23 Şubat 2015 Pazartesi

EŞKIYANIN ŞEHRE İNİŞİ VE MASUMİYETİ YOK OLAN ŞEHİR…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin yaşanamaz hale getirildiği, şehir cinayet ve katliamlarının sınır tanımadığı netameli zamanlarda yaşıyoruz. Üstelik şehir katliamlarının hayat iksiri olarak sunulduğu ve bu iksire kavuşmayanların hızla ölüme doğru gittiğine inandırılıyoruz.

Nasıl mı? Şehir eşkıyalarının şekavetlerinin talan ve uygulama arenası haline gelen şehirlerimizde yükselen beton tabutluklar, zararsız böceklerin bile masum bir toprak parçası bulamadıkları için yaşayamayıp terk ettiği mekânlar, sadece kâr ve rant şehvetinin sembolü AVM’ler, iş kuleleri, rezidanslar, güvenlikli siteler, vs. vs… Artık şehirlerimiz her birimizin canlı olarak içinde mes’ut biçimde sığındığı birer nekropolden ibaret… Kendilerini canlı zanneden kadavralar için antik zamanlarda taştan oyulmuş lahitlerden oluşan nekropoller inşa ediliyordu. Modern zamanlarda beton lahitler üst üste dikilerek metropoller oluşuyor. Yani; modern zamanların metropolleri antik zamanların nekropolleri haline geldi.

Eşkıyanın şehre inişi bu hale getirdi şehirlerimizi… Artık dağlarda talan ve vurgun zamanı geçti, şimdi eşkıya şehirde hükümrân oldu… Eskinin eşkıyası kanundan kaçmak için dağa çıkar, vurgun yapardı, şimdilerde kendi kanununu ihdas ederek şehre indi.

Bu eşkıya yol kesen, kervan soyan türden değil; şehir rantlarını kollayan, şehrin neresinde bir bâkir toprak parçası, yeşil alan veya üzerine henüz bir şey konmamış arazi görse oraya musallat olan devletlû şeriklerinin korumasında bir eşkıya güruhu…

Öyle bir eşkıya güruhu ki dağlardaki eşkıyaları aratır cinsten..

Bu konuda arşivimizi bir yoklayalım…

XV. yüzyıl Osmanlı belgelerinden birisinde Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın Divan-ı Humayûn’dan İstanbul Kadısı ve Silâhdarbaşına gönderdiği bir hükümde “şehri eşkiyadan tathir ve pak etdiresin” diye emir buyurur. Yâni “şehri yol kesicilerden temizleyip arındırasın” der. Aynı hükümde “bazı ehl-i fesad evler basıp, adam katledip, esbap ve emval garet edip fesad ve şenaat eylemekten hali olma”dığını belirterek gerekli tedbirlerin tez elden alınmasını ferman eder.

O dönemde fermanın gereği yapılır ve şehir eşkıyadan temizlenir. Amma… Öyle bir zamandayız ki; ferman tersine çevrildi, adeta “şehri tez elden eşkıya ile âbâd idesün!” diye fermanlar salınır oldu !

Artık, ehl-i fesad evler basıp adam katledip emvali yağma etmiyor, daha korkuncunu yapıyor:
Şehirlerimize Moğol ve Haçlı istilâsının modern zaman tarzı istilâlar musallat oldu. Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in Amerika şehirleri için söylediği gibi, “Cengiz Han’ınkinden de kültürsüz bir vahşet hakim. Kuvveti ele geçirenlerin kendilerini dünyaya kabul ettirme iradesi” ve şehveti var ortada!

Şehirlerimiz inşa, imar ve ihya edilmiyor; iğfal, işgal ve imha ediliyor!

Bu bir rüya mı? Hayra mı şerre mi yormalı? Gördüklerimiz rüya değil, kâbusu da aşmış bir şehir gerçekliği! Bu gerçeklik hayatımızı istilâ ettiğinden, bu kaosta ifna olduğumuzdan göremiyor, fark edemiyor, anlayamıyoruz bu gerçeği!

Bu gerçekliğe birkaç cümle ara vererek Üstad Necip Fazıl’dan mühim bir misal verelim…

Yıl 1939. Üstad Necip Fazıl İstanbul’da karşı yakaya geçmek için Boğaziçi Vapuruna biner. Vapur köprüye yanaşınca, bir elinde acele ile gazeteye yetiştirmesi gereken yazı, diğer elinde ise her gün beraber gidip geldiği bir dostunun kolu Yenicami istikametine doğru yürürler. Üstad’ta hayret ve dehşete sebep olan hadisenin bundan sonrasını “Başıboş Şehir” başlıklı yazısından okuyoruz:

“Tam köprünün bittiği yerde, yani yüzünüz Yeni Camiye doğru köprüden çıkarken sol tarafta, köprüye hemen bitişik küçük toprak parçası üzerinde arkadaşım ne görse iyi?

Küçücük bir mısır tarlası!
Arkadaşım kolumdan çekti:
-Şuraya bak! Dedi, köprü başına mısır ekmişler!
Vapurdan çıkan birkaç kişi, şehrin en izdihamlı noktasında kendilerine hayat hakkı arayan mısır fidanlarına doğru hayretle eğildik ve ibretle yolumuza devam ettik.

