22 Haziran 2017 Perşembe

“FİKİR CANİLERİ” veya ÜSTAD NECİP FAZIL’I ANMA BİÇİMLERİ…

Yahya Düzenli

İstismarın zirvelerde dolaştığı ve hakikate yer bırakmadığı bir dehlizden geçiyoruz. Hakikat adına hiçbir kaygının yaşanmadığı, her şeye “kullanım değeri”ne göre fiyat biçildiği bezirganlarla dolu bu karanlık dehlizde ahlâk iflas etmiş, fikir yerlerde sürünmüş, sanat işporta malı haline gelmişse, artık cinnet sınırı aşılmış demektir.

Siyasî iktidarın kabaran rengine göre her türlü kara sularında yelken açan ve hangi karasularına girerse orasının bayrağını çeken lejyonerlerin rota belirlediği bir vasatta, önlerine kim çıkarsa çıksın “kullanma”yı varlık nedeni bilenlerin itibar gördüğü bir iklimde yaşıyoruz.

Olmayan fikirleri, kalmayan ahlâkları ve dumura uğramış idrakleriyle, her mayıs ayında magazin ve eğlence malzemesi halinde gündeme taşıdıkları Üstad Necip Fazıl’ı anma biçimlerinden bahsediyoruz.

İçlerinde çok nadir türden istisnaları olmakla birlikte Siyasîler böyle, tüm medya kuruluşları böyle, sivil toplum örgütleri böyle…

Üstad Necip Fazıl, günümüzden 39 yıl önce (26.2.1978)  “Fikir Canileri” başlığıyla tam da bu günlere dair yazmış:

“Demagocya zanaatı… Evet, sanatı değil zanaatı… Sahte para basmaktan daha şenî bir fikir suiistimali… Kalpazan, hiç değilse, hakikî paranın sahtesini basar, demagocya zanaatçısı ise, sahte fikrin, sahte nakdini…

Fikir, vergi değil, bahşiş almaya alışınca, demagocya zanaatının istismar meydanı olur. Ve menfaat karşılığı ırzını teslim eden bir kadın gibi, ilk hamlede samimiliğini feda eder.

Ekseriyetle kasasında bir kuruş bile bulunmayan hak, eğer demagocya zanaatçısının haksızlık kasasından aldığı 100.000 lira maaşı, 100.001 liraya çıkarabilseydi ona kolaylıkla tükürdüğünü yalatabilirdi; bu da, hakkın tenezzül etmeyeceği ayrı bir demagocya olurdu.
İman, ıstırap, vicdan ve halisiyet ukdelerini ruhlarından söküp atmış, fikir ve mânâ tahrifçisi, eyyamgüder demagocya cüceleri, her devirde ve 24 saatlik hayatın sefil kadrosunda, uşaklığın sırmalı kaftanı içinde yaşamışlardır.
Bu adamların nefs müdafaası yolunda gösterdikleri gayret, fikir dolandırıcılıklarının, dolayısiyla demagocyaların en iğrencidir. Müdafaaları alınmadan idamı caiz masumlar (!) zümresi fikir canileri, beden katillerinden beter mi beter!”

Üstadın bu satırları günümüzün kalem erbabına bir şey söyler mi acaba?
Özellikle de Üstad’ı “anmak” için kendini “bilirkişi” edasıyla sergileyenlere ne söyler?
Üstad’ı “anma” ile “anlama” arasındaki idrak farkını göremeyenler de anlamaz bu satırları!

Üstad’ın “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor” tespitinin gerçeklik halinde tezahür ettiği bir dünyadayız.

Daha sı var… Üstad’a ait olmayan cümleleri, anokdotları sanal ortamda pazarlayanlara ne demeli? Müptezelliğin böylesi görülmüş değil!

Herşeyden önce Üstad’ı anlamak bir yana, onu okumanın cümle kapısına bile yanaşamamışların ağızlarında “sakız” türünden O’nun mısralarını ve cümlelerini çiğnemeleri müptezelliğin bir başka türü olarak ortalığı sarmış bulunuyor. Gene Üstad’ın teşbihiyle; “bizim zamanımızda karşımızda küfürden buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle bu küfürden buzdağını erittik. Şimdi ise geç geçebilirsen çamurdan!”

