26 Aralık 2012 Çarşamba

MODERNİTE AÇLIĞI VE ŞEHİR İDRAKSİZLİĞİ…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanın yaşama mekânlarını yeniden inşa etmesinin neredeyse imkânsızlığı göz önüne alındığında, büyük savaşlar veya doğal afetler sonrasında yıkılan, tahrip olan şehirler için büyük bir imkân ve fırsat doğduğu bir gerçek. Ancak, bu imkânı her defasında heba etmenin maalesef “bize mahsus” bir gerçek olduğu da bir mütearife… Bu konuda ülkemizde yaşanan depremler sonrasında yeniden inşa edilen şehirlerimize bakmak yeter. Kader bize “idrak, ihya ve inşa” fırsatları sunuyor, hatta bizi mecbur ediyor ama biz bunları her defasında harcıyoruz.

Şu anda da müthiş bir seferberlikle girişilen “Kentsel Dönüşüm”ün de heba edileceğinden hiç şüphemiz yok! Çünkü şehir, insan ve medeniyet idrakinin ülkemizi terk ettiği, şehir inşasının ‘TOKİ Siloları’nın yan yana ve üst üste sıralanmasından ibaret zannedildiği bir devirdeyiz. İş makinalarının gecekonduların üzerine çullanmasıyla açılan alanlarda yükselen plaza ve ‘TOKİ tabutlukları’na bir parça da okul, sağlık ocağı, cami ve sun’i peyzajla süsleme eklediniz mi ‘kentsel dönüşüm’ başarıyla (!) gerçekleşmiş oluyor. Böyle  bir ülkede ‘neyin yok olduğu’nu ve ‘neye ihtiyaç olduğu’nu sorgulamanın da faydası yok.  Çünkü köre renkten, sağıra sesten bahsetmek gibi bir abesle iştigal olur bu.

Tarihi süreçte tüm toplumlar geçirdikleri büyük depremler, travmalar, yıkımlardan sonra şehirlerini tarihsel genlerine ve dünya görüşlerine uygun olarak, zamanın gereklerine göre inşa etmişlerdir. Oysa bizim geçirdiğimiz Cumhuriyet dönüşümünde böyle mi olmuştur?

Yıkılanın yerine yapılanın yeni bir yıkım olması ancak bize mahsus bir inşa biçimi…

Geçtiğimiz aylarda ülkemizde şehircilikle ilgili bir konferansa katılan Berkeley Üniversitesi Mimarlık, Planlama, Kentsel Tasarım ve Kent Tarihi Profesörlerinden Nezar Al-Sayyad, kendisiyle yapılan bir söyleşide Batı’da İkinci Dünya Savaşından sonra neredeyse tamamen yıkılan şehirlerden Dresden ve Varşova ile ilgili olarak, “Bu şehirler tamamen yıkıldı ve nasıl ise öyle inşa edildiler” diyor.

Al-Sayyad, İstanbul’a ilişkin de şunları söylüyor: “ Buralarda bazı yerler yeniden yapılanırken çok da dikkatli yapılmıyor. Birçok Müslüman ülkede tarihe yeteri kadar saygı gösterilmiyor. Tarihî binalara, eski tarz binalara yeteri kadar değer verilmiyor. Burada bir modernite açlığı var. Fakat modernite henüz yeteri kadar bilinmiyor. Ancak insanlarda modernite açlığı var. Bu bir problem: “İstiyorum ama sahip değilim”. Fakat sahip olmadığımı istemek bazen iyi olmayabiliyor. Türkiye’de, Mısır’da ya da Fas’ta aslında böyle bir şey olmaktadır. Oysa Avrupa’da bunun tam tersi olmaktadır. Avrupa’nın tarihî seyri daha farklı bir süreç takip etmiş; Avrupa 1920’lerde ve 1930’larda yeni binalar inşa etmiş, daha sonra savaş gelmiş ve bu binalar tahrip olmuş. Savaş sonrasında ise artık şehirleri yok olmuş. Sonra bu tahrip olmuş Ortaçağ’dan kalma binaları restore etmeye, yeniden inşa etmeye başladılar. Tekrar dönüp baktığımızda, burada, bu çalışmaların bir kimlik inşa etme ile ilgili bir mücadele olduğu görülmektedir: Geçmişte ne isem o olmak istiyorum!”