Kim bilir hangi kayıkçı, gemici, Şirket-i Hayriye memuru, o başıboş toprak parçasına bu mısırları ekmiş, yahut o başıboş toprak parçası, üzerine düşen birkaç mısır tanesinden, başıboş şehrin tam bir ifadesi halinde derhal bir mısır tarlası fışkırmıştı.

Belki bu yazı bitinceye kadar herhangi bir belediye memurunun yolması mümkün olan, belki de ve en kuvvetli ihtimalle hala o noktada bekleyen bu mısırlar, tenekeden evleri, barsaktan sokakları, herkesin ve herşeyin keyfine açık ve perişan bünyesiyle, zavallı İstanbul’un ne mükemmel ifadesi!”

Üstad, gördüğü bu şehir manzarası karşısında hükmünü verir: “İstanbul’u vecize halinde ifade için, köprü başındaki mısırlardan daha kuvvetli bir vesika bulunamaz. Bu tarzda olağandışı tecelliler, insanı, kendi memleketinde seyyah haline getiriyor.”

Her mısraı berceste olan “Canım İstanbul”u yazan Üstad’ı 86 yıl önce dehşete düşüren bu manzaralar artık kalmadı! Sadece İstanbul’da değil, neredeyse hiçbir şehrimizde yok!

Sevinelim mi? Üzülelim mi? Şehirlerimiz Üstadın bahsettiği çirkinliklerden, kirliliklerden, teneke evlerden temizlendi, ıslah edildi de mi bu manzaralar artık yok?

Şimdi şehirlerimizi mısır tarlaları yerine beton ormanları istilâ etti.

Biz de Üstadın hayretinin tam tersi bir hayretle veyl! diyoruz.

Şehir idraki olmayan ve şehirli olamayan güruhun şehirlerimizi ne hale getirdiğinin tipik bir misalini dehşete kapılarak dile getiren Üstad, bu misalle şehir davamızı öyle derinden resmeder ki; günümüzün şehir yöneticileri anlayamaz!

Şimdilerde olsa şehirde kendini kentsel dönüşümden kurtarabilmiş vaha diyebileceğimiz bu masum mısır tarlası o yıllarda şehrin dokusunu bozan bir patolojik organ gibiydi Üstad’ın gözünde. Bugün ise tam aksine şahit oluyoruz. Üstad’ı hayrete düşüren bu tablo toprak terminatörleri tarafından rant ve kâr şehvetiyle yok edildiği için bugünkü şehirlerimizin masumiyeti hunharca katliamlarla kaybedildi.

TOKİ, belediye ve müteahhit eli değmemiş bir toprak parçası kalmadığı için şehir toprağının kimyası bozuldu, tabiatı değişti. Şehrin içeresinde insanın ayağını basacağı bir toprak parçası bırakmayan bu meş’um troyka marifetiyle gelecek nesiller toprak diye bir şey tanımayacak. Toprağı sadece filmlerde, fotoğraflarda görecekler. Daha da ilginci kimya laboratuvarlarında “bu topraktır” diye kendilerine gösterilen parçalara, başka galaksiden kopup gelmiş parçalar gibi hayret edecekler!

Görünen o ki bu eşkıya güruhunun ıslah-ı nefs edip nâdim olması mümkün değil. Bu hal, tatmin edilemez şehir eşkıyası iştihasının toprağa ihanetidir.

Üstad’ın hayret ettiği, dehşete kapıldığı  “kendilerine hayat hakkı arayan mısır fidanları” şehirlerimizi terketti. Çünkü şehir eşkıyaları bırakın insanı; nebat olsun, hayvan olsun şehirde hiçbir canlıya hayat hakkı tanımıyor!

Yukarıda söz konusu ettiğimiz fermandaki deyimle şehirlerimizin ahvâl-i umraniyyesi bu minval üzere bertahrîp devam ediyor! Bir taraftan da “şehir, medeniyet, gelenek, kadîm şehir ruhu….” gibi kavramlarımız (Üstad’ın deyimiyle kelâm fuhşu halinde) kullanıla kullanıla yok ediliyor.

Şehirlerimizi (gene Üstad’ın tesbitiyle)  “vecize halinde ifade için” TOKİ tabutlukları, kentsel dönüşüm katliamları, rezidanslar, AVM ve tower’lardan daha güçlü bir belge bulunamaz!

Şehirlerimiz mısır tarlalarından temizlendi fakat yerlerine göğü bile kirleten beton kaktüslerle işgal edildi.

Yaptıklarıyla gafilce avunan ve taammüden avutan devletlûlarımız, şehir ve medeniyet idrakinden mahrum Şehircilik Vekâletimiz ve ‘Heyet-i Vekile’miz var oldukça insanlığı ve şehri çok arayacağız!

Şehirlerimiz ‘yerli görünümlü’ müstevliler elinden daha çok çekecek gibi!

Ne acıdır ki sadece feryâd edebiliyoruz!



