29 Eylül 2014 Pazartesi

“KAYBOLAN ŞEHİR”DE UNKAMA OLMAK…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehrin kayboluşundan bahsetmek, şehrin varlığını idrak etmek ve “neyin kaybolduğu”nun şuurunu taşımak demektir. Bu mânâda, rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever 1998 yılında “Kaybolan Şehir” başlıklı yazısına bir Afrika masalıyla başlar: 

“Çocukluğumda okuduğum bir Afrika masalı şimdi gerçek oldu. Esrarengiz bir hayvanın peşine takılıp bilmediği bir kasabaya gelen, orada bir süre dolaştıktan sonra tekrar geri dönüp kendi köyüne varan çocuğun hikâyesi. Adı Unkama. Unkama köyüne döner; ama orada hiçbir tanıdığına rastlamaz, sokakların, evlerin bile çoğu değişmiştir. Birisine Unkama’ların evini soracak olur. “Unkama mı”, derler, “o bundan dört yüz sene evvel bir hayvanın peşinde köyden ayrılıp bir daha geri dönmeyen bir çocuğun masalıdır.”

Cansever bu masalı anlattıktan sonra “ Uzun yıllar Anadolu'da çalışırken yazları adeta bir teşehhüd mikdarı gelebildiğim İstanbul'a nihai dönüşümde kendimi Unkama kadar şaşkın hissettim. Sanki her rejim değişikliği bu nadide şehri yok etmek için planlanmış gibi, 1908'den, 1923'ten, 1950'den, 1960'tan.. sonra kademe kademe İstanbul'a kıyıldı. İstanbul bir kültür ve sanat şehriydi. Yalnız Osmanlı coğrafyasının ve Doğu'nun değil Avrupa'nın da en zarif ve medeni insanlarının yaşadığı bir başkentti. Nedim "Hep halkının etvarı pesendide vü makbul" mısraını laf olsun diye söylememiştir. Şimdi o güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, sanki bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” der.

Şehirle birlikte sadece maddî müktesebat, mimarî, mekânlar, binalar, sokaklar kaybolmuyor, bunları ikame eden “şehirli” de kayboluyor, yok oluyor. 

Cansever’in anlattığı Afrika masalındaki Unkama gibi yaşadığı şehir İstanbul’u tanıyamaması aslında bütün şehirlerimizin ve insanlarımızın yaşadığı trajediyi anlatıyor. Şu farkla ki; kimileri çehresi, uzuvları ve karakteri değişen şehrinin kayboluşunun farkına varamıyor, kimileri de bu ‘değişim felâketi’ni iliklerine kadar hissediyor ve feryâd ediyor ama şehir olağanüstü bir hızla çürümeye, yok olmaya devam ediyor. 

Zamanın değişmesiyle eşya ve olayların tebeddülü inkâr olunamaz bir gerçek. Ancak, insanoğlunun elinde değişerek devam etme değil de değişerek yok olma sürecini yaşayan şehirlerimizin akıbeti; “kaim olan”ın “kayıp olan” bir şehir haline dönüşmesidir.

Şehirlerimizin yok oluşu öylesine hızlı gerçekleşiyor ki; tıpkı bir tekerlek hızla dönerken nasıl ki gözün yanıltıcılığıyla dönmüyor veya ters dönüyor görünüyorsa, yâni hakikat tersine inkılâb ediyorsa, yaşadığımız şehir de, yaşanan süratli yok oluş karşısında gözümüzün görme hassasının yanıltıcılığıyla sanki hâlâ varmış gibi görünüyor. 

Adına Kentsel dönüşüm denilen yıkım projesiyle topraklarımıza adeta bir mızrak gibi saplanan “bize ait olmayan” şehir ucube ve garabetleri varlığımızı öylesine çevreledi ki, bunun bir istilâ olduğunu da göremiyoruz ve istilâ altındaki büyük ykımı imar, inşa ve ihya zannediyoruz. Toz-toprak karmaşası, koparılan gürültüler insanımızın gözünü kör, kulağını sağır etti. Rezidans, gökdelen, AVM, iş kuleleri, güvenlikli siteler ‘bize ait’ şehrin –insana ve topluma dair hastalıklı değişme ve dönüşmelerin bir neticesi olarak- yok oluşunu küstahça haykırıyor!

Hepimiz yaşadığımız şehirde birer Afrika’lı Unkama’yız. Bir aylığına ayrılıp döndüğümüz şehrimizi tanıyamıyoruz. Şehri bıraktığımız haliyle bulamıyor, yabancı bir şehre gelmiş gibi oluyoruz.

İster abartılı deyin, ister gerçek… Bu korkunç trajediyi iliklerimize kadar hissediyoruz! Fakat kuşatma altında olduğumuzdan bu hali itiraf edemiyoruz veya bu yıkımdan medet umar hale geldik.

İnsan olduğumuzu, bu şehirde yaşadığımızı, bize ait bir tarihimiz olduğunu bize hatırlatan mekânlar, alanlar, coğrafyamızın tabii hali yok edildi ve ediliyor.

İnsana “emanet edilen” şehre ihanet eden hainlerin nesnesi haline geldik! Gafil veya hain fark etmiyor. Sonuçta şehrimiz, şehirlerimizde bize dair şeyler talan ediliyor, yok ediliyor!

Hem de sureti “yerli”, ruhu “yabancı” istilâcılar eliyle!

Tarih, medeniyet, şehir, mimari, kültür, ahlâk… Bu istilâcıların zihniyet metabolizmalarının kolayca sindirip, eritip yok ettiği garnitür malzemeleri !

Elveda şehir!
Elveda tarih!
Elveda hâtıralar!