Al-Sayyad’ın bahsettiği modernite açlığı, (aslında modernitenin ürettiği yeni yapılarla) ısrarla dünyanın gettosu olmak için yabancılaşmayı, bayağılığı, taklidi, düşmanına hayran olmayı isteyen bizim gibi ülkelerde ağır bedeller ödeyerek kendini gösterdi. Bugün gene aynı modernite açlığı veya taşralı modernite hayranlığıyla şehirlerimiz katlediliyor. Hem de tarih-kültür-medeniyet çığırtkanlığı  yapan iktidarlar eliyle. Erken cumhuriyet döneminin tarihi yok etmek için tarihî şehirleri imha eden zihniyetini anlıyoruz. Peki ya bugünkü zihniyete ne demeli?

Fark etmiyor… Renkleri ayrı da olsa sesleri hep aynı çıkıyor… Şehir denilince, adeta kıyamet savaşlarına hazırlanan gökdelenlerin birbirlerine küstahça ve öfkeyle bakışlarını anlayan bir siyasî zihniyetin şehir ve mimarî anlayışı bundan ibaret oluyor.

Al-Sayyad ikinci dünya savaşı gibi toplu ve korkunç şekilde insan ve şehir katliamlarını yaşamış Avrupa’nın, kendi kimliğini yeniden inşa etmek için şehirlerine nasıl ihtimam gösterdiğine önemli bir vurgu yapıyor.

Biz ise, (bakmayın siyasî lâkırdılara) hâlâ modernite açlığıyla bir türlü tatmin olamamanın, tarihten kaçmanın, ondan uzaklaşmanın raylarını döşüyoruz. Erken Cumhuriyet döneminde döşenen ve bir türlü oturtulamayan, ama hızla yaygınlaştırılan o “şahsiyetsiz” şehir ve mimarî çöplüğünde ‘kentsel dönüşüm’le meşgulüz.

Tarihe saygı; eski yapıları süsleyerek değil, onları korumak ayrı bir konu, “dünya görüşü ve yaşama biçiminden kaynaklanan şehir ve mimarî tarzımızı yeniden inşa ederek” olur.

Al-Sayyad, söz konusu açıklamalarında Şehir ve mimarî bağlamında Lübnan ve Hizbullah’a ilişkin oldukça ilginç bir gözlemini aktarıyor: “Hizbullah’ın Beyrut’ta ve Güney Lübnan’da kontrolü altındaki bölgelerde Hizbullah’ın ideolojisinin yansıması olarak yeni bir mimarî ve kentsel biçim ortaya çıkmıştır… Bu bölgelerdeki mahallelerde cemaatin yapısı, topluluğun yaşamının yapısı, bazı şeylerin yerleşimi.. tüm bunların hepsi belirli bir politik ideolojinin ürünü ve yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır…”

İşte dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru böyle bir mecburiyeti gerektirir. Tarih ve medeniyet birikimi olan toplumların, böyle bir iddiası olan siyasî iradenin öncelikle kendi şehir, medeniyet ve mimarî birikiminden haberi olması, onu tanıması gerekir. Maalesef şehirlerimiz, arkasında dev bir şehir ve mimari birikimi olmasına rağmen, Lübnan’daki Hizbullah kadar şehir idraki taşımayan bir zihniyetin insafına terk edilmiş durumda.

Bir de “çevre ve şehircilik” adlı ihtisas bakanlığının ihdasına ne demeli? Bu da herhalde “bizim böyle bir idrakimiz yok” demenin ironik bir ifadesi olsa gerek.

Mevcut siyasî iktidarın ne böyle bir iddiası ne de böyle bir birikimden haberi var. Şayet olsaydı, eline geçmiş bunca imkan ve fırsat boşa harcanmazdı. Halâ da harcanmaya devam ediyor.