16 Şubat 2015 Pazartesi

“BÜYÜKŞEHİR”İN BÜYÜK KASVET VE KAOSU…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

“Büyükşehir”, büyük kâbusların, kasvetlerin, kaosların yatağı…

Yüzyılımızın önemli fikrî ve siyasî şahsiyetlerinden, dâvâ ve mücadele adamı Bosna-Hersek’in ilk Devlet Başkanı rahmetli Aliya İzzetbegoviç “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli eserinde “…Şâirler büyük şehirlerin ‘cehenneminden’ bahsederler. Şehrin reddedilmesi –ne kadar gayri fonksiyonel ise de- sırf insanî bir reaksiyondur. Her insan bir ölçüde şair olarak kabul edilebilir. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini protesto, din, kültür ve sanattan geliyor. İlk Hristiyanlara Roma şeytanın devleti olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç mahkemenin geleceğine inanılmaktaydı. Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır; daha doğrusu, bu azalma insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik unsurlarının birikmesiyle beraber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Şehir ne kadar büyürse cinayetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur. Bu iki fenomenin sebebi aynıdır.” diyerek büyük şehirlerin ürkütücülüğüne dikkat çeker.

Hiç şüphesiz İzzetbegoviç’in 1980’li yılların Batı şehirlerine ve zihniyetine ilişkin İzzetbegoviç’in bu önemli tespitleri Batının yaşanamayacak hale gelen batının büyük şehirlerinde insan-şehir ilişkilerinin savaşa dönüştüğü kaotik tabloyu ortaya koyuyor. İzzetbegoviç’in batılı bir Müslüman olarak gördüğü ve dert taşıyan bir mücadele adamı olarak derinleştirerek resmettiği bu şehir tablosunu, Batının Baudlaire, Balzac, Zweig, Hugo, Dostoyevski, Tolstoy, gibi büyük edebiyatçıları da eserlerine yansıtmışlardır.

Meselâ Balzac 19. yy. Paris’i için “Bu kentte gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir. Burada erdem yerilir, masumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki kesimden oluşur; aldatanlar ve aldatılanlar…”  gözlemini yapar.

Üstad Necip Fazıl da 20 yaşında (1924) felsefe tahsili için gittiği Paris’i “Kâbus Şehri” olarak adlandırır ve  “İhtilâç (kıvranma), râşe (titreme), takallüs (büzülme), hafakan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen ışıkları ve canavar dizisi halinde binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi peçeleyici kâbus şehri…” tespitinde bulunur.

Gerek İzzetbegoviç’in, gerek Batılı sanat-edebiyat adamlarının, gerekse de Üstad’ın bu gözlemlerini aslında “batıyoruz!” feryâdından ibaret ikazlar olarak anlamak gerekiyor. Tarihte var olan ve var olacak bütün şehirlerin, ait oldukları dünya görüşünün genetik yönlendirmesiyle medeniyet tasavvurlarının şekillendirdiği yaşama mekânları olarak inşa edildiği/edileceği düşünüldüğünde; Batının insan-şehir ilişkisinde urlaşan mekânın tutsağı haline gelmiş olan insanın büyük şehrin cehenneminde kendine yer edinmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.

İzzetbegoviç’in “şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür” cümlesi bugün bizdeki büyükşehirlerin yaşadığı kaosa/kâbusa işaret ediyor. Ülkemizde erken Cumhuriyet döneminden bu tarafa gerek bilinçli gerekse de bilinçsiz olarak müthiş bir katliâma dönüşen şehir imar ve inşa(!)larının günümüzde geldiği safha; kaoslarıyla, urlaşmış organlarıyla küçültülmesi, terbiye edilmesi gerekirken, tam aksine daha da korkunç hale getirilen büyükşehir uygulamaları dünyada cehenneme dönüşen Batının büyükşehirlerinin hastalıklı ve kötü taklitleri şeklinde devam ediyor.

İnsan-şehir ilişkilerinde hiçbir ölçü tanımayan, büyük ölçüde siyasî mülâhazalarla büyükşehire dönüştürülen birçok şehrimizde artık göğü delen kıyamet alâmetleri, AVM, rezidans, iş kulesi ve TOKİ kentsel dönüşüm tabutluklarının hızla yükselmeye ve yaygınlaşmaya başlaması, can çekişen mütevazi şehirlerimizin kasırga şeklinde istilâ edilerek cehenneme dönüştürülmesi, katledilmesi değil midir?

Kadîm şehirlerimiz üzerinde, tedavisi gayr-i kabil bir cinnetle yeni Roma veya yeni Babil kuleleri dikmek için yarışanlara/savaşanlara hiç kimse “dur” diyemiyor, itiraz edemiyor. Edebilenler yok ediliyor! Şehirlerimiz büyümüyor, tümörleşiyor, urlaşıyor! AVM’ler, Rezidanslar, İş kuleleri, gökdelenler şehrin tümör yığınları! Artık tümör yığınlarının toplamına “şehir” diyoruz!

Bir taraftan büyük şehirlerin kaosundan şikayet ederken, diğer taraftan keyfi ve sun’i kriterlerle kendi halinde mütevaziliğiyle maruf şehirlerimizi büyükşehire dönüştürme cinnetinin sebebi nedir?

Büyükşehir; insanın yok olduğu, rantın, şehvetin, cinnetin, dehşetin, vahşetin var olduğu bir büyük cehennem!

