25 Kasım 2013 Pazartesi

“BİR MEKÂNA VARMIŞAM Kİ OL BENİM YURDUM DEGÜL!”


 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanı hayrete düşüren sözler vardır. Yüzlerce kitapla ifade edilemeyecek olanı bir cümleye, bir mısraya sığdıran, adeta kalbe saplanan bir hançer gibi tesir eden ‘kelâm öz’leri vardır. Bu kelâm sahipleri, “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir.” buyuran Hz. Peygamber’in bu mutlak kelâmından pay alanlardır.

İşte büyük ârif Yunus Emre’nin bir mısraı var ki, bizim Medeniyet tasavvurumuza bağlı şehir idrakimizin kök ifadesini verir. Aynı zamanda  bir seyyah-ı ârif de olan Yunus Emre’nin uğradığı her mekâna, her şehre bir kere bakıp dile döktüğü mısraların her biri aynı medeniyet tasavvurunun ayrı ayrı şehirlere/mekânlara dağılmış ‘resm’ini ifade eder.

Yunus Emre’nin o müthiş mısraı şu: “Bir mekâna varmışam ki ol benim yurdum degül!”

Âriflerin kasdettiği, keşfettiği “şehr”in ne olduğu üzerinde derinleşmeden söyleyelim ki; Yunus şehr için feryâd etmektedir. Tıpkı “kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam” mısraında olduğu gibi. Feryâdından da anlaşılıyor ki ne taşıdığı derdi anlayan, ne de feryâdına kulak veren var.  Kendisinden dört yüzyıl sonra (XVII. Yüzyıl) Niyazi-i Mısrî anlayabiliyor ondaki derdi. Ve mukabele ederek cevap veriyor adeta:

“Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim.”

XIII. yüzyılda söylenmiş bu müthiş mısranın mekân ve zamanı aşmış mânâ derinliğinin bugünkü duruma göre yorumu; öncelikle günümüzün modern zaman şehirlerinin kendisine yabancılaşmasına işaret eder. Birçok tedaileri (çağrışımları) olan Yunus Emre’nin bu mısrasına bakıldığında hem içinde yaşadığımız şehrin hem de gördüğümüz-gittiğimiz şehirlerin nasıl ‘dönüşüp başkalaştığını’ görürüz.

Şehrinden yıllarca ayrı kalmış olan insanın hasretle şehrine dönüp, gördüğü şehir karşısında yaşadığı şaşkınlık ve idrak tutulması ancak “bir mekâna varmışam ki ol benim yurdum degül!” mısrasıyla ifade edilebilirdi.

Bıraktığım şehir bu değil! Bize bırakılan şehir bu şehir değil! Bize emanet edilen şehir bu şehir değil! Çünkü şehir ‘kendisi olmaktan’ çıkmış.  

Bu şehrin ruhu bizim şehrimizin ruhu değil. Mekânları ruh üflemiyor, kaos üretiyor!

Medeniyet şehrinde hissedemiyorsunuz kendinizi! Yâni vardığınız şehir artık sizi “yaşanmaya değer hayat”a davet etmiyor, o hayattan kesitler sunmuyor!

Visalin firkat olduğu dem işte bu demdir. Yâni ‘kavuşmanın ayrılık olduğu’ zaman.

Bugün, sureti yok edile edile genleri tahrip edilen şehirlerimizin ne hale getirildiğini, adeta ‘vird’ haline gelen ‘kentsel dönüşüm’ denilen ‘kutsal ibadet’ adına nasıl katliama uğratıldığını göremiyoruz, anlayamıyoruz.

Yaşadığımız mekân ‘bizim yurdumuz/şehrimiz” olmaktan çıktı! Kadîm dönemlerde medeniyetin mümessili şehirlere saldıran Moğol ve haçlılar yerine şimdilerde hani ya bir tabu ya da totem haline getirilen ‘kentsel dönüşüm’ ‘kelime-i kutsalı’ ile saldırılıyor. Fakat bu saldırı ihya ve imar olarak sunuluyor. Bu katliamı görebilmek, anlayabilmek ve hissedebilmek için Yunus’taki hissiyata sahip olmasak da onun “ol benim yurdum değil!”ine vakıf olmak gerekiyor.

Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte siyasî rengi ve zihniyeti ne olursa olsun tüm iktidarların adeta ittifak ettiği şey: şehir imarı adına yapılan şehir katliamları, imhalarıdır.

Durum bugün de değişmedi. Şehre ilişkin söylemleri ve anlayışı ‘bu yaka’dan gözükse de yaptıkları‘öte yaka’yı besleyen, tahrip ve katliamdan başka bir şey olmayan “yerli” iddialı “yabancılaştırıcı” siyasî zihniyet.

Siyasî iktidarın “olmayan” şehir idrakinden, olmayan “medeniyet tasavvuru”ndan ve olmayan “tarih farkındalığından/derinliği”nden bahsediyoruz. Bunlar olmayınca da şehir adına şehre saldıran “kentsel dönüşüm” istilâcıları önünde coğrafyamızın müktesebatı yok ediliyor. O hale getiriliyoruz ki vücuduna sokulan bıçağın acısını duymayan bir insan gibi, bünyesine saldıran, organlarını tahrip eden kentsel dönüşüm aygıtlarının tahribatını da hissedemiyoruz.