Çünkü Afrika’lı Unkama şehrine döndü ama şehrini, sokaklarını, evlerini, insanlarını tanıyamadı, bıraktıklarını bulamadı. “Bunlar nerede, buralara ne oldu?” diye sorduğu herkes de “o bir masaldı” cevabını vermişti. Bizim trajedimiz şurada ki; biz şehrimize dönemiyoruz! Şehrimizi bize, bizi şehrimize yabancılaştırdılar!  

Ne yazık ki bizim bir masalımız bile olmayacak!

Cansever’in hatırlattığı Afrika’lı Unkama masalı bize gene Cansever’in aynı yazısında bahsettiği Üstad Necip Fazıl’ın “Dünyanın en güzel hikâyesi” dediği bir hadiseyi hatırlattı.
Birinci Dünya Harbi yıllarında bir süvari zabitinin Anadolu’da askerlik yaparken sık sık gittiği at yetiştiriciliğiyle meşhur bir köye, askerliğinden yıllar sonra merak edip gittiğinde, tek tek eskiden tanıdığı şahısları ve meşhur atları sorduğunda yaşlı bir zattan “yok, gitti, öldü!”, cevabını alıyor ve kahroluyor!  Ona bu cevapları veren zât son olarak diyor ki; “Senin anlayacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindiler, gittiler!”

Cansever de teessürünü “bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu” diyerek ifade ediyordu.

Üstad Necip Fazıl, “Ata Senfoni”nin sonunda anlattığı hikâyenin bitiminde “Bizse bu misali tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikrî, bediî, içtimaî, idarî hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki ‘safkan’ları görünce nârayı basmak:

-İyi insanlar, iyi atlara bindiler, geldiler!”

Sebepler âleminde henüz işaret yok ama “her zevalin bir kemali vardır” ölçüsüyle artık şehir katliamları nihai noktasına ulaşmıştır, diye ümit ederek tarih ve medeniyet idrakiyle kendi şehrine dönen insanlara yol açılsın diye dua edelim!

Gelir mi dersiniz?

Ümitsiz değiliz!
  
 

22 Eylül 2014 Pazartesi

SOKAĞIMIZ KALDI MI?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin nasıl köklerine yabancılaştırıldığı ve orijinalliklerinin giderek nasıl imha edildiğine şahit arıyorsanız sokakları gösterebilirsiniz. Tabii kaldıysa. Artık sokak diye insanî bir şehir mekânı yok. Rezidans, yap-sat apartman, güvenlikli site, AVM, iş kuleleri ve gökdelenlerin istilâ ettiği modern zaman şehirlerinde ‘ev’ kalmadığı için kadîm şehirlerimizin bir gerçeği olan sokak da tarihe hapsoldu.

Önce şehri, sonra mahalleyi, daha sonra evi, caddeyi ve sokağı kaybettik. Daha doğrusu bunlar zamanla katledildi. Sinsice şehre şehre sokulan yukarıdaki virüslerle şehrin bünyesi enfekte oldu, enfeksiyon giderek yayıldı ve organizmayı çökertti. Bugün kendine ait olmayan protez organlardan ibaret toplama yığınların bütününe şehir denilmeye başlandı. Öyle ki canlı bir organizmadaki kılcal damarlar şeklinde bütün bir şehri saran, şehre nefes veren sokaklarımızı artık hatırlayamayacağız bile. Her şehrin topoğrafyasına uygun olarak suyun yatağında akışı gibi kıvrılan sokaklarımız artık yok.

Osmanlı’nın hakim olduğu coğrafyalarda (özellikle Balkanlarda) katliamlara ve zamanın tahribatına rağmen bugün bile varlığını hâlâ sürdüren şehirlerin sokaklarında yürüdüğünüzde insanı huşuya, huzura davet eden havayı teneffüs edebilirsiniz.

Modern zaman şehirlerinin kaosundan, kasvetinden kaçıp eski şehirlerin nostaljisine mi sığınıyoruz? Hayır! Sadece yeni zaman ve mekân şartlarında sürdürülmesi gereken geleneğe ve “şehrin ruhu”nu kaybetmemesi gerektiğine işaret ediyoruz.

Değişmek, yok olmak değil var olmaya devam etmek demektir. Oysa değişen değil yok olan bir şehir vakıası var: Mahalle, ev, cadde ve sokaklarımız yok oldu.

Sokak şehrin iffetiydi; evlerin şahsiyetini ortaya çıkaran, mahremiyetini koruyan bir uzvuydu; şehrin kalbine doğru kıvrılarak, insanları şehrin merkezine yönlendirirdi. İnsanlar da “kalbi olan” bir şehirde yaşadıklarını hissederlerdi. “Şehirli” olmak için epeyce sokak adımlamak, sokağın iffetine bürünmek gerekirdi.

Sokağı kaybetmekle şehri ve insanı kaybettik.

Şehrin organizması değişince protez organlar takılmaya başladı. Böylece eski şehrin sokakları hayattan çekilir oldu.

Şimdi mahallemiz, evimiz, sokağımız yok. Dolayısıyla ‘şehirli’ kimliğimiz de yok. Kozmopolit bir metropolün şahsiyetsiz bulvarları, gökdelenleri, vs. var.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, “insan ölçekli” Osmanlı şehrinden tümör kayalıklarına dönüşen kaotik şehirlerimizdeki faciaya dikkat çekiyor:

“Böyle eline cetvel alıp, Osmanlı'nın insan ölçeğindeki sokaklarını kargacık burgacık diye tarif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip, geniş yollar yapıp, üzerinde arabaların hızla gittikleri, arabaların altlarında çocukların ezildikleri, insanların arabaların dumanından kanser oldukları, annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar ettiler.”