Dert büyük… Dertsizler de o nispette muhteşem!

Aslında kültür ve medeniyet kirlenmesinin farkına varamayan, bunu göremeyen bir siyasî iradeden böylesine tarihî bir sorumluluk beklemek boşunadır.

“Kentsel dönüşüm”lerin dönüştüreceği, adına “şehir” denen muhteşem “insan ve mekân tabutlukları”nda Cansever’in deyimiyle, “biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm”iyetimiz devam edecek.

Muhakkik Mimar Cansever’le bitirelim: “Bu kültürel kirlenmenin, bu varlığın bilincinden kopartılmış ve dolayısıyla dünyaya, varlığa, çevreye, topluma ve geleceğe karşı sorumsuzlaşmış olmanın bedeli son derece ağır bir şekilde ödenmeye başlanmıştır.”


 

 

17 Aralık 2012 Pazartesi

“NEREDE BİZİM ŞEHRİMİZ???”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Hiç şüphesiz, bu soru “bize ait” bir şehrimiz olmadığına vurgu yapıyor. Bizim olmayan şehirlerde istif edilmiş insanları yaşadıkları yerin “yaşamaları gereken yer” olduğuna inanmaya mahkûm edenlerin isimleri, sıfatları, renkleri, iddiaları, partileri değişse de “değişmeyen” bir icraatları var. O da: “Sizi asla insanca bir şehirde yaşatmayacağız!”dır. Tanzimattan Cumhuriyete, Cumhuriyetten bugüne, böylesine dehşetli bir gerçeği ‘toplumsal anestezi’ altında hissetmemeye bizi mecbur ve mahkûm ediyorlar! Kimler mi? İktidar sahipleri, şehir yöneticileri, şehir plancıları, mimarlar, müteahhitler ve bütün bunlara rağmen tepki vermeyenler! Hepsinin tek bir ortak paydası var: Şehvete dönüşmüş rant iştahı!

Yazımızın başlığındaki sıradan gibi görünen ontolojik soru Üstad Necip Fazıl’a ait.

1944 yılında Büyük Doğu mecmuasında “Nerede bizim şehrimiz???” başlığı altında yazdığı manifesto niteliğindeki yazısını, aradan 68 yıl sonra okuduğumuzda bile müthiş bir basiret ve ferasetle bugüne seslenen bir feryâd, bir çığlık niteliğinde olduğu görülür. Bugünlerde “kentsel dönüşüm” adı altında artık ruhu kaybolmuş, maddesi kaosa dönmüş, kisvesi kendisine ait olmayan, insanı kasvete bürünmüş şehirlerimizi güya “yeniden dönüştürecek”, gerçekte ise büyük ve bir daha içinden çıkılamayacak kaoslara sebep olacak girişimlerin ‘mücrimleri’ belki okur da dehşete kapılırlar, ibret alırlar. Ama mümkün değil. Çünkü okuyacak göz, anlayacak, fehmedecek idrak yok!

Üstad’ın bu yazısı aynı zamanda “şehir” perspektifinden bir dünya görüşü ve medeniyet sorgulamasıdır.

Üstad’ın “tarihî ikaz”ını 1944’deki şekliyle sunuyoruz:

·         Bir İngiliz, Alman, Amerikan, Fransız, Rus, Japon, İtalyan, hattâ bir İspanyol, İsviçre, Finlândiya, İsveç, Bulgar şehir tipi var; fakat bugün bir Türk şehri yok!..

·         Herhangi bir mimarî ve şehircilik davasından uzak, sadece bir cemiyetin mekâna aksetmiş zaman ruhu üzerinde kalarak soralım; evet, bütün keyfiyet ve kemiyet ölçüleriyle, hemen her şahsiyetli milletin, milletlerarası ve orta malı unsurları yepyeni ve ayrı ayrı düzenler altında seciyelendiren şehirleri var da niçin bizim bir şehir tipimiz yok?