Çünkü “şehir idraki”ni kaybettik, “mekân duygusu” diye bir hassamız kalmadı! Her alanda çürütücü ve tahrip edici bir “akıl ve idrak tutulması” yaşıyoruz.

Yunus’un mısraından ilham alarak “bir mekâna varmışam ki, ol şehir benim şehrim” diyebilecek miyiz?

Zannetmiyorum!

Keşke Yunus’un “yaşadığımız şehrin bizim şehrimiz olmadığı” kelamının ilham ettiği idrakten bir iz taşıyabilsek!

Yine Yunus’tan mısralarla bitirelim:

“Yunus Emre'm, bilmedi halin senin hiç kimseler
Halimi arz etmeye bir merd-i irfan isterim”

Halimizi arz etmeye irfan sahibi iktidarlar gerekiyor. Şehrin, insanın, kimliğimizin uğradığı bu fesadı anlatmaya, anlamaya ve önlemeye “muktedir” iktidarlar.

 Şehir emanetinin şehir ihanetine dönüştüğü günümüzde Yunus’un “mısra-ı berceste”si idraklerimizi sarsmalı, yolumuzu aydınlatmalı. Ama ne çare ki  Yunus’un feryâdı bir radyasyon gibi şehrimizin üzerine yağacak ama haberimiz olmayacak!

19 Kasım 2013 Salı

KİM BELEDİYE BAŞKANI OLMALI?

Yahya Düzenli

Karakter tahlilleri ve bilinçaltı çözümlemeleri için uygun zamanlar vardır. Tıpkı bitkiler gibi insanoğlu da ‘iklim şartları müsait olup mevsimini bulunca’ canlanabiliyor, gerçek kişiliği ile ortaya çıkabiliyor, şuuraltında kalmış, bastırılmış duyguları harekete geçebiliyor. Harekete geçen duygular davranışlara hakim oluyor ve o insanın gösterdiği refleksler tanıyanları bile şaşırtabiliyor!

Yerel seçimlerin yaklaştığı bu günlerde müthiş bir yarış var. Önümüzdeki belediye seçimlerinde özellikle iktidar partisinden aday olmak isteyenlerin adeta kutsal bir sefere çıkarcasına ‘her türlü vasıtayı kullanarak yılmaz bir mücadele’ içine girmeleri, insanın aklına “kimler belediye başkanı olmalı?” sorusunu getiriyor. Biz de bu soruyu şehrimiz Trabzon’a yönelik soralım ve cevap verelim. Her ne kadar Trabzon için yazıyorsak da soru ve cevaplarımız bütün şehir ve ilçeleri şamildir. Evet,  kimler Belediye Başkanı olmalı?

Şunu da not olarak ekleyelim ki; aşağıdaki vasıflar muhayyel bir tipolojiye ait olup, hiçbir gerçek şahsı doğrudan hedef almamakta,  ancak, çoğu kez gerçek hayatta ‘mebzul’ miktarda karşılığını görmek mümkündür.

Belediye başkan adayları;

·         Aslında kendileri istememesine rağmen çevrenin ve halkın ısrarı ve baskısı üzerine aday olmuşlardır. Bu ısrarları geri çevirmeleri uygun olmazdı. Hizmete susamış şehir için kendilerinden daha lâyık, ehil, yetenekli biri çıksaydı asla aday olmazlardı! O meşhur siyasî slogan var ya: ‘kendim için istiyorsam namerdim…’

·         Asla “tarih, medeniyet ve şehir idraki” denilen gereksiz (!) hususiyetlere sahip olmamalı!

·         “Medeniyet nedir, şehir nedir” sorularından bîhaber olmalı, bu soruları saçma bulmalı, cevapsız bırakmalı. Bu tür fantezilerle (!) ve zihin konforunu bozan konularla vakit geçirmemeli! Zira bu tür idrak zorlayan, kimyasını bozacak meselelerle kaybedecek zamanı olmamalı!

·         Belediye başkanlığı öncelikle kendine güven’i gerektirir. Onun için “şehrine” değil “şekline” önem vermeli. Yâni “kentini” değil “kendini” önemsemeli!

·         “Şehir aidiyeti” diye bir düşüncesi, derdi ve endişesi asla olmamalı. “Şehir asabiyeti”ni “şehir aidiyeti” zanneden bir patolojik zihne sahip olmalı. “Bize her yer Trabzon” gibi ayağa düşmüş sokak sloganını “şehir aidiyeti” zannetmeli. “Şehir aidiyeti”ni kimlik kartındaki “Doğum yeri”nden ibaret bilmelidir!

·         Aday olduğu şehrine ister transfer olarak getirilsin, ister ithal edilsin, isterse de orada yaşamış olsun asla aday olduğu şehrin tarih, kültür, çevre ve mimarîsine ilişkin bir bilgi ve derinliği olmamalı. Zira zaman “birikim zamanı” değil, biriktirme zamanıdır!

·         Aday adaylığından “aday”lığa adım atana kadar her yola tevessül etmelidir. Çünkü bu kutsal mücadelede(!) her yol mübah, her teşebbüs münhal, her kazanım meşrudur (!)