Üstad Necip Fazıl da 41 yıl önce “Dünyamızdan Çizgiler” (Ev ve Sokak) başlığıyla yazdığı bir yazıda bugünlere, evimizin, sokağımızın hazin geleceğine işaret ediyordu:

“Bugünün apartman denilen sefertası biçiminde evleri, her birinin nefes kokusunu duyacak kadar insanları burun buruna getirmekle, aşırı yakınlık yüzünden öyle bir uzaklık doğurmuştur ki, Avrupalı bir muharririn de dikkat ettiği gibi, komşuluk denilen aziz mânayı tam kökünden kurutmuştur. Bugün apartman isimli mahkûm hücrelerinde insanlar, birbirlerinin gözü önünde birbirlerine yabancı kalmanın felâketini misallendirmişler, mıncık mıncık bir arada yoğurulurken birbirlerinden bütün bütüne kopmuşlardır.

İşte belli başlı bir madde mesafe ayarıyla ve karşılıklı huzur ve mahremiyet şartlarıyla gerçekleşmesi kabil komşuluk keyfiyetinin, o mânaya denk olmayan bir sıkışıklık içinde güme gidişinden ve İslâm ruhunun unutuluşundan ileri gelme bir hal!

Bugünün şehir sokağı, birbirini iten, kakan, ezen, sıkıştıran, her biri yalnız kendi nefsaniyetine yol açmaya çalışan ve ona engel gibi gördüğü insanları çiğneyen savuran kalabalıklar kanalizasyonu… Köy sokakları da, her şeyden önce toprağa ve alın terine küsmüş, kahve, köşelerinde şehre yeni bir baskın plânlamakla meşgul köylülerin arada bir ölgün ve bezgin hayaletlerini sürüklediği bomboş geçitler…

Ve dünyamızda sokak, ister şehirlerdeki çapulcu kalabalığı ve ister köylerdeki acıklı tenhalığıyla, olanca aşk ve mânevi dayanağını kaybetmiş bir toplumun kötü oluş veya hiç olamayış halinden mecralar…”

Üstad bunları yazarken henüz şehir tahribatlarının bütünüyle katliama dönüşmediği yıllardı. Ortada ev ve sokak diyebileceğimiz, bahsettiği sebeplerden dolayı kasvete bürünmüş mekânlar vardı. Islahı mümkün olabilecek şehrin mekânları öyle bir imha edildi ki artık gelecek nesiller, ev ve sokak diye bir şeyi ancak masallarda bulabilecek. Tabii masallar konu edinirse!

Sokaklarımız, kendilerini manalı kılan ve kendilerinin de mana kattığı ‘ev’lerle birlikte kentsel dönüşüm kasırgasıyla iş makinalarının paletlerinde artık bir daha kavuşamayacak şekilde lif lif doğrandı.

İstilâcılar, hızla şehre saldırıyor! Evimiz haramilerce talan edildi! Sığınacağımız son şehir kalesi olarak “sokak da düştü!”

Kaldırımlar şiirindeki bir mısraında “Erimiş ruhlarımız bir derdin potasında” diye seslenen Üstad’ın idrak ve tahassüsünü anlayabilseydik sokağı da kaldırımları da anlayabilirdik:

“Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
……….

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”

Demek ki, Üstad Necip Fazıl’ın insanı saran, büyüleyen Kaldırımlar şiirinden tüten, çoktandır kaybettiğimiz mânâyı artık bir daha hissedemeyeceğiz!


Kalbi olanlar müstesna!  

16 Eylül 2014 Salı

“YÜREĞİ KOPARILMIŞ ŞEHİR”

Yahya Düzenli

Başlık, geçtiğimiz yüzyılın önemli edebiyatçılarından Stefan Zweig'e ait. Gezip gördüğü yerleri “İnsanlar, Kentler, Kitaplar” alt başlığıyla anlattığı “Buluşmalar” kitabında Belçika’nın,  I. Dünya Savaşı'nda tahrip olmuş Ypern şehrine “geçmişi hüzünlü” der ve Ypern’i “yüreği koparılmış kent” şeklinde tanımlar.

Zweig’in yüreği koparılmış şehrini daha iyi anlamak için parantez açıp birkaç soru soralım:

Bir şehrin yüreği olur mu?
Bir şehrin yüreği neresidir?
Yüreksiz şehir nasıl olur?

Yürek, eski Türkçe’de “kalp” demek. Kelime olarak bile derin bir etkiye, ihtizaza sahip. Yürekli insan ne ise, yürekli şehir de o. Aynı şekilde yüreği koparılmış insan ne ise yüreği koparılmış şehir de o.

Yürek ruhun, imanın, vicdanın, aşkın, şuurun, kemalin…. İnsana dair her şeyin irade ve karar mahalli, merkezi. 

Ehl-i tahkike göre yürek “bütün kuvvetlerin, hislerin mebdei” denilen organ. Sadece kan dolaşımını sağlayan  et parçası değil. Ruhun dolaşımının da merkezi. Ehl-i marifet “bedendeki kalbin misali, havadaki kandilin misali gibidir. Kalpte bulunan dille ifade edilir” der.  Şehir de bu yürekliliğin dile gelişidir.

Şehirler, içinde barındırdıkları, kendisine ruh üfüren mekânlarla öne çıkarlar, bir diğerinden ayrılırlar. Bakın Mekke’ye, Medine’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Şam’a, Kurtuba’ya, Buhara’ya, Semerkand’a; İstanbul’a, Konya’ya, Amasya’ya, Trabzon’a ve daha birçok kadim şehre… Onların yüreğini göreceksiniz. Yürekleri sizi kendine çekecek.

Kadîm şehirlerimizde şehrin yüreği niteliğinde mekânlar vardı. Onlar şehrin ruh dolaşımını sağlarlardı. Şehir onlarla hayat bulurdu.