·         Zira, içinden çıktığımız ve köklerine kibrit suyu döktüğümüz eski dünyaya karşılık içine girdiğimiz ve köklerinden feyizlendiğimiz başka bir dünya yok da ondan; zira, bir asrı geçkin bir zamandan beri bizi ruh arsasında köleleştiren dış çizgileri taklit zihniyeti, olmayışımızı, olamayışımızı, en fazla şehir plânında ilân ve ifşa ediyor da ondan…

·         Ve yine zira, büyük şehir, dış çizgiler halinde kopya edilmesi mümkün bir hadise değil, mekâna sızan bir ruhun, dış çizgiler halinde billûrlaşmış nescidir.
 
·         Sadece şehrini hendeseleştirecek bir ruha ve ruhunu pırıldatacak bir şehre mâlik olamamak yüzünden, tam bir asırdır, Batı adamının beylik ve orta malı (barok), (rokoko), (kübik), (ürbanizm) kırıntılarının posalarında gıda arıyor ve bunun ismine inkılâp diyoruz.

 ·         Bizim şahsiyetli bir dünya görüşümüz varsa, mutlaka hususi bir şehir tipimiz; ve şahsiyetli bir şehir tipimiz varsa, mutlaka hususî bir dünya görüşümüz olmak icap eder; müzmin boşluğumuzu ve bir türlü olamayışımızı müşahhas plânların en sert, en katı ve kolayca elle tutulur cinsinden olan şehir plânında arasaydık, belki en esaslı eksiklerimizin mizanına ererdik.

·         Hendese ve nisbetin bütün şiirile, hendese ve nisbet sıkıntısının bütün şiirini bir arada kucaklayan ve Süleymaniye kubbesine liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van kedileri gibi umumî bir soy benzerliği içinde başka başka çatıları, sokakları, meydanları ve her türlü müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman içinde mekân ve mekân içinde zaman ölçüsünü heykelleştirecektir; bütün devlet ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var???

·         İdarecileri, mütefekkirleri ve sanatkârlariyle, bu çileden uzak yaşayan insanlara, belli başlı bir hayat ve faaliyet içinde olmak imtiyazı verilemez!!!

 ·         Cemiyet iklimimizin, en geniş nezaret ufkuna mâlik taraçası demek olan şehrimizi plânlaştırmakla, ruhumuzu plânlaştırmak arasında fark görmeksizin, şehrimizi, Türk şehrini, milyonluk Türk celselerinin toplantı mekânını istiyoruz!!!”

 “Nerede bizim şehrimiz?” sorusuna vereceği cevabın tasasını çekmeyenlere “belli başlı bir hayat ve faaliyet içinde olmak” hakkı verilemeyeceğine dair Üstad’ın tesbitini anlayabiliyor muyuz? Anlayabiliyorsak şehre dair derdimizin anlaşılacağı ve çaremizin de bulunacağını anlayabiliyoruz demektir.

Şehirlerimizde “korku ve kasvet duygusu”nu “büyük refah ve ümid”e dönüştürecek, “selîm zevk” ölçüsüyle “yeni bir şehircilik manâ ve şahsiyeti getirecek” insan, idrak ve kadrodan ne yazık ki yoksunuz!

Üstad Necip Fazıl’ın “büyük şairlerin farkında olmayarak, bazı mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük şehir vakıası” dediği türden bir dehşeti yaşayan şehirlerimizin geleceğine ilişkin bir ümid henüz yok! Böyle bir ümid olabilmesi için lazım gelen “şehir idrak ve irfanı”ndan henüz uzak bulunuyoruz. Yâni bilinmez bir zamana kadar bu kasvet ve dehşeti yaşayacağız!

 “Hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeyi” ihtar eden mutlak ölçünün şehirlerimize de yansıyacağı gün, kendimizi de şehrimizi de idrak etmiş olacağımız gündür.