·         Müthiş bir tevazu “görüntüsü” sergilemeli, sürekli ‘gülücük’ler dağıtmalı,  ancak bu hal seçilene kadar (köprüyü geçinceye kadar) devam etmeli. Seçmenlerinin önünde tevazu sosunu öyle ayarlamalı ki karakter tahlilcilerine iyi paslar atmalı ve kendisi için “fazla tevazu kibirden gelir!” dedirtecek kadar offsayta düşmemeli (!)

·         Aslında adı şehirde bir efsane haline gelecekken ‘tevazusu’nun buna müsaade etmediği imajını ihtimamla ürettirmeli. Çünkü imaj her şeydir. İmaj yâni ‘imal edilmiş şahsiyet’!

·         Taşradan yetişmiş (!) iyi bir imaj-meykır/imaj yapıcı’ eşliğinde kampanya yürütülmeli; şehrin her yanındaki dev bilbordlarda grafiker rötuşundan özenle geçmiş dev portreleri yer almalı; portrelerde gülümseyen suratında beyaz dişleri görünmeli, (o güne kadar eline hiç almasa da) elinde kararlılığının sembolü kalemiyle tebessüm etmeli; kararlı bakışlarıyla ufukları işaret etmeli, uzattığı işaret parmağıyla öteleri göstermelidir! Bilbordlarda aday olduğu siyasi partinin lideriyle birlikte çekilmiş veya fotomontajla birleştirilmiş fotoğrafı da asla ihmal edilmemeli. Mümkünse liderle toka halinde bir portre!

·         Kendine hayranlığı “narsist bir tutku” haline gelmiş olmalı. Kendisinin cihanın merkezinde olduğunun ayırdında olmalı. Hatta özgüveni o dereceye yükselmeli ki seçilene kadar “dünyanın merkezinde olduğu” halisünasyonlarına kapılmalı ki kitleleri peşinden sürükleyebilsin.

·         ‘Feda kültürü’ o kadar gelişmelidir ki kendini seçmeninde yok etmiş ve “Ben sizin için varım!” makamına ulaşmalıdır!

·         “Marka Şehir”, “Dünya Kenti” gibi çapından iri beylik lafları sakız edecek derecede ironik komplekslerle ‘malûl’ olmalı.

·         Yapacaklarını anlatan, sayısını kendisinin de bilmediği klasörlerle, danışmanları eşliğinde serenada çıkmalı (!)  Ülkemiz her ne kadar ‘proje bataklığı’na dönse de “Projelerle geliyorum!”, “Hizmet bizim işimiz!” ve “Kadromuz hazır!” söylemini seçime kadar ağzından düşürmemeli!

·         Söz verme yeteneği müthiş ve isabetli olmalıdır. Öyle ki, bir kişilik kadro için bin kişiye istihdam sözü verebilmeli ve seçmenlerini buna inandırma kabiliyetine sahip olmalıdır.

·         Şehirlerine  müthiş projelerle (!) geldikleri nakaratlarını o kadar çok tekrar etmeleri lazım ki, “hizmet”te ne derece mahir olduklarına, kendileri de inanabilsin!

·         Şayet adaylıkları kesinleşirse, “atanmış” oldukları şehre “adanmış” oldukları propagandasını fasılasız yapmalıdırlar.  

·         Biraz şizofren, biraz megaloman, biraz mazoşist olmalıdırlar!

·         Eğer seçilirlerse, kendilerini “atayanlara” karşı tazimde kusur etmemeleri gerekeceğinden hem “halk dalkavukluğunu” hem de “şark dalkavukluğunu” kıvırmada mahir olmalıdırlar.

·         Türk tipi idareciliğin değişmez bir vasfı olarak “zinhar göründüğü gibi olmamalı ve olduğu gibi görünmemelidir.”

·         Özellikle iktidar partisine mensup olanlarının “kitabiyata” fazla ihtiyacı olmayacağından işlerin fırıldak tarafını öğrenmeye şimdiden başlamalıdırlar.

·         “İyi bir geçim”in “iyi bir seçim”den geçtiğinin bilincinde olmalı. Malum, dünya geçim dünyası.

·         Hemen, vakit geçirmeden bir sonraki seçimin hazırlıklarına başlamalıdırlar. Yeniden halka dönmeli, bunun için de (eski deyimle) 'ölü evinin yasçısı, düğün evinin tefçisi' olmalıdır.

Bu vasıfları çoğaltabiliriz. Ancak “kimi seçelim?” sorusuna ironik biçimde verdiğimiz yukarıdaki kısa cevaplar aynı zamanda “kimi seçmeyelim?”in de cevaplarıdır.

Ne yazık ki acınacak halimizi traji-komik biçimde seyrediyoruz!

Zannımız odur ki; önümüzdeki yerel seçimlerde de değişen bir şey olmayacak. Sadece şehirlerimizi yöneteceklerin isimleri ve siyasî etiketleri değişecek. Biz gene şehir, medeniyet, idrak inşa ve ihya fukaralığından dem vurmaya devam edeceğiz.