Hiç şüphe yok ki, kullanıldığı yerde bile “zati değeri”ni muhafaza eden Üstadın mısraları-fikirleri, umulur ki bir gün gerçek idrak sahiplerini bulur.

Üstad’ın günümüzden 40 yıl önce (1977) BÜYÜK DOĞU’ya dair bir gazetenin “Sizin ‘Büyük Doğu İdeali’ diye 40 yıldır güttüğünüz bir dava var… Bu davayı kısaca özleştirir misiniz?” sorusuna adeta okyanusu bir bardağa doldururcasına verdiği şu cevabı kim okur, kim anlar ve kim gereğini yapmaya dair bir mes’uliyet sahibidir?

“Şevkle… ‘Büyük Doğu İdeali’ tek zerresini feda etmeksizin İslama yol açmanın sistemidir. Ve bu sistem ‘metbu’, yani tabi olunan bir nizam değil, tabi olan, kendi özüyle hiçbir istiklali olmayan; herşeyi, bu cihanda ne varsa hepsini İslamda bulan, toplayan, gösterin ve asrın meselelerine tatbik eden bir DÜNYA GÖRÜŞÜ…”

Üstadı “anma”ya çıkanların her şeyden önce O’nun BÜYÜK DOĞU’suna yaklaşabilmenin usul şartlarına malik olmaları gerekir.

“Neyi anladığı”nı zannettiğinden önce “neyi anlamadığı”nı anlaması gerekenlere Üstad’ın “Fikir Canileri” yazısı zaptedici olur mu dersiniz?


7 Haziran 2017 Çarşamba

GENÇLİK VE İDEOLOCYA

Yahya Düzenli

Bütün bir hayatını “ben bir genç arıyorum gençlikle köprübaşı” mısraında ifade ettiği gençliğin maya tutmasına adayan Üstad Necip Fazıl, “O VE BEN”de kendisinde gençlik yoğurma gayesinin  Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini tanımasıyla birlikte başladığını ifade ederek “Efendimden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurma merakı, bende, 1942’de başladı” der ve “O sene, Beylerbeyi’ndeki evimde, bir gece, pencerelerin katran rengi süt beyaz oluncaya kadar, bir gençlik grubuyla sohbet… Bütün bir gece yapılan tarih, millet ve nefs muhasebesi… Sabaha kadar kaynayan semaver ve gençleri ilk vapura yetiştirip dönüşüm… Bu ilki… Ondan sonra ne gençler gelip geçti; fakat hayat ve hâdiseler çoğunu yuttu ve kalburun üstünde yalnız birkaçı kaldı. Her gelen yıl da yenilerini getirdi” şeklinde devam eder.

Sıradan gibi görünen bu müthiş cümlelerde, aslında bir neslin ıstırabı, trajedisi yatar. Bu trajedi bugünün gençliğine de musallat olan (Üstad’ın cümlesiyle) “hayat ve hadiselerin çoğunu yutması”dır. İnanış, fikir ve ahlâka dair doğru, sistematik ve derinliğine bir irfan havzasından mahrum olan genç neslin trajedisi ne acıdır ki görülmüyor, fark edilmiyor ve derinleşiyor.

Gençliğe hayatın gayesi ve ideal olarak; kaynağı ne olursa olsan bol kazanmak, bolca harcamak, hedonist bir tutkuyla konforlu yaşamanın hedef olarak gösterildiği modern zamanlarda, ruh damarları tıkanmış, kalbinin yerinde et parçası taşıyan robotlardan ibaret bir kütle var karşımızda…

Oysa ki, Üstad, yoğurmaya çalıştığı gençliğe dair (bugün de ihtiyacı hissedilmesi gereken) “GENÇLİK” başlığı altında şunları söyler: “Dâva Anadolu gençlerinden, her biri ulvî aşıyı taşıyıcı ve bulaştırıcı bir aşk kadrosuna maya tutturabilmekti. Ceplerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda aranılan güneşi bulup çıkaracak, yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca edecek, hasis ferd kadrolarında eskitilmiş ve pörsütülmüş mânalarla hiçbir alâka kabul etmeyecek, mutlak hakikat ölçüsüyle aklın hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek, tarih boyunca bütün hesaplaşmaları yerine getirecek bir gençlik…”

İşte bütün mesele… İşte gençlikten beklenen… İşte gençliğe verilmesi gereken ruh ve ideal…