Her biri döneminin kemale ulaşmış mimarî üslubunu yansıtan eserlerden Peygamber makamları, velîler ve âriflerin kabirleri şehre “öte”lerden ruh üfleyen tarihî mekânlardı. Ayrıca camiler, medreseler, kervansaraylar, çarşılar, bedestenler, saraylar; ilim, kültür ve sanat eserleri şehrin yüreğinden taşan parçalardı. Şehre bu mekânlardan bakılır, şehir bu mekânlardan ses verir. Çünkü, şehre can veren bu yapıların maddî varlık ve tasavvurdan öte, mekân olmayı aşan bir manası vardır. Bu mekânlar, temsil ve ihtar ettikleri manalarla insana fena içinde bekâyı hatırlatırlar.

Ölümü hatırlatan her şeyi hayatın dışına çıkaran modern zaman şehirlerinde, her ölümde ‘şok’ yaşanmasına rağmen; hayatla ölümün iç içe olduğu gerçeğini her an hissettirip ‘öte’ye yol gösteren bir mekan olarak sergilenen mezarlıklar da, tezyin edilmiş bir dekor şekline büründürülerek fonksiyon kaybına uğratılmış; bu fonksiyonları onlardan çalınmıştır. 

Modern dünyanın şehirlerinde maalesef yürek yok. Yürek yerine aynı fabrikadan çıkmışçasına ortalığa saçılmış AVM’ler, rezidans’lar, iş kuleleri, gökdelenler, güvenlikli siteler var. Beton nekropollere dönüşen şehirlerin yüreği olmaz! Çünkü makineleşmeye bağlı, fabrikasyon üretimi hazır beton nekropollerine dönüşen şehirlerde yüreğe ve ruhaniliğe yer olmaz.

Üstad Necip Fazıl’ın;
“Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen.
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?”
dediği hal bu olsa gerek.
 
Antik nekropoller, “yüreği koparılmış şehirden geriye kalan benim” dercesine adeta modern zaman şehirlerinde dile geliyor ama dinleyen, anlayan yok. Herhalde günümüzün yüreksiz şehirleri de geleceğe şöyle seslenecek: “Yüreği koparılmış şehrin akıbeti işte benim yaşadığım bu haldir!”

Gene de anlaşılamayacak, anlayamayacağız; çünkü şehrin yüreği kopunca, insanın da yüreği koptu. Bu kopuşla birlikte tarihten, coğrafyadan ve şehirlerimizden de koptuk.

Bu kopuştan sonra geçmişin o yürekli şehirlerinden geriye bize ne kaldıysa, onu da modern zamanların donuk ve ruhsuz müze malzemeleri haline getirerek metalaştırdık.

Şimdi soralım: Hangi şehrimizin ruhu kaldı ki yüreği olsun?

Bu cümle –yüreği koparılmış şehir- artık “şehir olmayan” şehirlerimizin halini ve akıbetini anlatmada başka bir cümleye ihtiyaç hissettirmeyecek derinlikte, şehirlerimizin trajedisini ifade eden muhteşem bir cümle. Cümlenin korkunçluğu çağrışımından geliyor. Yürek atışlarının durması değil, yüreğin koparılmasıdır trajik olan.

Tekrar Zweig’e dönecek olursak…

Zweig, “Yüreksiz Kent” olarak nitelediği Ypern’e doğru yol alırken gördüklerini şöyle resmediyor: “Hızla yola devam ediyorum, Ypern’e doğru. Yolun sağında-solunda biçilmeyi bekleyen buğday tarlaları. Hissediyor insan, doğada her şey ölülerden yaşıyor. Hasta ormanlar da görüyorum, yaprakları hasta, zehirden sarımsı, dallarını yardım çığlığı atar gibi gençlere uzatıyorlar. Sağda solda ikide bir mezarlıklar uzanıyor. Dört yıllık savaş burada hâlâ yakın. Putlar, putlar, putlar, taş putlardan ordular, tertemiz, pırıl pırıl, güllerle süslü her taşın altında bir insanın yattığını düşünmek ürpertici. O yılların çılgınlığı olmasaydı bugün kırk-elli yaşında olacak, yaşamın ortasında yetişkin, sağlıklı ve dinç duracaklardı. Kafasında böyle düşünceler olmasaydı, bomboş topraklarda uzanan, Avustralya, Kanada, Belçika, Fransa ve İngiltere insanlarının taştan ölüler ormancığı hoşa bile gidebilirdi.”

Tekrar soralım: Yüreği koparılmış şehir nasıl bir yerdir? Veya şehrin yüreksiz kalması nasıl bir şeydir?

Kadavraya ‘insan’ denilebiliyorsa kalbi sökülmüş bir şehre de “şehir” denilebilir.
Şehrin yüreksiz olmasının belirtisi nedir?

Ypern’in merkezinde her şey eskisi gibi durmasına rağmen büyük kent toplantı salonu yoktur. (Zweig’in benzetmesiyle) “kent evlerinin bir zamanlar tavuğun yanından ayrılmayan civcivler gibi çevresini sardığı yapı” yok edilmişti. Yâni şehrin kalbi sökülmüştü. Şehre can veren, şehrin sembolü olan yapının yerinde “hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun” duruyordu.

Yaşadığınız şehre uzaktan bir bakın. Zweig’ın “taştan ölüler ormancığı” dediği bir beton ormanından farkını görebilecek misiniz? Veya toplu mezarlıklardan bir farkı var mı?

Sun’i yüreklerle şehirler yaşayamıyor. Hızla ölüme doğru koşuyor.

Biz de yüreksiz şehirlerde kitleler halinde ölümü bekleyen cüzzamlılar gibi mazoşist bir zevk ile kıvranarak vademizin dolmasını bekliyoruz.
  