11 Kasım 2013 Pazartesi

“KURT BUNALINCA ŞEHRE İNER, KUL BUNALINCA DAĞA ÇIKAR!”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Atasözü haline gelmiş bir Anadolu özdeyişi var: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar.” Bu özdeyiş, modern zaman şehirlerinde insan-şehir ilişkisinin bugün büründüğü hali ifadede nefis bir referanstır.

Biz özdeyişin “kul” tarafını biraz açalım. Kul için şehir yaşanamaz hale gelince, bunalım başlayınca, şehrin kaosu insanın varlık nedenini ortadan kaldırınca yâni, bunalım başlayınca artık şehri terk etmek bir mecburiyet olarak ortaya çıkıyor. Peki nereye? Başka bir şehre mi? Modern zamanlarda belki böyle bir tercih söz konusudur. Ancak, modernite tüm şehirlerin kimyasını bozunca ve hafızasını silince şehirler de birbirini tanıyamaz hale geldi. Klonlanmış, kopyalanmış ‘nekropoller’e dönüştü.

Bu özdeyişin ortak hafıza ifadesi haline geldiği, geçerli olduğu ‘eski zamanlar’ı düşündüğünüzde şehirden kaçıp da sığınılacak tek yer  “dağ” idi. Bunalan insan ‘dağda huzur’ buluyordu.

Şehir “yaşanamaz” hale gelince  ‘kul’ için dağa sığınmaktan başka çare yoktur. Çünkü dağlar güvenlidir, kendini savunmak için sırt verilecek yerdir. Tıpkı Dadaloğlu’nun “ferman padişahın dağlar bizimdir” dediği gibi dağlar insan için çok daha güvenilir, müşfiktir.

Metropollerimiz nekropole dönüştü. Bunaldık. Ama buna aldırmadık.
Şehirde bunaldık,  ama şehri terkedemiyoruz.
Şehirde bunaldık, ama dağa çıkamıyoruz; elimizde yol haritamız yok.

Şehirde “huzurlu” değiliz. Şehirde güven kalmadı. Çünkü “tüfek icad oldu.”
Şehir bize, biz şehre yabancılaştık. Hatta düşman olduk.
Niçin?
İkimiz de varlık sebeplerimizi unuttuk, yok ettik.

Şehir öyle kuşattı ki bizi, artık “dağa çıkmaya” izin vermiyor. Verse de dağa çıkmaya korkuyoruz. Ama dağlar kurdun “şehre inme”sine müdahale edemiyor. Şehre inen kurt geri dönüyor.

Kurt “aç” kalmıştır. Tek derdi “yiyecek bulmak”tır. Dağlar ihtiyacını karşılayamaz, şehre iner ama o gene yurduna geri döner.  İnsanoğlu da vahşileşen şehir hayatının getirdiği “yaşamak için yoketmek zorundasın!” buyruğuna mahkûmdur artık! Dağa da çıkamıyor!

Dağa çıkamayan insan şehirde çürüyor. Kurt bizden çok daha hür ve iradeli.

Burada Üstad Necip Fazıl’ın “Dağlarda Şarkı Söyle” şiirini hatırlıyoruz:

“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”

İşte Üstad’ın mısralarındaki “dağ imajı” “bunalan kul”un çıkacağı, huzur bulacağı yerdir. Çünkü dağlar insanın kendisini hissedeceği, varlığını idrak edeceği kirlenmemiş mekânlardır.

Bir zamanlar nasıl ki “bizim şehrimiz” huzur mekânı idiyse, “bizim dağımız” da huzur mekânıydı. İnsan, hayvan, nebat ve cemadat ‘haddini aşmaz’dı.

Bu bağlamda, “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar” özdeyişi bana Fransız şair C. Baudlaire’i hatırlattı. Her büyük şair gibi O’nun da yaşadığı “entelektüel kriz”den Paris Sıkıntısı adlı eserinde ipuçları verir.

Şehrin verdiği sıkıntıyı, bunalımı derinden hisseden, yaşayan Baudlaire  bu kitabında “Yabancı” başlığı altında şu diyaloğu verir:

“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı,
yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde­şim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
 “Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”
 “Altını mı?”
 “Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi­ne kin beslerim.”
 “Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”
 “Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları… eşsiz bulutları!”

Şehrin insana “varlık nedeni”ni unutturan kaosuna ve tabiatın verdiği huzura gene Üstad Necip Fazıl’ın 22 yaşında iken yazdığı “Şehirlerin Dışından” şiirindeki mısralardan bakalım:

“Kalk, arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
………………………..
Sema, deniz ve yeri,
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...

“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!

Yaşadığımız şehre bakın! Plazaların, AVM’lerin, rezidansların “kıyamet alametleri” şeklinde ürkütücü bir biçimde yükseldiği şehirlere kurt bile inmekten korkar!

“Bunalan kurt”un şehre inmekten bile ürktüğü, korktuğu; “bunalan insan”ın gidecek yer bulamadığı  modern zamanların nekropolleri haline gelmiş şehirlerin kuşattığı bir dünyanın sonu hayr olur mu dersiniz?


3 Kasım 2013 Pazar

“ŞAPKA DEVRİMİ”(!)NE DOĞU KARADENİZ’DEN TEPKİLER..

