayırıcı melekeden, sanatkar gözüyle pay sahibi... Büyük mimar, büyük sanatkâr... İki tane resmin altını kapatıyor... Biri "Sen Piyer Kilisesi"nin bir köşesinden alınma bir parça, öbürü de Selimiye'den veya Süleymaniye'den... Yanına gelenlere soruyor: "Hangisi güzel?"... Yüzde doksanı Sen Piyer'i gösteriyor... Altı kapalı ya, bilmiyor... "Tamam" diyor Karamehmetler; "sen hapı yutmuşsun!"...Şimdi ne oluyor?.. İslâmî tahassüsün ortaya koymuş olduğu bir eserden, -İslâmî tahassüs o kadar hapı yutmuş ki-, biz zevk alamaz duruma gelmişiz...”  

Sadece bu örnek bile rahmetli Cevat Ülger’in mimarlıktaki idrak ve hassasiyetini anlatmaya yeter.

O da rahmetli muhakkik mimar Cansever gibi yaşarken ‘farkında olunmayan’lardan birisiydi. Bu konuda da Mirzabeyoğlu şunları söylüyor: “Her soylu ve çileli fikir ve sanat adamı, ilahi memuriyeti gereği çağından erken doğmuş ileri bir ruh mayasının sahibi olarak, idealle, içinde bulunduğu vasatın gerçeği arasındaki çelişmeyi yaşar. Ve, kaide olmasa da umumiyet itibariyle, muhataplarının bönlüğüyle kendi emeğini karşılaştırdığı zaman, biricik gıdasının hüsran olduğunu görür… Yine bu bakış içinde bir değerlendirme ölçüsü: Allah inancına dayanmadığı müddetçe, soylu ve gerçek bir kumaş sahibinin susması veya çıldırmasından başka yol yoktur!...”

Genç yaşta aramızdan ayrılan, ülkemizin birçok şehrinde/ilçesinde eserleri bulunan, özellikle Osmanlı Camî Mimarisi’nin son mimarlarından olan Ülger’in şehrimiz Trabzon’la ilgisi ne?

Ölüm yıldönümünde bir tv kanalında oğlu, kızı ve bir öğrencisi onu anlatırken, oğlu Mehmet babasının hangi şehirlerde eserleri olduğunu sıralarken Trabzon’un da isminin geçmesi üzerine programdan sonra Mehmet Ülger’i aradım. Bana “Çaykara Camii’nin projesini babam yaptı” demesin mi? Birkaç ay sonra bir arkadaşımın babasının vefatı üzerine gittiğim Çaykara’da “yeni bir göz”le caminin her tarafını taradım, fotoğrafladım. Üzerinde epey oynanmış olsa da temel çizgileri itibariyle, bilebildiğim ve okuduğum kadarıyla Osmanlı’nın büyük şehirlerindeki Selâtin Cami’lerin bir örneğini gördüm.

Büyük mimarlar, bazen küçük beldelerde büyük izler bırakıyor. Rahmetli Cevat Ülger’in Trabzon’daki izi de Çaykara’da böyle bir iz..

Yazımızı, Ülger’in,  başta İstanbul olmak üzere bütün şehirlerimizi istilâ eden, tarihi doku ve yaşanılır bir çevre bırakmayan göğü delen apartmanlarla ilgili 45 yıl önce yazdığı yazısından bir paragraf aktaralım: “Gökdelenlerin yapılma mecburiyetleri çıkınca, mimarlar bu tatsız yükseklik ve büyüklükleri insanla bağlamak için muazzam gayret harcadılar. Bütün gayretlere rağmen, birçok eser insanla ilgi kuramadan, yabancı varlıklar olarak hayatlarına devam etmektedir…”  

Bir mütefekkirimizin sözüyle “O her yönüyle unutulmayacak bir kitaptır.”

Doğumunun 80’nci, vefatının 36’ncı yılında hatırlanmasını, istifade edilmesini temenni ederek, O’na rahmet, mağfiret diliyoruz.