8 Eylül 2014 Pazartesi

ŞEHİR’DE Mİ, YOKSA TOPLAMA KAMPI’NDA MIYIZ ?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İtalyan felsefeci G. Agamben “Batının siyasal modeli şehir değil toplama kampıdır, Atina değil Auscwitz’dir” diyor. Bu cümle, Batı siyaset felsefesinin genetik fotoğrafına dair bir çerçeve ve muhtevaya işaret ediyor. Daha çok da zihnimizde bizim şehirlerimize dair çağrışımlar yapıyor. Bu tespiti siyasi modelden ülkemizdeki şehirleşmeye (daha doğrusu yığılmaya/toplamaya) indirgediğimizde karşılaşacağımız şey; şehirlerimizi kadîm dünya görüşü ve medeniyet havzasından kopardığımız zamanlardan bu yana, artık şehirden bahsetsek de, zihnimizde şehri değil toplama kampı’nı tasavvur ediyor oluşumuzdur. Çünkü ortada zihnimize düşüreceğimiz bir şehir imajı dahi yok.

Bize mahsus modern zaman şehirlerini tanımlayıcı, en kapsamlı tabir herhalde “toplama kampı” olsa gerektir. Şehirlerimizin toplama kampına dönüşmesiyle birlikte, şehir insanı da istif edilebilen, tartılıp ölçülebilen, sayılıp paketlenebilen yığınlar haline geldi.

Şehirle toplama kampı arasındaki en önemli fark; insanın, toplama kampında iradesi elinden alınmış bir mahkûm, şehirde ise irade gösterebilen bir varlık olmasıdır. Ancak, günümüz şehirlerinde yaşayan insan için bunu söyleyebilmek dahi zor.

Şehirle toplama kampı arasındaki en önemli fark; insanın, toplama kampında iradesi elinden alınmış bir mahkûm, şehirde ise irade gösterebilen bir varlık olmasıdır. Ancak, günümüz şehirlerinde yaşayan insan için bunu söyleyebilmek dahi zor.

Biraz geriye giderek bakacak olursak…

Tanzimat'la yaşanan büyük zihniyet kırılması şehirlerimize de sirayet etmiş ve yaklaşık iki yüz yıldır bozula bozula kendini kaybetmiş, başkasına da bütünüyle dönüşememiş şehirlerimizi bugünkü kaosa sürüklemiştir. Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet devirleri boyunca süren şehir yabancılaşması/şahsiyetsizliği, Cumhuriyet döneminde önce kendini inkârla işe başlayıp imha harekâtına girişti. Sonra, gelen iktidarların gaflet ve ihmalleriyle, en son da TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve yerel Yönetimlerin işbirliğiyle başlatılan “kentsel dönüşüm” kasırgasından bütün şehirlerimiz nasibini aldı.

Özellikle son dönemde devlet imkânlarının kendisine âmâde ve emanet edildiği TOKİ'nin, estirdiği ‘toplu konut kasırgası’yla şehirlerimizin zaten bozulmuş olan genetik ve dokusunu ne hale getirdiğini, ıslah yerine “ihya iddialı” nasıl bir “imha harekâtı”na maruz bıraktığını dehşetle görüyoruz. Bu imhanın sonunda tutsak edilen, iradesi ‘yok sayılan’ bir nesne olarak topluca toplama kamplarına sürükleniyoruz.

Eski deyimle sadece “sahib-i nazar” olanların görebileceği bu şehir katliamlarıyla yaşadığımız mekânlar o hale getirildi ki, artık iradesi elinden alınmış bir mahkûm gibi iyi inşa edilmiş, adeta bir nükleer depoya dönüştürülmüş, güvenlikli ve akıllı toplama kamplarında “hayat denilen zan”la yaşıyoruz.

Bir süre önce “şehrin bozulan kimyası”na dair şöyle yazmıştım: Yaşadığımız hayatın tecelli zemini olan şehir ‘yaşamamız gereken şehir midir, yoksa bizim yaşamaya mahkûm olduğumuz bir yer-mekân mıdır?’  Modern zamanların getirdiği büyük şehir kaoslarına rağmen yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuza göre, ‘mahkûm’lar olarak bu tip şehirlerde adeta bir ‘toplama kampı’ndayız. Yaşama irademiz elimizde değil. O derece kuşatılmışız ki rüya ve hayallerimize bile el konulmuş.”

“Bir arada yaşama”yı ölçülendirmiş, yeryüzünün ilk şehrini kurmuş, medeniyetten şehir, şehirden medeniyet çıkarmış bir dünyanın insanları olarak, tarihî birikim ve tecrübemize ihanet edercesine şehirden ve hayattan kaçıyoruz. Giderek hayatı atomizeleştirerek birbirimize yabancılaştık, böylece komşuluk duygusunu kaybettik. 

Şehirlerimizi dönüştürdükçe, daha doğrusu ifsat ettikçe, şehirlerimizden uzaklaşıp toplama kamplarından nasibimizi aldık. Sahibi olduğumuz şehirleri terkettik, icad edilmiş bir rıza ile toplama kamplarına hapsolduk. Bu hayat(sızlığ)ı ister hale geldik.  Böylece kendimizi kaybederek “kim olduğumuz”a dair soru bile soramadık, “nereden geldiğimizi” de unuttuk. 

Kapılarını bize açan şehirlerimize yüzümüzü çevirir olduk. Toplama kamplarına alışıp kanıksadıkça şehirlerden korktuk, ürkütücü gelmeye başladı. Çünkü onlara yabancılaştık, onları tanıyamaz hale geldik.