Yahya Düzenli

Erken Cumhuriyet döneminin “Devrim Kanunları” arasında bulunan Şapka Kanunu, dünyada bir benzerine rastlanmayan bir kanundur. 25 Kasım 1925 tarihinde “Şapka İktizası Hakkında Kanun” ismiyle TBMM’de kabul edilen Kanunla milletvekilleri ve memurlara “şapka giyme mecburiyeti” getiriliyor, ‘şapka avansı’(!) veriliyor. Halkın bu kanuna aykırı davranması, muhalefet etmesi men ediliyor. 28 Kasım 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Şapka Kanunu, “İnkılâp Kanunları” arasında hâlâ varlığını korumaktadır.

Şapka Kanunu daha yürürlüğe girmeden birkaç ay kadar önce, dünyanın meşhur şapka üreticilerinden İtalyan Borsalino biraderler gemilere yükledikleri şapkaları İstanbul’a getirmişler birkaç gün içinde adeta bir çıkarma şeklinde ve satışa sunmuşlardır. Hatta şapka çeşitliliği o kadar artmıştı ki İngiltere’den de gemilerle fötr ve panama kasketleri getirilmiş, buna rağmen ithal şapkalar yetmeyince yerli üretime (!) geçilmiştir. Ödeme zorluğu çeken memurlara bir yıl vadeli olarak “şapka avansı” verilmiş, hatta Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede din görevlilerinin de mutlaka şapka giymeleri gerektiğini, bunun için verilen avansın yükseltileceğini bildirmiştir. 

Milletin tarihî damarlarıyla bağını koparma uygulamalarından birisi olan Şapka Kanunu, sonuçları bakımından en korkunç operasyonlardan birisidir. Rejim tarafından şapka giymediği bahanesiyle idam edilen masum ve mazlumları -sözde- yargılayan İstiklal Mahkemeleri gibi bir yargı aygıtına dünya tarihinin hiçbir döneminde rastlanmamıştır. Ortaçağ’da Batı’nın Engizisyon Mahkemelerinde bile rastlanmayan bu yargılama ve verilen kararlar ve “ne pahasına olursa olsun inkılapları yerleştirme” operasyonlarından biri olan ‘şapka kanunu’ yakın tarihimizin en korkunç, en dramatik, en dehşetengiz sayfalarından birisidir.

Bu dehşetli sayfaların en önemlisi İstiklâl Mahkemesi’nce “Frenk Mukallitliği” isimli eseri bahane edilerek “şapkaya muhalefet” suçundan 4 Şubat 1926 günü idam edilen Büyük Şehid İskilipli Atıf Efendi’dir. “Şapka Kanunu”na karşı Amasya, Erzurum, Giresun, Gümüşhane,  Kırşehir, Samsun, Tokat, Maraş, Sivas, Kayseri, Konya ve Rize başta olmak üzere birçok şehrimizde direnişler olmuş ve bu direnişler gerekçe gösterilerek idamlar gerçekleştirilmiş, “inkılap terörü” estirilmiştir.

Üstad Necip Fazıl’ın “Türk’ün şahsiyet cevherine kıyılmak istenişi” olarak nitelediği ve “Şeyh Said hadisesinin hemen arkasından başlayan ve lâiklik teranesiyle devam eden İslâm’ı kazıma hareketi hiçbir fikrî, ilmî ve hukukî tepkiye çarpmadı. Basit halk infialleri ve onların doğurduğu, küçük, fakat bütün memleketi üç ayaklı sehpalarla donatıcı direnişler müstesna…” şeklinde özetlediği şapka direnişleri rejim sahiplerini ciddi biçimde ürkütmüştür. 

Rejim kurucularının ‘isyan’ olarak nitelediği ve diğer inkılap kanunlarına gösterilen tepki gibi, Şapka Kanunu’na direnişin temelinde de yeni bir uygarlık zorlamasına karşı, ait olduğumuz medeniyet temellerimizden kopmama tavrı vardır.

Kadîm bir dostum’un Emin Garbi Arvas’tan bizzat dinlediği bir olayı anlatmak istiyorum: Şapka Kanunu çıktıktan sonra Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini ziyarete giden bir grup “Doğudaki medrese alimleri de artık şapkanın adet olduğunu söylüyorlar” demeleri üzerine Abdulhakîm Arvasî Hz.leri’nin verdiği cevap müthiştir: “Demek ki artık doğudaki alimler de alâmetle âdet arasındaki farkı ayırt edemeyecek dereceye düşmüş.”

İNÖNÜ,  BEDİR AĞA VE ŞAPKA..