Neredeyse büyükşehir cinnetiyle bütün şehirleri kâbusa-cehenneme dönüştürmeye azmetmiş bir zihniyetin “büyüme kompleksi” patolojik bir halin ifadesi. Üstad Necip Fazıl’ın Paris benzetmesiyle şehirlerimizi “… çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün düğümlenen meseleleriyle Paris… Susadıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın ve pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çekmenin hali… Her türlü madde âlayişi ve nefsânî saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına yataklık, hüsran beldesi…” haline getirmekten sonsuz bir haz duyan zihniyete ne söylemeli?

Tanzimat’la kapıyı ardına kadar Batının akıttığı kirlere açıp, bunu Meşrutiyet ve Cumhuriyetle devam ettiren zihniyetin tefessüh ettirdiği şehirlerimizi güya ıslah ve imar adına daha büyük ve içinden çıkılamaz kaoslara sokan “yerli görünümlü”lerin şaşkınlıkları ve hiçbir ölçü tanımayan şehir katliamlarının bir izahı olabilir mi?

“Muhteşem bir maziden murdar bir hale” düşmek bu olsa gerek!

“Bizim şehirlerimiz , “bize ait şehirler” yok artık! Giderek “bize ait” hiçbir şey de kalmayacak!

“Bizim şehirlerimiz” sadece tarihin derinliklerinde “yaşanmaya değer” havzalar oluşturmuş, şimdi ise isimlerini bile hatırlamakta zorlandığımız, bazı mekânları ve son kalıntılarıyla bile ihtişam ve hüzünle bize bakan şehirler… Koruyamadığımız, genlerinden yeni formlar ve muhtevalarla var kılamadığımız şehirler…

“Bizim şehirlerimiz”den kastımız ve anlaşılan zaten “düne ait şehirler” değil mi? Bugüne ait ve yarına taşıyabileceğimiz bir şehrimiz veya şehir mekânlarımız var mı? Bu soru bile korkunç! Çünkü cevabı yok ve asla verilemeyecek!

Şehir büyüdükçe şehrin ürettiği, beslediği, çeşitlendirdiği çirkinlikler, kötülükler, cinayetler de büyüyecek, şahsiyet, ahlâk yok olacak! Büyük şehrin büyük şen’iyetleri! Yâni kötülükleri, çirkinlikleri, habislikleri!

Biz söylemiyoruz, şehir gösteriyor!

Şehirlerimizde büyümeyi yâni urlaşmayı önleyecek yeni bir “şehir geni”ne ihtiyaç var. Bu gen ancak kadîm şehirlerimizin taşıdığı dokuda aranırsa bulunabilir. Yeni bir doku naklinden değil, şehirlerimizin kadîm genlerini keşfetmekten bahsediyoruz!  Bu genler bir zamanların Mekke’sinde, Medine’sinde, Kudüs’ünde, Bağdat’ında, Şam’ında, Buhara’sında, Semerkand’ında, İstanbul’unda, Bursa’sında, Konya’sında, Amasya’sında, Trabzon’unda, Saraybosna’sında vardı. Bugün sadece “yerin altındaki”lerle değer taşıyan ve bütünlüğü kaybolan, sadece “doku parçaları” kalan medeniyet tecelligâhı şehirlerin kadîm geni, ruhu… Varlığın anlamını hissettirecek “yaşanmaya değer” şehirler…

Marjinal bir karşı çıkışla fantezi ve zihin konforumuzu mu tatmin ediyoruz? Varsın öyle sanılsın. Biz gene de büyük şehirde insan olduğumuzu hatırlamaya, unuttuğumuz kalbimizi yoklamaya çalışıyoruz!



10 Şubat 2015 Salı

ŞEHİRLERİ “ESM” ÜZERİNDEN OKUMAK

Yahya Düzenli

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, "Mimar Sinan" isimli eserinde, İslâm’ın şehir mimarisine dair temel dinamiklerinden yoksun oluşumuza ilişkin “Madem insanın varlık bilinci ve sorumluluğu, kaçınılmaz bir şekilde bu bilinç ve sorumluluğa uygun olarak davranması, onun varoluş sebebidir, şu halde, bu bilinçten yoksun bulunan bir çağın, İslâm mimarisini kavrayamayacağı açıktır.” der. 

Günümüzün İslâm toplumlarının şehir ve mimarî’de kozmik bütünlük ve tevhidi kaybetmeleri sonucunda bugünkü kaotik şehir yapıları ve mimarînin ortaya çıktığının altını çizen Cansever şöyle devam eder:  “Şurası açıktır ki, İslam kültürünün özünden beslenen birlik içinde çeşitlilik, (bu anlayıştan doğan) değişik mimari formlar ancak Tevhid ve onu tesis eden genetik temel anlaşılmak suretiyle kavranabilir. 

İslâm halklarının kendi kültürel özelliklerine yabancı çevreleri ortaya çıkarması, onların ortak bir mimari üslup ve temel geliştirmekten yoksun olduklarını değil, Tevhid kavramının yitirilmesi ve tahribinin bir tezahürüdür. İslam topraklarında ve çöküş çağlarında İslamî üslupların esasına aykırı binalar yapılmasına şaşırmamalıyız. Bu, bütün kültürlerin ortak kaderidir.