Şehirlerimizde artık insan-şehir münasebetinin sıcaklığı, kalbîliği yok. Yaşama alanlarını dışardan yalıtarak bir toplama kampına dönüştüren toplu siteler, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu. Toplama kampında kendimizi şehirde zannediyoruz. Bu toplanma kamplarında kendimize ait olmayan bir hayatı yaşıyor, başkalarının hayatlarına şartlanıyoruz. 

Trajedi o kadar korkunç ki, toplama kampında olduğumuzu bile hissedemiyoruz. Kamptaki mahkûmların sabah erken kaldırılıp mecburi işe gönderilmesi gibi, bitkin ve huzursuz çehrelerle nereye gittiğimizi bilmeden, nereye şartlandırılmışsak oralara doğru yürüyoruz. Akşam da aynı şekilde “sayım ve istif” için kampa dönüyoruz.

Sadece şehrin hakikatini değil buna dair tasavvur, duyuş ve anlayışı da kaybettik.  Bizde “fetih ve şehir” kavram olmanın ötesinde birbirinden ayrılmaz değerlerdi. Fetih yani ‘kapıları açmak’. Şehrin kapılarını yürekle açmak. Bir zamanlar şehrin anlamı, bize kapılarını yürekleriyle birlikte açanlarla yükselirdi.  Bize bundan ne kaldı? Hiçbir şey!

Toplama kamplarından çıkmadığımız müddetçe yaptığımız tek şey hapishanemizi/hücremizi süslemekten ibaret olacak. Her bir adım bizi daha çok köle haline getirecek.

Temel soru da şu: Bu toplama kamplarından nasıl çıkacağız? Kendi şehrimizi nasıl kuracağız? Kendi şehrimize nasıl kavuşacağız?

Bakalım, “Bizim şehir tasavvurumuz, aynı zamanda medeni­yet tasavvurumuzdur. Şehir mirasımız, aynı zamanda medeni­yet birikimimizdir” diyen Davutoğlu’nun Başbakanlığındaki icra heyeti, şehirlerimizi bu ‘ifsat ve ilhad’dan çekip çıkarabilecek, bu “büyük iddia”yı sorumluluğa taşıyabilecek ve harekete geçebilecek mi?

Yoksa 62. Hükümet Programındaki “Yaşanabilir Mekânlar ve Çevre” başlığı altındaki şu ifadeler, hâlâ Kentsel Dönüşüm ve TOKİ uygulamalarının devam edeceğini mi gösteriyor:” Şehirlerimizi güzelleştirmek ve gecekondu bölgelerini ıslah et­mek için kentsel dönüşüm projelerini hayata geçirdik. Kentsel dönüşümle, yapı stokumuzun yenilenmesi sağlanırken her türlü afete karşı dayanıklı yaşam alanları geliştirdik… TOKİ ve yerel yönetimlerle müştere­ken, 2003-2014 döneminde, 90.653 konutluk gecekondu dö­nüşüm ve kentsel yenileme uygulaması başlattık.”

TOKİ’nin şehir ifsatları ortada iken “devlette devamlılık esastır” kavlince kentsel dönüşüme “devam” işareti veren bu ifadelerden endişe duyuyoruz. Hükümet Programındaki bu satırlardan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ ve yerel yönetimleri ıslah edebilecek ve bahsedilen “şehir ve medeniyet tasavvuru”nu idrak ettirebilecek mi?

Çok zor görünüyor. Çünkü bunun için yeni bir “okuma biçimi”, idraklerin iltihaplardan temizlenmesi ve arazi-emlak-rant mafyalarıyla hesaplaşma iradesi gerekiyor!

Bu, büyük ârif Yunus Emre’nin “zehirle pişmiş aşı yemek” dediği büyük misyona talip olmak demektir!

Olması gereken de budur!




DAVUTOĞLU İLE “YENİ BİR ŞEHİR İDRAKİ” Mİ???

Yahya Düzenli

Yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, AK Parti Olağanüstü Kongresinde yaptığı konuşma bugüne kadar siyasîlerde görülmeyen bir bakış ve derinliğe sahipti. Konuşmasının “Kültür ve Medeniyet Restorasyonu” başlıklı 7. bölümünde “şehir ve medeniyet idraki”ne dair önemli vurgular yapıyor ve bu yönde yeni bir zihniyetin ipuçlarını veriyordu. Davutoğlu’nun manifesto niteliğindeki konuşmasında şehirlerimize vurgu yapması, 12 yıllık AK Parti iktidarının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve yerel yönetimler eliyle gerçekleştirdiği ‘şehir uygulamaları/ifsatları’ndan sonra şehircilikte kaybedilmiş 12 yıllık zamanı acaba yeniden kazanabilir miyiz, yönünde bir umut taşıyor.

Ancak…

TOKİ’nin tarihî şehir mirasımızı göremeyen basiretsiz bakışıyla şehirlerimizi nasıl şahsiyetsiz hale getirdiği,  zevksizlik, idraksizlik ve medeniyet tasavvurundan yoksunlukla içinden çıkılmaz bir ifsada sürüklediği göz önüne alındığında Davutoğlu’nun “restorasyon” olarak kodladığı yeniden yapılanmanın şehircilik kanadının restorasyondan öte bir “operasyon”a ihtiyaç olduğuna vurgu yapalım.

Davutoğlu’nun konuşmasının eksenine oturan fakat anlaşılamayan, ancak bugüne kadar alışılmamış ve kulaklara yabancı gelen bir paragraf, aslında bütün bir kültür, medeniyet ve şehir davamızı özetler nitelikteydi. Şöyle diyordu Davutoğlu: Şimdi büyük bir yeni kültürel uyanışın arifesindeyiz. Bu yeni kültürel uyanış, insanlığın temel değerler itibarıyla varoluşsal ve epistemolojik problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde bütün insanlığa evrensel bir medeniyet çağrısı yapacak bir uyanış."