Bu konuda İsmet İnönü’nün hatıralarında anlattığı bir olay da oldukça manidardır:

Meclis’te İsmet İnönü’yü ziyaret eden Adıyaman Rişvan Aşireti Reisi (Mustafa Kemal’in naspetmesiyle Birinci ve İkinci mecliste Malatya Milletvekilliği yapan, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi) Hacı Bedir Ağa oldukça sıkıntılı bir haldedir. Durumu farkeden İsmet Paşa “Bir derdin mi var” diye sorduğunda Hacı Bedir Ağa: “Bu kadar uğraşıp çalışıyorsunuz, demiryolları yapıyorsunuz, halk bundan çok memnun fakat yine de hakkınızda çok insafsız şeyler söylüyorlar.” İnönü Hacı Bedir Ağa’ya “ne diyorlar, hırsız mı diyorlar” diye sorar. Hacı Bedir ağa Çok daha fenasını söylüyorlar. Bunlar adama şapka bile giydirirler diyorlar, bunu bile söylüyorlar” diye cevap verir. İnönü devamla “Hacı Bedir Ağa’yı pek az zaman sonra şapka inkılabının ilk günlerinde bir melon şapka ile gördüm” diyor.
Bu kısa izahattan sonra; önce “Şapka Kanununa Muhalefet”in Rize boyutunun bir özetini Üstad Necip Fazıl’dan okuyalım, sonra da Kanundan 15 yıl sonra (1940) CHP iktidarının ceberrut döneminde Trabzon Belediye Meclisinin 14 Şubat 1940 tarihli toplantısında konu olan “kahvehanelerde başı açık oturma”ya ilişkin traji-komik bir tartışmayı aktaralım. Arkasından da Osmanlı’nın son dönem büyük âlim ve âriflerinden Trabzon/Of’lu Hacı Ferşat Efendi’nin şapka ile ilgili yörede bilinen tartışmasını söz konusu edelim.

RİZE’DE ŞAPKA KURBANLARI…

Tarih 15 Aralık 1925… Yâni Şapka Kanunu’nun çıkışından yaklaşık bir ay sonra… Rize’de 143 kişi İstiklal Mahkemesi’nce bir gün içinde göstermelik bir yargılama ile mahkûm ediliyor. Ondört kişiye 15’er yıl, yirmi iki kişiye 10’ar yıl, on dokuz kişiye 5’er yıl ağır hapis cezası veriliyor. Geri kalanları ise işkence ve para cezasına çarptırılıyor. 8 kişi ise Rize Ulu Cami’nin önünde kurulan darağacında idam ediliyor. Bu durum, Kanuna muhalefet etmenin suçu “Hükümetin tespit eylediği kıyafeti gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.”  olmasına rağmen idam verilmesi, İstiklal Mahkemelerinin devrimler adına dağıttığı adaleti (!) göstermektedir.

Üstad’ı dinliyoruz:

“Güneysu nahiyesi… Sabit Tarakçıoğlu adında gayet itibarlı, kafası ilim ve kalbi vecd dolu bir vâiz halka hitap ve şapkanın din gözünde mahiyetini izah etmekte… Heyecan… Câmiden çıkan yığın soluğu karakolda alıyor.

Karakolda onbaşı halka “Ben de sizdenim!” diyor ve başındaki şapkayı yere çalıyor. Ne hazindir ki, İstiklal Mahkemesi gelince direnişçileri tek tek haber veren ve kimi gösterdiyse asılmasına sebep olan ve Mahkemece lûtuflandırılan bu alçaktır.

Güneysu ahalisi Rize istikametinde yürümeye koyuluyor. Yolda bazı nasihatçıların tesiriyle kalabalık zayıflıyorsa da civar köylerden bazı katılmalarla yine dolgunca çapta il merkezine varıyor. Vali Hurşit telgraf başında:
-Rize ayaklanmıştır! Sür’atle tedbir!...

Halbuki bütün suçu “şapka giymeyiz!” demekten ibaret ve her türlü fiili isyan davranışından çekingen kalabalık, çoğu seyirci ve körü körüne katılmış 80-100 kişi…

Ankara telâşta… Bir zamanların kahraman Hamidiye’si şimdi Rize önünde ve kahramanlık toplarını havaya ateş etmekle göstermekte… İstiklal Mahkemesi de tezgâhını kurmuş, dirhem kefesi yere mıhlı adalet terazisini dengelemekle meşgul…

8 idam kararı… Vâiz Sabit Tarakçıoğlu, Mehmed Peçe, Arslan Peçe, köy muhtarı Yakup Peçe, köy bekçisi Kadir Koliva, Hafız Şaban Koliva, Hasan Külünkoğlu, Mahmut Kamburoğlu…

Sabit Hoca o gece mahkûmları uyandırmış:
-“Kalkınız, abdest alınız, namaza duralım! Birkaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”

diye haykırmıştır. Birkaç saat sonra Allah’a kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde kıldıkları namaz…

Asılanları deniz kenarında, rastgele atıldıkları çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar… Yakınları tarafından cesetleri çalınmasın diye de başlarında süngülü nöbetçi bekletiliyor. 3-4 ay sonra gece çıkartılmak şartıyle, ailelerine, cesetleri almak müsaadesi çıkıyor.

Çukurlar açılınca meydana çıkan müthiş manzara: Hiçbir ceset çürümemiş ve hepsinin gözü Kıbleye doğru…

Cesetleri kilimlere sarıyor, sırıklara takıyor ve köylerine götürüp gömüyorlar…”

Üstad Necip Fazıl, bu korkunç katliamı anlattıktan sonra şunları da ekliyor: “Arka arkaya, kilimlere sarılı ve sırıklara takılı 8 cesedi, gece karanlığında, destanlık hayaletler gibi öz topraklarına taşıyan köylüler… Hakikati bilselerdi, nur mayasından yoğrulu bu cesetleri kilimlere sarıp taşıyacakları yerde, o kilimlerin içinde olmayı tercih ederlerdi…”

Cumhuriyet Gazetesi ise, halkın şapka muhalefetini “isyan” olarak verir ve 30 Aralık 1925 tarihli nüshasında idam edilen 8 kişinin fotoğraflarını yayınlar. Altında da şu manşet yer alır: “Rize’den matbaamıza yazılıyor: Köy İmamlarının ve bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrininde başlayan isyan, Cumhuriyetin azm ve savleti neticesinde süratle bastırıldı.”