Günümüzde bizim, mimariyi yeniden İslam’ın ruhuna uygun biçimde tanımlamamız ve bu bağlamda tasarım ve uygulama yapmayı amaçlamamız gerekmektedir. Bu doğrultuda genellemeler yapmak için çöküş dönemlerinin gayri İslami mimarisini tahlil etmekten kaçınmalıyız. Bunun yerine, İslam mimarisinin genetik temelini anlamamız gerekir."

Cansever’in bahsettiği genetik temeli fark etmek, anlamak ve kavramak için yeni bir şehir ve mimarî idraki, zihniyet dönüşümü gerekli. Tanzimat'tan bu tarafa kaybedilmiş ruhun, şehir ve mekân idrakine yeniden kavuşabilmek için (Sultan II. Mustafa’nın mısraıyla) “haylice idrak gerek”.

Cansever, İslâm Mimarisi’ne dair devam eder: “İslam mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve Tevhîd anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür. Tevhîd, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılmış âlemi ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”

Cansever, adeta bugüne kadar keşfedilmemiş bir galaksiden bahsediyor ve sesleniyor. Çünkü kendi şehir ve mimarîmizin genetiğini kaybettik. Artık kendimiz değiliz, kendimizi de tanıyamıyoruz. O’nun için de bu müthiş ontolojik ikazları anlayamıyoruz.

İslâm mimarîsini derîn bir irfanî kavrayışla oturttuğu bu temellendirme ekseninde, bugüne kadar hiçbir Müslüman şehirci, yerel yönetici ve mimarın göremediği, fark edemediği, anlayamadığı, bağlamını kuramadığı İbn-i Arabî’nin Füsus’una ilişkin şu müthiş tespiti de yapar: “… Arabî’nin son derece önemli kitabı Fusüsu’l Hikem, peygamberlerin hikmetlerinin bir dizisi. Şuayb Peygamberin hikmetinin anlatımında ‘varlığın her an yeniden oluşma halinde bulunduğunu, hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadığını, her şeyin sürekli değişir olduğunu’ yeni bir büyük mantık silsilesiyle, Kur’an-ı Kerim’in bir ayet-i kerimesinden hareket ederek bir kere daha anlatıyor. O ayet-i kerimede Allah; ‘Ben, her gün başka şe’ndeyim’ diyor.

“İdrak ve İnşa” müellifinin söylediği gibi, “Cansever’in mimarisini temellendirdiği Tevhid inancının (başka bir formda ifadesi olan) Vahdet-i Vücut fikrinin temelindeki isim İbn Arabi’dir. (Cansever) ‘Ferdiyetin yüceliği’ ve ‘Güzellik sevgisi’ düşüncelerini ve her peygamberin kendinden önceki peygamberlerin hikmetini tamamladığı, dolayısiyle eklenme ve hareket gibi kavramları Füsus’tan çıkarmıştır.”

Cansever, aynı eserin “Modernizm Karşısında İslâm Mimarisi” başlıklı bölümde de büyük Velî Muhiddin Arabî Hz.lerinin Füsûsu’l-hikem’inden bir alıntı yapar: “Bu sebeple, ‘suretler’de uluhiyetin rüyasını görenler çok fazladır. Eğer bu rüya var olmasaydı taş ve sair gibi putlara ibadet edilmezdi.”

Tasavvuf okyanusunun göze alınamayacak derinliklerine dalan Cansever, öyle cevherler çıkarıyor ki ancak, kalbi ve sancısı olanlar o cevherleri tanıyabilir ve onun feryâdını duyabilir, anlayabilir.

Günümüzün şehircilik bakanlığı, TOKİ, mimar, yerel yönetici ve siyasîleri bu cümleleri anlayabilir, bu derinliği idrak edebilirler mi?  Anlayamadıkları ve idrak edemedikleri için “bize ait” şehrimiz kalmadı. Bugüne kadar ulaşabilmiş kadîm şehirlerimiz de hızla ifsâdın kemâline doğru gitmektedir.

Cansever’in özellikle tasavvufun derinliklerinden çıkardığı bu idrak biçimine gerekçe teşkil edecek muhteva da gene tasavvufun her damlası bir derya olan okyanusunda varolagelmiştir. Doğrudan görünürlük ve tezyinatla mücessem hale gelen şehir ve mimarî idrakini bile kemâl ifadesine kavuşturan tasavvuf, büyük irfan adamları ve velîlerin diliyle şehirlerimizin de hakikatine işaret etmiştir.

Misal olarak İsmail Hakkı Bursevî Hz.lerinin Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinden bahsedelim…

Büyük Velî İsmail Hakkı Bursevî 1717 yılında gidip üç yıl kaldığı Şam’da, kendisine yakın alâka gösteren ve ilmine rağbet eden Şam Valisi Recep Paşa’ya izafeten yazdığı Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinde Cenab-ı Hakk’ın esmâsı (isimleri) üzerinden şehirleri tavsif ederken şunları söyler:

“Süleyman’ın haremi olan Mescid-i Aksa “Kuddûs” ve “Subbûh” isimlerine mazhardır. Çünkü kudsi nefisler mukaddes topraklarda ve özellikle Kudüs-i Şerif’te sakin olmalarıyla, zahir ve bâtın takdis ve tenzih olunmuştur.