Bu tespitten sonra şehirlerimize ve çehresine dair altını çizeceğimiz şu sözleri söylüyor:

"Şehirlerimizin kadîm karakterini muhafaza edeceğiz. Kadim karakterin modernite ile yüzleştiği yerde yıkıcı olmayan, darbe vurmayan modern mimariyi kabul edeceğiz. Ama kadim tarihi birikimimize bir tehlike teşkil ettiğinde ona karşı duracağız. Dikey mimari değil, yatay mimariyi kadim şehirlerimizde egemen kılacağız ve küreselleşme anlamında da bütün şehirlerimizi, kadimi koruyan modernite birikimini kullanan küresel şehirler haline getireceğiz.”

Ne yazık ki Türkiye 12 yıllık tek parti iktidarının verdiği avantaj ve istikrara rağmen şehirlerimizin yeniden imar, inşa ve ihyası için önüne çıkan büyük fırsat ve imkânı kullanamadı, heba etti.  Rahmetli Cansever’in “ufkî ihtisaslaşma ve ufkî yerleşim düzeni” dediği ve “yüksekliği bir put haline getirmek” olarak nitelediği ‘şehrin gökdelenleşmesi’nin tahribatlarını önleyecek ve yeni bir “şehir idraki ve inşası”na yol verecek bir şehircilik politikası… Yeni Başbakan’ın başlangıç manifestosundan çıkan sonuç, daha doğrusu temennimiz bu…

Davutoğlu’nun sözleri TOKİ tabutluklarıyla işgal ve ifsat edilmiş şehirlerimizin ıslahı yönünde acaba bir işaret fişeği olabilecek midir?

Medeniyetimizin “Eksen Şehir”lerinden birisi olan İstanbul’un bugün rezidans, AVM, iş merkezleri, TOKİ tabutlukları ve gökdelenlerin işgalinde hem de kimlik ve muhtevasının ifsat edildiği, tarihî siluetinin hızla yok edilme sürecine girdiği bir dönemde Davutoğlu’nun “Hoca” sıfatıyla söyledikleri inşallah “yapacakları”nın teminatı olur.

Davutoğlu, konuşmasında kadîm şehrimiz İstanbul’a atıf yaparak da;

"… İstanbul bir semboldür. İnşallah İstanbul önümüzdeki dönemde bir Birleşmiş Milletler şehri olarak bütün insanlığın uğramadığı zaman kendisini kayıpta hissedeceği, bütün iktisadi faaliyetlerin orada bir etkisi olmadığı zaman kendisini kayıpta hissedeceği büyük bir dünya şehri olacak. Her bir şehrimiz bu büyük dönüşümden istifade edecek" şeklinde konuştu.

Davutoğlu’nun bu üç paragrafı ve konuşmasının 11 yerinde iddialı “medeniyet” vurguları yapmasını, tarihî birikime sahip mütebahhir bir akademisyenin fantezileri değil, Türk dış politikasına yeni bir istikamet veren uygulamacı bir siyaset adamı kimliğiyle, şimdi de Başbakan olarak, irade kullanacağını ve reel-politik bir zemine oturtacağını ümit ediyoruz.

“Şehir idrak, inşa ve ihyası” konusunda ontolojik bir bakış açısına sahip olduğunu bildiğimiz Davutoğlu’nun rahmetli muhakkik-mimar Turgut Cansever’le birlikte birçok çalışmanın içerisinde bulunduğunu hatırlıyoruz. Cansever’in şehir idrak ve tasarımını anlayabilen ender bilim adamı ve siyasetçilerden birisi olduğunu müşahade ettiğimiz Davutoğlu’nun 2003 yılında BİSAV’ın İstanbul’da gerçekleştirdiği “ Şehir ve Medeniyet Sempozyumu”nda Fetih ve Medeniyet başlıklı tebliği şehircilikte başlı başına bir manifesto niteliğindedir. Bu sempozyumdaki konuşmasından birkaç paragrafı hatırlayalım:

“Bazı şehirler vardır ki, medeniyetlerin iniş çıkışlarına göre yeniden şekillenir, dönüşür ve dönüştürürler. Yani bunlar, başlangıçları itibariyle bir medeniyete, gelişmesi itibariyle bir başka medeniyete ait görebileceğimiz şehirlerdir; aktiftirler, öznedirler, hem dönüşürler hem de dönüştürürler. Sadece birileri tarafından belirlenmezler. Şekillendikten sonra, kendileri belirlemeye başlarlar. Kudüs, Şam ve İstanbul bu tür şehirlerdendir…

… İkinci olarak da Medine’den hareket eden ruh, değişik serüvenler yaşayarak Şam’da, Kudüs’te, Kahire’de, Kurtuba’da, Bağdat’ta, Buhara’da varlık buldu ve daha sonra da İstanbul’a taşındı.

·         Bir tarafta  şekil ve formun zirvesi Roma, diğer tarafta manevi derinliğin zirvesi Medine.
·         Bir tarafta, görkemi ve insanı ezen bir ihtişamı temsil eden Roma; diğer tarafta tevazu ve bütünleşen bir ihtişamı temsil eden bir dünya.
·         Bir tarafta hırsı temsil eden Roma; diğer tarafta, dinginliği ve iç huzuru temsil eden Medine.
·         Bir tarafta, katı tarihi gerçeklikle realist görünen ve Machiavelli ile o hedefe ulaşan Roma; diğer tarafta ise, metafizik ve ideali oraya taşıyan Medine..”

İşte bugün bu idrakin yansıyacağı, rahmetli muhakkik-mimar Turgut Cansever’in şehre dair derinlik, tasavvur ve tasarımının ortaya çıkacağı şehircilik uygulamalarını bekliyoruz. Artık siyasî iradenin merkezi konumundaki Davutoğlu’ndan öncelikle bu yönde başlatacağı bir büyük dönüşümün önünü açmasını bekliyoruz.