 

 

 

 

 

10 Aralık 2012 Pazartesi

“ALTERNATİF YENİ ŞEHİRLER” YA DA “MALZEME SİLOLARI” KURULUYOR…

Yahya  Düzenli
 
Okuduğumuza inanalım mı?
89 yıllık Cumhuriyet yeni şehirler kuramadı ama habere bakılırsa Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “yeni şehirler” kuracakmış (!) Bu köşede bugüne kadar yaptığımız eleştirilerimize bir yenisini daha ekleyerek ifade edelim ki; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yeni şehir tasarımı her ne ise, o tasarımlarla mevcut şehir haritamız bir kez daha ifsat edilecektir.
 
“Yeni şehir kurma” büyük bir iddia. Bu iddiayı ortaya atanın ya çıldırmış olması lâzım ya da bütün hazırlıklarını tamamlamış, tarih-kültür-medeniyet ve şehir idrakiyle devrim çapında bir hamleye girişmiş olması lazım. Biz matematik bir kesinlikle ifade ediyoruz ki; eğer böyle bir iddiaları varsa (ki Bakanlığın yaptığı açıklamada öyle deniliyor) çıldırmış olmaları lâzım.
 
 
Bakanlığın Mekansal Planlama Genel Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada “Stratejik mekansal planlama ile alternatif şehirler kurulacağı”nı belirtilerek, “Türkiye’nin yeni cazibe merkezlerini planlamak için düğmeye bas”ıldığı, “makro ölçekte yapılacak planlama ile yeni şehirler, limanlar ve cazibe merkezleri kurulacağı” ifade ediliyor.
 
 
Açıklamada ayrıca “Türkiye'nin gelişimine paralel olarak ortaya çıkacak kara ve tren yollarının hangi güzergâhlardan geçmesi gerektiği belirlenecek. Planlamanın bir önemli özelliği de Türkiye'nin yeniden ele alınacak kıyı imarı ile bazı sahil şehirlerine yeni ve efektif limanlar kurulacak olması. Böylece deniz taşımacılığında yeni bir dönem başlayacak” deniliyor.
 
 
İddia büyük ama idraklerin bu iddia çapında büyük olduğunu söylemek mümkün değil. Ortaya nasıl “alternatif yeni şehirler”in çıkacağını anlamak için kentsel dönüşüm uygulamalarını, TOKİ tabutluklarını, marka şehirleri (!) görmek yeter.
 
 
Mevcut iktidarın “çevre ve şehir idraki”yle yapılacak her türlü uygulamanın şehirlerde kaosu artıracağını ve insanların hayatını ‘yaşanamaz’ hale getireceğini söylemek, ispat istemeyen bir tespit.
 
 
TOKİ ve Kentsel Dönüşüm terane ve debdebeleriyle yaptıkları şimdiye kadarki medeniyet idrakinden yoksun uygulamalar bundan sonra yapacaklarının teminatı hükmündedir.

Eskilerin sözüdür: “Büyük lokma ye büyük laf konuşma!”

Tıpkı 1930’ların “Tek Parti” döneminde olduğu gibi “emirle” şehirler yıkılıp şehirler kurulmasına benzer bir biçimde, bu kez de 2012’lerin “Tek Parti” iktidarı yeni şehirler konusunda harekete geçiyor.  Mimar Turgut Cansever’in “Kilisenin, feodal beylerin ve kralların iradesi bugün teknokratların iradesi şeklinde tezahür ediyor.” tespitinin yeri de tam burası.

Cansever’in şehircilik konusundaki “tarihî tecrübemiz akıl almaz bir zenginliğe sahip.”  sözünü hatırlatmanın bir faydası var mı? Yok! Çünkü, böyle bir tecrübeyi görebilecek, okuyabilecek, anlayabilecek “çevre ve şehircilik” idraki yok!
 
 
İnşallah Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “alternatif yeni şehir” kurma fikrini yeniden düşünür ve teşebbüs ettiği işin “malzeme depolama siloları” olmadığını anlar.

Her şeye rağmen, bir arsa kenarına düşmüş tohum bir gün çatlayarak birilerinin dikkatini çeker babından, muhakkik mimar Cansever’in o muhteşem uyarılarından kesitlere kulak verelim:

“Şehir medeniyetin tezahür ettiği yerdir. Ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dinî düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın dünyadaki vazifesini ve en üst seviyede varlığın anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak şehir oluşmasını sağlar ve en yüksek gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur.”