“Dımeşk-i Şam” on iki esmaya mazhardır. Çünkü, Süreyya yıldızının doğduğu yerdir ki var oluşun yeridir (mahall-i kevn). Onun için her yönden kesretin kaynağıdır…”

Zikrolunan mazhar olma itibariyle üç mukaddes yerden sonra beldelerin önde geleni Şam’dır. Ancak mazhar olmada hakikatte kastedilen sır Hatmü’l Evliya’dır ki kararmış olan mukaddes ruhuna Şam sünbül bahçesi ve bedenine mezar olmuştur…”

“Bağdat” Zâhir ismine mahsustur, çünkü doğu beldelerinin en büyüğüdür. Ve harika hadiselere sahip ricalin zuhuru orada en mükemmeldir. “

“Mısır” Bâtın isminin mazharıdır, çünkü batıdadır. Batma, güneşin zuhurundan sonra batmasıdır…. 

“Konya” Kâdir ismine mazhardır. Zira, İsrailoğulları çölde iken bıldırcın ve kudret helvası kudret âleminden nüzul ederdi. Bıldırcın minnet âleminden olan feyizdir ki zevki ilimdir. Kudret helvası ise kalbi teselli eden ilahî nüzuldür. Konya şehrinde sâkin olan Hatmü’l-Evliya’nın oğlu Şeyh Sadreddin hazretlerine bahşedilen ilmî ve zevkî kudret, zatî ve sıfatî tecelliler, ilâhî nüzuller Hatmü’l-Evliya’dan sonra hiçbir veliye takdir olmamıştır…”

“Kıbrıs” adası Muhît ismine mazhardır. Çünkü, her tarafını Şam denizi olan Hatmü’l-Evliya’nın feyzi kuşatmıştır. Zira, Magosa Kalesi’nde muhakkiklerden olan müminlerin emiri Şeyh Seyyid Fazlı İlahî medfundur ki Şeyh Sadreddin'den sonra benzeri yoktur. ….”

“Bursa” şehri “Malike’l-Mülk zü’l-Celâl ve’l-İkram” isimlerine mazhardır. Zira, Osmanlı meliklerinin atası olan Osman Gazi ve evladından mülk tahtında oturan beş adet şöhret sahibi padişah da orada vefat etmişlerdir. Zahiri celalin dışında ilahi ikram vaki olup nice evliyanın kâmilleri orada vücut bulmuş ve irşad seccadesine oturmuştur. Ezcümle Şeyh Muhammed Üftade’dir ki Üsküdar’da istirahat eden Şeyh Mahmud Hüdayî onun halifesidir. İkisi de âlemde şöhret bulmuş ve âdemoğlu içerisinde hakikate arif olmuş kimselerdir.”

“Edirne” şehri Hâfız isminin mazharıdır. Çünkü, eskiden saltanat yeri olması sebebiyle İslam’ın hududunu muhafaza için sağlam bir kaledir, hatta hâlâ hudut başıdır. Zira, bin yüz otuzda ğalak sırrı vaki olup muğlak işler zuhur etti… Edirne şehrinde de bazı kudsi ve muhabbetli nefisler zuhur etmiştir….”

“İstanbul” Câmi ismine mazhardır, çünkü saltanatın yeridir. Rum sultanının esması Mekke şeriflerinden ve başkalarından daha camidir… İstanbul kalbin makamıdır ki âzâlara ve hislere kuvvet kalpten sarî olduğu gibi, memleketlerin her tarafına da metanet Rum sultanından hasıl olur. ….. İstanbul da memleketlerin kalbi ve beldelerin kuvvetidir.”

Bursevî hz.leri Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin şehir ve mekânlarla irtibatını kurarken, esmâ’nın şehir ve mekânlar üzerindeki tezahür ve tesirini ifade etmiştir. Bunlar, idrakleri aşan ve sarsan tavsifler… Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin varlıktaki tecellileri üzerinde duran büyük Velî’nin “Bazı şehirliler ki köylü hükmündedir. Onlar da yakın olma sahasından aşağıdadırlar” cümlesi üzerinde kitaplar yazılsa yeridir. Ammâ bu cümleyi kim okuyacak, kim anlayacak ve kim yazacak? Bursevî’nin ifadesiyle “bu feyz, sıradan iddiacının havsalasına sığmaz”.

Bursevî Hz.lerinin esmâyı üzerlerine örttüğü bu şehirlerin hepsi tarih içinde taçlanmış şehirlerdir. Modern zamanların taşlaşmış şehirleri bu esmâ üzerinden okunabilir mi?

Bu muazzam işe Cansever idraki gerekli!

Ammâ ne yazık ki böyle bir idrak için henüz şafak sökmüş değil!

Ne diyor büyük ârif Yunus Emre: “Ol imaret eylemez sen viran olmayınca!”