Bu dönüşüm, asla şehirlerimizi ifsat ve imha eden, halen de şehirlerimizin üzerinde kasırga gibi esen “kentsel dönüşüm”ü çağrıştırmamalı!  

Gene, Turgut Cansever’in başkanlığında 2001 yılında oluşturulan “İstanbulluları yeni şehirlere yerleştirme projesi”nde de yer alan Ahmet Davutoğlu’nun, şehircilikte yeni bir yol açması için idraki, imkânı, fırsatı mevcut. Olmayan tek şey: “Şehir ve medeniyet idraki”ne sahip bir Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ yönetimi.

Davutoğlu’nun ilk operasyonu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ’den başlamalı. Yapılması gereken, acilen Bakanlık, yerel yönetimler ve TOKİ’nin ıslah ve iflâhı.  Çünkü Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “her şeyi o kadar berbat ettiler ki büsbütün berhava etmeden toplama imkânı kalmadı.”  Islahı mümkün olmayanların derhal işlevlerine son verilerek kapatılmalıdır.

Her şeyden önce Davutoğlu’nun “şehir ve medeniyet dili”ni anlamaları ve uyum sağlamaları için haylice idrak gerekecek!

Yeni Başbakan’ın işi zor. Öncelikle şehircilikte bir “zihniyet değişimi”nin önünü açacak kadroları oluşturmak bu “kaht-ı rical”de pek mümkün görünmüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bürokrasisinin, Belediye Başkanları’nın öncelikle “şehircilik, mimari ve estetik terbiyesi”nden geçmeleri ‘buzdağlarını nefesle eritmek’ kadar zor bir uğraş. Diğer taraftan dev gökdelenler, AVM’ler, rezidanslarla işgal edilmiş şehirler, müteahhitlerin sınır tanımaz, tatmin olmaz iştahları,  “rantsal dönüşüm”e dönen “kentsel dönüşüm baronları”nın ‘emlâk de emval de bizden sorulur’ külhanbeylikleriyle de mücadele etmek farz-ı ayn derecesinde bir önceliktir.

Davutoğlu’nun söz konusu tebliğinin sonundaki muhatabına mes’uliyet yükleyen cümleleri de oldukça önemli: “Eğer önümüzdeki dönemde bir medeniyet açılımı söz konusu olacaksa, bu kesinlikle, kadimi kuşatan bir bilince sahip olan medeniyetler tarafından gerçekleştirilecektir. Böylesi bir açılımın, “kadim” ve “derinlik” kavramlarını içermeyen bir kültüre sahip Batı tarafından gerçekleştirilmesi çok zor. Bu tarz bir açılımın söz konusu olabilmesi için de, fetihte sağlandığı gibi, bir ruhun bir mekânla buluşması gerekiyor. O buluşmanın gerçekleşebileceği tek dünya bizim dünyamızdır. Bu tarihi derinliği tekrar keşfeder ve coğrafi derinliği bu anlamda kendimize eklemlersek bizim eksenimizde yepyeni şehirler oluşur ve o şehirleri özne haline getirebiliriz.”

Davutoğlu’nun geleceğe ilişkin bu perspektifi,  Turgut Cansever’in kendisiyle yapılan bir söyleşide verdiği cevabı çağrıştırıyor: “..Yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye’dir, başka ülkelerin şansı çok az… Ne Çin meseleleri çözebilir gibi gözüküyordu, ki çözemediği ortaya çıktı, ne Rusya, ne Amerika, ne de Batı Avrupa... Türkiye, insanlığın konut çözümüne örnek teşkil edecek adımlar atabilir. Ama önünde ordularla şeytanlar var.

Türkiye’nin şehir ve mimarî birikimi ve tecrübesini idrak etmiş ve bunu modern zamanlara taşıyabilecek bir irfana sahip olduğunu düşündüğümüz Davutoğlu’nun, Cansever’in işaret ettiği atacağı adımları engelleyecek ordularla şeytanlara karşı mücadele iradesi de vardır diye düşünüyoruz.

Dava ve dert sahibi olanların gereken yerde gerekeni yapmak gibi bir mecburiyetleri vardır.

Kanuni’den beri kaybederek gelen, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’le birlikte “kendini inkâr” şahsiyetsizliğine yakalanan bir ülke ve toplumun yeniden ayağa kalkması için (Üstad’ın deyimiyle) “zaman o kadar geç ki, erken sayabiliriz!”

Davutoğlu’nun kongre konuşmasından önemli bir iddiayla/alıntıyla bitirelim:

“Necip Fazıl üstad ne güzel demiş: Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya. Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya. Şimdi bizim görevimiz ayağa kalkmaktır, elhamdülillah kalktık ve bir daha ayağa kalkan bu milleti bir adım geriye kimse götüremeyecektir. Biz bu idealler için ayağa kalkacağız ki, biz bu idealleri dizimiz titremeden savunacağız ki bizden sonraki nesiller yürüsünler, onlar yürüyecekler ki ondan sonrakiler hedefe koşsunlar, menzile koşsunlar.

Hedef nedir? Hedef, çıkarıldığı şehirden insanlık adına, adalet, özgürlük adına, eşitlik adına yürüyen bir ulu Peygamber’in Medine’sidir.”

Bakalım bu hedef, “büyük hayal” gerçeğe dönüşebilecek mi?

İddia büyük! Sorumluluk ve yük de büyük!

Bu iddialardan sonra şehircilikte yeni bir “idrak, inşa ve ihya” hamlesi bekliyoruz!

Ne diyordu Üstad Necip Fazıl: “Hasret vuslatın yarısıdır. İste ki olsun!”