Devam ediyor Üstad: “Vecdiyle, estetiğiyle, ahlakiyle, ideolojisiyle sımsıkı merkeze bağlı, solmayan renk ve geçmeyen ânın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni dâvanın gençliği… Efendi Hazretlerinin, hani şu “Siz bana o Ümmeti gösterin de, ben de size onun hemen kurtulduğunu haber vereyim” buyurduğu topluluğa çekirdek, ölümsüzlük gayesine destek gençlik…”

Üstad, rüyasını gördüğü ve bu rüyayı bizzat 40 yıllık Büyük Doğu mücadelesiyle adeta tabir ettiği bu gençliğin sahip olması gereken ideolocyaya ve bu ideolocyanın mücadelesini vermesi gereken gençliğin bir türlü olamayışına dair trajik gerçeğe dair de  “İDEOLOCYA” başlığında şunları söyler:

“Kendi kendine hiçbir istiklâli olmayan ve temel gayenin, aslından nokta feda etmeksizin yeni zaman ve mekâna tatbikinden ibaret olan Büyük Doğu İdeolocyası işte bu gençlere mahsus bir kafa ve ruh plânı olarak örgüleştirilir ve bu ağır başlı örgünün yanında, zıdlarımıza karşı en ağır savaşlar açılırken, çektiklerimiz, bir türlü anlaşılmayışımız; bodrum katındaki çürük çuvallar gibi hep geriye irca edilişimiz, vatan kurtarıcılığı yerine vatan hainliğiyle suçlandırılışımız ve kendi aramızda bir türlü toparlanamayışımız, ancak şu türlü izah edilebilir:
 
Bu yurdun, tam dört yüz yıllık alçalma ve çürüme, alçaltılma ve çürütülme tarihinde, devre devre gelen ve üstüste binen tesirlerin, nihayet, çocuk ninesini ve büyük baba torununu tanımaz hale gelecek derecede ruhlarda açtığı yara… Muhataplarımın hali!..”

Genç neslin irfan damarlarının tıkandığı, ruh adelelerinin pörsüdüğü, idrak kanallarının dumura uğradığı bir hengâmede Üstad’ın bu canhıraş feryâdının karşılığı olabilir mi? İhtimaller aleminde olsa bile sokaktaki haliyle böyle bir imkân maalesef heba edilmiştir. Üstad’ın cümleleriyle; “… hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesir” in bütün şiddetiyle devam ettiği bir iklimde hangi gençliğin irfan ve idrakinden bahsedilebilir?

“Yepyeni bir nesil yoğurmak borcundayız” diyen Üstad, bu neslin vasıflarını “vecd, heyecan, hareket, cehd, hamle, murakabe, muhasebe, zekâ ve irfan…” olarak kaydeder.

Gençliğin “olmazsa olmaz” ideolocya ihtiyacı, ne yazık ki halen hissedilmiyor. Hissedilmeyince de sokak kültürü seviyesini aşamayan gazete kalemşörlerinin allamelikleriyle körpe idrakler kısırlaştırılıyor, köreltiliyor.

“Bu nesil gelir mi?” diye düşünmeyin, “bu millet kalır mı?” diye hesap edin! Bu millet kalacaksa bu nesil gelecektir! Allah bağlısı bu millet elbette kalacak ve Allah âşıkı bu nesil şüphesiz gelecek!

İmkanlar alemindeki kaos ve kısırlığa rağmen, Üstad’ın bu ümitvar cümlelerini dua kabul ederek, O’nun “Bu nesil gelir mi?” sualine gene kendisinin “Geliyorlar” başlığıyla 1979 yılında, inkisarlarının zirveye çıktığı bir dönemde yazdığı şu sarsıcı cümlesi gerçek olur mu dersiniz:

“Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylan, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edaları şiir, diyalektikleri ipekten örgü, geliyorlar!”

Böyle bir neslin öncelikle İman, itikad ve ahlâkî temelini hazırlaması gereken Devlet Müesseseleri ve idarecileri ne yazık ki, bölünmüş yollar, havaalanları, denizaltı geçitleri, vs. kadar bu nesle zemin hazırlayıcı bir idrak ve dertte değiller!

Bitirirken, Üstad’ın şu cümlelerini, henüz ortaya çıkmayan bir nesil için dua kabul edelim:

“… Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan ışık fışkırdı.
Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir…”


(Hüküm Dergisi, Haziran 2017)