Şair Arif Ay “Rize” isimli şiirinde bu vahşi tabloyu anlatır:
“………………..
rize, bir sabah güneysudan
çayın filizinden, fındığın çiçeğine geçen
bir yangınla uyandı
dediler, bir yanımız dağ
kuşları talan
deniz bir yanımız, oysa o
ağımızı elimizden alandı

karadeniz köpürüp yıkılan küheylandı

yıl bindokuzyüzyirmialtı
aylardan şubattı
güneysudan sekiz adam
yağmur nasıl yağarsa rizeye öyle çoğalan
ağacı kökünden, insanı yüreğinden
yaşamı en alıcı yerinden
vuran birine karşı
karadenize sel olup aktı

kış harap, yaz hoyrattı
yağmurun hüznü
susuşun çok şey anlattı

güneş yitik
biz buna ölüm demedik
martı ve tay iki ürkek
bir de gece, kıyıda ışıldayan kürek
gömülür kumlara sekiz can
……..
ete kemiğe bürünür bir gün
yürür bu kan, kurulur zaman”

OF’LU HACI FERŞAT EFENDİ VE MUSTAFA KEMAL

Gelelim Trabzon’da yaşanan ve yöre insanının hafızasında hâlâ var olan, anonim hale gelmiş önemli bir hadiseye… 88 yıl sonra hafızalarımızı tazeleyerek bu önemli hadiseyi bir kez de biz aktaralım.

Şapka Devriminden bir süre sonra Trabzon’a gelen Mustafa Kemal’e Of’lu Hacı Ferşat Efendi adında bir din âliminin şapka giymemekte ısrar ettiği söylenir. Mustafa Kemal, özel bir şapka hazırlatır ve Hacı Ferşat Efendi’nin huzuruna getirilmesini emredir. Hoca alelacele derdest edilerek huzura çıkarılır. Şapkayı Hacı Ferşat Efendi’nin başına koyar ve:

-Hoca Efendi, sen şimdi gâvura mı benzedin?, diye sorar. Hoca gayet sakin “hayır” diye cevap verir.
Sonra aynı şapkayı bu kez kendi başına koyan Mustafa Kemal,
-“Peki, ben gavura benzedim mi?” der.
Hacı Ferşat Efendi, başını sallayarak “Evet” anlamında mukabelede bulunur. Bunun üzerine Mustafa Kemal, hayretle;
-“Nasıl olur, bir serpuşun şer’i hükmü bir baştan diğerine değişir mi?” der.
Hacı Ferşat Efendi şu cevabı verir:
- Ben şapka giymeye zorlanıyor ve kerhen giyiyorum. Size gelince, devletin başısınız ve hiçbir mecburiyetiniz yokken giyiyorsunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolayısıyla hüküm de farklıdır.”

TRABZON BELEDİYE MECLİSİ’NDE 1940 YILINDA ŞAPKA TARTIŞMASI…

Şimdi de “Şapka Devrimi”(!)’nden 15 yıl sonra, İnönü dönemi CHP’sinin Trabzon Belediye Meclisi’ndeki bir tartışmayı aktaralım.

14 Şubat 1940 tarihli Trabzon Belediye Meclisi Zabıtnamesi’ne aynen geçen “kahvehanelerde baş açık oturmak” konulu tartışma, devrim kanunları ve uygar yaşama adına şahsiyet komedilerinin nerelere vardığına önemli bir belge niteliğindedir.

Belediye Meclis Tutanağından okuyoruz:

“Başkan: Bu takriri Hayrettin Bey arkadaşımız tavzih etsinler, dedi.

Hayrettin Atakol: Evvelce fes kullanıyorduk şimdi ise şapka kullanıyoruz. Hiç şüphesiz ki bunu yapmakla beraber medeniyete bir adım daha yaklaşmış bulunuyoruz, nasıl ki makamata ve devaire girdiğimiz zaman başımızı açıyoruz kahvehanelerde de bu usulün tatbiki lazımdır.

Zekeriya Kefeli: Bu şapkayı camilerde baştan çıkarmayı dine mugayir addediyorlar halbuki hiç de böyle değildir. Nasıl ki başımızı büyüklerimizin yanında açıyoruz böyle dini yerlerde ve umuma mahsus mahallerde başların açık bulunması taraftarıyım dedi.

Şevki Savaşçı: Benim söyleyeceğim sözler saçımın beyaz olması dolayisiyle eski bir kafa sözü olarak telakki edilmemesini rica ederim. Ben birçok ecnebi memleketlerde bulundum. Bu çok medeni olan memleketlerde daima resmi yerlerde başın açıldığını gördüm. Fakat kahvehanelerde ve gazinolarda böyle bir mecburiyete tesadüf etmedim. Bu herkesin şahsi terbiye seviyesi meselesidir.