“Yeni şehir” kurma iddiasındakilerde var mı böyle bir idrak?

Devam edelim Cansever’e: “Şehir, varlığın çeşitli anlamlarını kapsayan inançlar ve davranışlar bütününün bir yansımasıdır. Tabii ki bir mimar bir bina inşa ederken bu bütünlüğü göz önünde tutacaktır; aksi takdirde yaptığı şey eksik kalır. İnsanlık tarihinde bunun önemli örnekleri var. Mısır’da mimarlar Firavun ailesine mensup rahiplerden, yani toplumun en seçkin kesiminden oluyordu. Osmanlı dünyasında mimarların seçkin bir sınıf teşkil ettikleri muhakkaktır…”
 
 
Bu bağlamda Batılı mimar C. De Porzamparc şunları söylüyor: “Mimarlar, yere, mekana ait olan şeylerin dil aracılığıyla tam olarak yakalanamayacağını, dile getirilemeyeceğini bilirler. Bir örnek vermek gerekirse, Erwin  Panovsky 60’lı yıllarda gotik mimari hakkında bir kitap yazmıştı. Gotik mimarinin kökeninde skolastik düşüncenin yer aldığını son derece parlak bir şekilde kanıtlıyordu. Gotik planın, Aqiuno’lu Thomas’un Summa  theologiae’sindeki sınıflandırmalardan ve Keşiş Suger’in öğütlerinden nasıl esinlendiğini çok doğru bir şekilde açıklıyordu…”
 
 
Bir şehir kurulurken nasıl bir derin idrak ve inşa olması gerektiğini anlaşılabiliyor mu? “Yeni şehir” kurma iddiasındakilerde var mı böyle bir “ontolojik” idrak?
 
 
Yok, yok yok…
 
 
Olsaydı on yıllık “Tek Parti” iktidarında en azından belirtilerine şahit olurduk! Bu on yıllık dönem şehircilik konusunda hem ceberrut CHP tek parti dönemini, hem de arkasından gelen DP döneminde yapılan “imar uygulamaları”nı çağrıştırıyor. Onun için Başbakan’a (ulaşmaz ama gene de) rahmetli Canseverin bir sözünü hatırlatalım: “Menderes’in yanılgısı danışmanlarını seçmeyi bilmemesiydi. Bu şekilde Türk halkı sindirildi, tepkisizleştirildi, çevre ilişkilerinden kopartıldı.”  Sadece danışmanlarını değil, bakanlarını, tüm kadrosunu…
 
 
Mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Cansever’den bahsetmenin hiçbir yararı yok. Çünkü, onun eserleriyle zuhuru o kadar apaçık ama görecek göz yok.
 
 
 

4 Aralık 2012 Salı

TOTALİTER ZİHNİYETİN ŞEHİR TASARIMI ÜZERİNE…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, bir söyleşide batı şehirleriyle ilgili kendisine sorulan “Avrupa şehri kendisini büyük kudretler vehmeden iradenin dikte ettiği, kitleleri en kolay şekilde nasıl yönetebilecekse öyle dizayn ettiği şehir midir, yani otoritenin iradesini mi temsil eder?” sorusuna öyle bir kuşatıcı ve ontolojik bir cevap veriyor ki, bütün bir şehir-insan-medeniyet-mimari davamızın hülâsasını ortaya koyuyor.

Şöyle söylüyor Cansever:  