2 Şubat 2015 Pazartesi

ŞEHİRLERİMİZİN SIFATI, VASFI VAR MI, KALDI MI?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin tarihî zaman dilimlerinde, inşa edicilerinden başlayarak, üzerinde yaşattıkları mânâlara, değerlere ve taşıdıkları misyona izafeten vasıflandırılmaları vazgeçilmez bir gelenek idi. Bir şehrin taşıdığı mânâ ve kıymet, vasfına yâni niteliğine nispetle anlaşılırdı. O şehre atfedilen önem ve misyon da şehrin taşıdığı vasıftan anlaşılırdı.

Şehirlerin vasıflarından yapılacak şehir okumaları, bin yıl sonra bile o şehrin kimlik ve mânâsını ortaya çıkarır. Örneğin Kelâm-ı Kadîm’de, “Şehirlerin anası: Ümm’ül Kura” olarak vasıflandırılan Mekke’nin “Mükerreme”, Medine’nin  “Münevvere”, Kudüs’ün “Şerîf” sıfatı, “bize ait” şehirlerimizin mutlaka ayırt edici bir vasfının bulunması gereğine işaret eder.

Şam ve Buhara için; Şam-ı Şerîf, Buhara-yı Şerîf,  Amasya için ; “Medinetü’l-Hükema”, “Kubbetü’l Ulemâ”, İstanbul için; “Dersâadet”, Halep için; “Haleb’üş-şehbâ”, Trabzon için; “Evsâf-ı Şehr-i azîm ve kal’a-i ma’mur-ı kadîm”, “Hurşîd-âbâd”, kadîm şehirlerimizin vasıflarından bazılarıdır.

Ayrıca, Bağdat için; “Vilayet-i Bağdad-ı behişt-âbâd”, Ankara için; “Metîn-i kâmil, sûr-ı ibret-nümâ-yı ma’mur”, Bursa için; “Evsaf-ı şehr-i azîm”, Konya için; “dârü’l-mülk-i kadîm şehr-i îmân”, Antakya için; “Belde-i dârü’l-mülk-i kadîm-î Antakiyye”, Van için; “Vilayet-i Van-ı sedd-i îman” vasıflarıyla bu kadîm medeniyet şehirleri anlatılır. Kadîm şehirlerimizin her birinin böylesine mütemeyyiz, müzeyyen, öne çıkan sıfatı bulunurdu. Sadece şehirlerimiz değil, şehir mekânları da sıfatlar taşırdı.

Özellikle Evliyâ Çelebi Memâlik-i İslâm’daki şehirleri vasıflarıyla anlatır.  Çelebi, “evsâf-ı şehr” başlığı altında Osmanlı şehirlerini anlatırken “bu güne latîf esmâları vardır” diyerek “Devlet-i Âl-i Osman’da olan arz-ı mukaddese şehirleri esmâlarında âb-u tâb ve şân vardır” cümlesiyle şehirlerimizin vasıflarına vurgu yapar.

Çelebi, uğradığı ve kaldığı şehirlerdeki eşrâfı anlatırken ise “Evsaf-ı kibâr u eşrâf u a’yan”, “Sitâyiş-i sulehây-i meşayihân”, “Müşerref olduğumuz yârân u ihvân”, “Mâmur-u bünyâd” vasıflarını kullanır.

Şehir mekânlarından bahsederken de “Tavsîf-i sarây-ı a’yan”, “Der-sitâyiş-i mahallât-ı büldân”, Ta’rif-i çeşme-i âb-ı revân” gibi vasıflar kullanır.

Bu manâda, Selçuklu tarihçisi rahmetli Prof. Osman Turan “Selçuklu Türkiye’si şehirlerinin Unvânları” başlığı altında şunları söyler: “İslâm dünyasında bazı mühim şehirlere münasip unvan veya lâkaplar veriliyor ve bunlar çok defa isimleri ile birlikte veyahut isim yerine kullanılıyordu. Meselâ Hilâfet ve büyük medeniyet merkezi olan Bağdad Medinet üs-Selâm veya Dâr üs-Selâm unvanını taşıyordu. Bununla da onun sulh ve selâmet şehri veya cennet-vasıf olduğu ifade ediliyordu. İslâmî ilimlerin daima yüksek bir derecede devam ettiği Buhara ile Sultan Sancar’ın 60 yıllık payitahtı olup İslâm dünyasının ikinci büyük merkezi hâlinde yükselen Merv şehri, aynı zamanda, her türlü âlimler, şairler, san’atkâr ve filozoflar ile dolu bulunduğu için de Kubbetül-İslâm ünvanları ile yâd olunuyordu. Türkiye’de Ahlat’ın da XIII. asırda bu sıfatı taşıması onun ilim ve kültür bakımlarından derecesinin yüksek olması ile ilgili idi. Isfahan ve Tebriz şehirleri de Selçuklu, İlhanlı, Türkmen ve Safevî devletlerinin payitahtı olduğu için Dar üs-Saltana sıfatını taşımıştır.