Hayrettin Atakol: Bendeniz de Şevki beyin anlattığının aksi olarak bir vaka zikredeceğim. Biz Bakü’de esir bulunduğumuz zaman başlarımızda papak olarak oturuyorduk. Kahvedeki diğer müşteriler, kahvehanede böyle oturulmaz başlarını açsınlar diye bizim için kahveciye şikayette bulundular. Kahveci de bu müştekilere bizim için, bunlar Türk’türler an’ane ve adetleri böyledir söyleyerek başımız kapalı olarak oturmamıza müsaade ettiler. Demek ki, Avrupa’da bu adetmiş.

İbrahim Ertekin: Arkadaşlar, Hayrettin bey mühim bir esasa temas ettiler. Buyurdukları bu işin Trabzon’da tatbiki daha çok uzun zamana mütevakkiftir, bendeniz de birçok ecnebi memleketler gezdim. Buralarda bile böyle bir mecburiyet yoktur. Ve bugün için bu işin burada tatbiki çok güç olur, hem bizim kahvelerimiz sıhhî değildir.

Hayrettin Atakol: İbrahim bey arkadaşımız buyurdular ki kahvehanelerde gayri sıhhî vaziyet vardır, halbuki bu iş alışkanlık işidir. Bendeniz de evvelce başımı açtığım zaman rahatsız olurdum fakat sonradan daimî açınca alıştım.

Ali Rıza Işıl: Arkadaşların maksadı fennî ve sıhhî vaziyet değil de medeni kisveyi nazarı itibare alarak bu takriri vermişlerdir, dedi.

Çevdet Akçay: Takrir sahibi arkadaşlarımız bu takriri bir maksada mebni vermişlerdir. Benim kanaatıma göre birinci sınıf kahvehanelere, bu işin tatbiki için hususi mahiyette tenbih edilir ve şimdilik bu şekilde bu işe bir yol açmış oluruz. Benim düşüncem bu merkezdedir.

Tevfik Yunusoğlu: Bu işin burada kabiliyeti tatbikiyesi yoktur. Bu usul ne bizim İstanbul, Ankara ve İzmir gibi oldukça medeniyete daha evvel ulaşmış şahirlerimizde ve ne de Avrupa şehirlerinde böyle bir şey olduğunu işitmedik, hem bizim memleketimizde birinci sınıf addedilecek kahvehanemiz de yoktur, anın için bu işin şimdilik burada tatbikine imkan yoktur.

Şevki Savaşçı: Ben istiyorum ki vereceğimiz karar müessir olsun ve tatbik kabiliyeti bulunsun. Kabiliyeti tatbikiyesi olmayan işlerle meşgul olmamız doğru değildir.

Başkan:  Arkadaşlar, takririn bu maddesi üzerinde hayli söz söylendi, tenevvür edildi kanaatindeyim. Takririn bu maddesini kabul edenler, kabul edilmedi.”

“İnkılâp Kanunları: Devrim Yasaları” adına fütursuzca ne cinayetlerin, ne komedilerin şehirlerimizde bir kasırga gibi estirildiğini gösteren Rize ve Trabzon’daki bu vahşet ve komedilerin kaynağı olan 1925 tarihli “Şapka İktizası Hakkında Kanun” hâlâ mer’idir, yürürlüktedir…

Biz de bir teklifte bulunalım: Öncelikle tüm milletvekillerini ve devlet memurlarını bu Kanunun gereklerini yapmaya, yâni ŞAPKA GİYMEYE çağırıyoruz (!) Aksi halde KANUNA MUHALEFET suçundan yargılanmaları gerekir! Halkın büyük çoğunluğu da şapka giymeyerek bu Kanuna halen muhalefet etmektedir(!) Ya 88 yıl önceki bu ve benzeri “İnkılap Kanunları”nın kaldırılması veyahut da uygulanması gerekir (!) Zira kanun Devletin namusudur, gücüdür, devlet olmanın mütemmim cüz’üdür.

Ayrıca Şapka Kanunu'na muhalefetten hüküm giyenlerden gıyabında özür dilenmelidir. Ve bu özür Dersim katliamından dolayı dilenen özür kadar elzemdir. Yakın tarihin tüm devrimleri ve siyasî olayları gibi Şapka Kanunu da yeniden ele alınmalı, vakıa bütün yönleriyle aydınlatılmalıdır.

Erken Cumhuriyet döneminde muhalefetiyle öne çıkan Trabzon, Rize ve diğer Doğu Karadeniz şehirlerinin sadece şehir katliamı (urbisite) değil; düzmece tertipler ve İstiklal Mahkemeleri marifetiyle “İslâmî ruhu”nun yok edilmesine ilişkin nasıl bir insan katliamına maruz kaldıklarına ilişkin yukarıdaki örnekler üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.

Tarihî hafızasını kaybeden şehirler, beyin felcine maruz alzheimer’lı bir hasta gibi sadece biyolojik varlıklarını sürdürürler.

Üstad’ın mısrasını hatırlıyoruz: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!