“Kendisinde, her şeyi yapmak hakkının olduğunu vehmeden, emredici bir iradenin, insana ait bütün temel değerleri bir kenara iterek meydana getirdiği bir fizikî yapıdan söz ediyoruz. Düşünün bir kere, duvarlardan ve pencerelerden oluşmuş, bir kilometre boyunca uzanan bir sokak. Bir arkadaşınızı bulmanız için o evden yansıyan şahsiyete değil, kapı numarasına bakacaksınız. Diktatörler ve onların yakınları, yani diktatörün gücünü paylaşanlar, onlar her biri kendilerini bir Firavun addediyor, güçlerini ispat etmek için hareket ediyorlar. Devasa apartman blokları yapıp insanları buralara istiflemek de, 20. Asrın başında Almanya’da yapıldığı gibi, yan yana dizilmiş standart evler yapmak da bir çeşit totaliterliktir. Dev apartman blokları yahut yan yana dizilmiş birörnek evlerden oluşan mahalleler, şehirler oluşturmak, elbette aynı zamanda aileyi standartlaştırma iradesini yansıtmaktadır. Bu türden düzenlemeler, ailelerin ve isteklerinin standart olmadığı bilinerek yapılmalıdır. O halde evleri standartlaştırmak yerine, evlerin parçalarını standartlaştırmak daha insanî bir çözümdür ve yalnızca Osmanlı dünyasında uygulanmıştır. “

Cansever’in bu cevabını okuyunca, diğer bazı sosyal bilimlerde-disiplinlerde yaşanan fakat farkında olunmayan önemli bir yanlışa vurgu yapmak gerekiyor. Genellikle bir konunun uzmanlarına, özellikle de fikir adamlarına “batı”nın sorunlarına, açmazlarına, yanlışlarına ilişkin sorulan sorularda sanki ülkemizin o konuda kemaliyle yaşadığı bir süreç varmışçasına bir tatmin olmuşluk hali sözkonusudur. Hâlbuki, yaşanmış, dili ve zamanı arkada kalmış, geçmiş, tarihsel bir olgu olarak insanlık tarihinde yerini almış ‘medeniyet birikimi’mizi sadece ruhu artık yaşamayan bir ‘gövde’ olarak almak, o medeniyetle ilgili vehimlerin artmasına, derinleşmesine sebep olur.

Cansever’in cevabında da bu durumun deşifresi aynen sözkonusudur. Her ne kadar rahmetli Cansever her ne kadar Batı şehirlerine ilişkin önemli tesbitlerde bulunuyorsa da aslında bugünün Türkiye’sini işaret ediyor, 2012’ler Türkiye’sinin şehirlerine vurgu yapıyor.

Cansever’in söyledikleri tam da bugünlerde, adeta yeni bir dünya savaşı hazırlıklarını tamamlamış, bu savaştan galip çıkacağından en küçük bir şüphesi olmayan, bütün silahlarını, karargâhını, zırhlı araçlarını alana sürmüş bir iktidarın KENTSEL DÖNÜŞÜM operasyonlarını ve sonuçlarını bize haber veriyor.

Onun eleştirdiği o batı şehirlerinin ruhsuz fizikî yapısının “batılı dünya görüşü” içinde bir anlamı, izahı ve yaşanabilirliği var. Bizde ise Tanzimat’tan bu yana, özellikle de Cumhuriyet dönemi şehircilik, mimarî ve yaşama kültürü’nün “totaliter” bir dayatmanın ürünü olmadığını kim söyleyebilir? Siyasî iktidarlar, yerel yöneticiler, mimar-mühendis örgütleri, şehir plancıları ve rant iştahından başka bir şey görmeyen müteahhitler milyonları silolarda 173 yıldır (1873’den bu yana) istif etme sadizminden bir türlü vazgeçmemişlerdir.

Kendi medeniyet ve şehir birikimine, dünya görüşüne savaş açan iktidarları, onların katliamlarının hesabını bir yana koyalım. Peki, ‘yerli’ iddiasıyla 1950’den beri siyasî hayatımızda egemen olan iktidarların katliam müzesine dönüştürdükleri şehirlerimizin hali nasıl izah edilebilir?

Eğer tarih ve gelecek nesiller bir gün her alanda olduğu gibi “şehir ve mimarî” alanında da bir tarih mahkemesi kuracak olurlarsa;

·       Tanzimat’la Cumhuriyet arasındaki 84 yılı (1839-1923) müthiş bir taklit, kendinden utanma, başkalaşma ve yabancılaşma;

·       Cumhuriyet’in kuruluşuyla 1950 arasındaki CHP iktidarını şehir ve tarih katliamcısı, ‘kök kurutmaya memur’;

·       1950 ile 2002 arasındaki 52 yılı da şahsiyetsiz, komplekslerle malûl, önceki katliam döneminin muvazaacı iktidarlarla devamı dönemler olarak mutlak surette yargılayacaklardır.