Selçuklu Türkiye’sinde şehirlerin unvan alması daha yaygındır. Osmanlıların şehirlere ait unvanları daha mahduttur. İmparatorluk merkezi İstanbul’un pek çok yüceltici sıfatları arasında Dâr us-Saadet veya Der-Saâdet, saâdet şehri ve cennet mânâsını taşıyor; ondan sonra da Dâr ul-Hilafe çok kullanılıyordu. Osmanlılar mukaddes tanıdıkları Mekke, Medine ve Kudüs için isimleri ile birlikte Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerîf terkiplerini ihmal etmiyorlardı. Avrupa seferinde Osmanlı ordularının asırlarca konak ve üs yaptıkları Belgrad da ekseri Belgrad Dâr ül-Cihâd olmuştu. Selçuklu şehirlerine verilen ünvanların muahhar devirlerde terk edildiği gözüküyor.”

Turan, -yukarıda sayılanlardan başka- bazı şehirlerimizin ünvanlarını da şöyle sıralıyor: “Konya: Dârü’l-mülk (Peyitaht), Kayseri: Dârü’l-Feth veya Dârü’l-mülk, Sivas: Dâru’l âlâ (Yücelik beldesi), Aksaray: Dâru’z-zafer, Dârü’l-Cihâd, Dâru’r-ribat (II. Kılıç Arslan’ın askeri üssü olduğu ve hayır müesseseleri kurduğu için), Malatya: Dâru’r-rif’a (Üstünlük veya asalet şehri), Erzincan: Dâru’n-nasr (Yardıma mazhar şehir), Amasya: Dâru’l-İzz (İzzet ve şeref şehri), Ankara: Dâru’l-hısm (Mustahkem belde), Tokat: Dârü’n-nusret (Yardım şehri), Niğde: Dâru’l-pehlevaniyye (Pehlivanlar beldesi), Bayburd: Dâru’l-celâl (Ululuk şehri), Ahlat: Kubbetul-İslâm (İslâm’ın kubbesi), Sinop: Lezûet ul-uşşak (Âşıklar adası), Samsun: Dâru’s-sagr (Hudud şehri), Antalya: Dâru’s-sagr (Hudud şehri), Denizli: Dâru’s-sagr (Hudud şehri)”

Bugünkü şehirlerimize bakıyoruz. Özellikle Tanzimat sonrası ve cumhuriyetle birlikte hiçbir şehrimizin tavsif edilmemesi, sıfata değer, öne çıkan bir vasfının olmaması nasıl izah edilebilir? Özellikle bugünün kentsel dönüşümle genleri değiştirilen ve bozulan şehirlerimizin tamamına olsa olsa vasıf olarak “Dârül kasvet” veya “Şehr-i kaos” denilse yeridir. Hele hele Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler ve TOKİ uygulamalarıyla ifsat edilen şehirlerimize “Şehr-i ifsat”, “Şehr-i iğfal”den başka bir vasıf bulamıyoruz. Bir de kompleks, özenti kokan Marka kent, Avrupa kenti, Dünya kenti, Futbol kenti, Olimpiyat kenti, Festival kenti… gibi ifsat edici vasıflar şehirlerimizin ne hale getirildiğinin, nereye düşürüldüğünün itirafıdır. 

Şimdi kimi şehirlerimiz gece ve gündüz eğlenceleriyle, festivalleriyle, kimi gökdelenleri, kimi AVM’leri, rezidansları, kimi iş kuleleriyle sembolleşirken herhalde bunlar da Darü’l-işret, Darü’l-AVM,  Şehr-i rezidans, Şehr-i azîm-i gökdelen olarak tesmiye olunacaklardır.

Trabzon yerel ağzında “çirkin, biçimsiz” anlamında “sufatsuz” diye bir kelime kullanılır. Modern zamanların TOKİ tabutlukları ve kompleksle malûl klonlanmış şehirlerimizi en iyi ifade eden vasıflardan birisi de bu “sufatsuz” kelimesi olsa gerek.

Tanpınar’ın “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu..” dediği ruh, iman ve taşın dile geldiği mekânlar üreten şehirlerimiz ne yazık ki artık yok! İhtimaller âleminde olması da pek mümkün görünmüyor.

Netice-i kelam, kadîm şehirlerimizden bugüne gelebilenler bile o muhteşem çağlarında kendilerine verilen vasıfları kaybetti. Bugün İstanbul’a Dersaâdet, Trabzon’a Şehr-i Müzeyyen, Bursa’ya Şehr-i Azîm diyebiliyor muyuz? Desek bile bu vasıflar, şehrin günümüzdeki değil, tarihteki vasfına izafetendir.

Şehirler “bizim” iken, yâni “yaşanmaya değer” medeniyet şehirleri iken her birinin sıfatı vardı. Şimdi ise vasfı, sıfatı kalmadı. Sıfatsız şehirde yaşamak; niteliksiz, biçimsiz, beton ormanlarıyla işgal edilmiş, bakterilerin bile kaçtığı, insanın ise ruhsuz bir kadavra gibi sadece biyolojik bir canlıdan ibaret olduğu ifsat edilmiş bir yeryüzü parçasında yaşamaktır.

Niçin “şerîf”, “mükerrem”, “münevver”, “azîm”, “âlâ”, “nusret”, “mâmur”,  sıfatlı şehirler inşa edemiyoruz? Çünkü “şeref’ül-mekân bil-mekîn”lerimiz yok!