·       Şimdi… En önemlisi de 2002-2012 arası tek partili siyasî iktidar dönemi…

Peki, bu dönemde ne yapılmıştır ve ne yapılmaktadır? Çirkini yıkalım iddiasının dışında hiçbir tarih, insan, şehir, mimari ve medeniyet derdi taşımayan, sadece bunların “ıslıkçılığını” yapan bir siyasî zihniyetle şehirlerimiz belki iki yüz yıl daha içinden çıkılamayacak bir “kentsel bataklığa” dönüştürülüyor.

Cumhuriyet döneminde hiçbir iktidara nasip olmayan imkan, fırsat, birikim, malzeme ve ortamda şaşırtıcı (!) bir ihtirasla yürütülen on yıllık şehir yapılanmaları ile yaşadığımız mekânlar maalesef heba edildi. Adeta “kifayetsiz muhteris”ler eliyle hayatlarımız çalındı.

Çok tekrarladık yine tekrarlayalım: Tarih ve medeniyet idraki yok ki şehir inşası olsun! Mensubiyet yok ki mes’uliyet ve mecburiyet olsun!

Her şeyden önce kendi şehir, mimari ve medeniyet birikimini anlayamama, yâni zihniyet  problemi var.

Özellikle TOKİ marifetiyle inşa edilen “şehircikler/bina toplulukları”ndan yansıyan bir şehir-medeniyet-mimarî-estetik-yaşanabilirlik ruhu var mı? Sizi tarihi süreklilikle buluşturacak, sürekliliği geleceğe taşıyacak bir idrak yansıması var mı yapılarda ve mekânlarda? Gören varsa söylesin… Bunları sormak bile en hafifinden abesle iştigal olur.

İktidar “kentsel dönüşüm” adını verdiği bu hamlesiyle ne kadar öğünse yetmez (!)

Cansever’in batı şehir ve yönetici zihniyetine ilişkin söyledikleri esasen bugün bize yapılmış müthiş uyarılardır. Çünkü:

1.     Kendisinde her şeyi yapmak hakkının olduğunu vehmeden emredici bir irade,
2.     İnsana ait bütün temel değerler bir kenara itilerek meydana getirilen fiziki yapılar,
3.     Yapılan dev apartman kütlelerinde insanı bulmak için o apartmandan yansıyan şahsiyete değil kapı numarasının değer kabul edildiği bir anlayış,
4.     Diktatör ve diktatör gücünü paylaşma sadizmiyle şehir-mimari ve yaşama biçimlerini de belirleyen ‘güç zehirlenmesi’ne tutulmuş bir yönetim,
5.     Batının yüzyıl önce insanları istif etmek için hazırladığı siloları, kadavra deposu halinde bugün bize “toplu konut”, “kentsel dönüşüm alanı”, “marka kent”, “dünya kenti”, “gecekondusuz kent” olaraksunan bir zihniyet söz konusudur.  Ve tarih bu zihniyeti bir değil iki kez yargılayacaktır.  

Halimize Fuzulî tercüman olsun: “Derd çok, hemdert yok, düşman kavî tâli zebun!”

Rahmetli muhakkik-kimar Cansever “Her nesil kendi şehrini inşa etmeli, kendi yaşama ortamını yeniden düzenleyebilmeli.” diyor. Şehirlerimizde “küçük kıyamet”in, yâni kentsel dönüşümün başladığı bu hengâmede  insanoğlu kendi şehrini nasıl inşa edecek?

Silahla insanların üzerine saldırmakla, iş makinalarıyla coğrafyaya saldırmak arasında bir fark var mıdır? Asla !

Her ikisinde de ‘imha’ya azmetmiş bir terminatör vardır!

Bugün olan da budur!

Vay şehirlerimizin haline!