26 Ocak 2019 Cumartesi

ÜSTAD NECİP FAZIL’IN GÖZÜYLE İTTİHAT TERAKKİ ve ABDÜLHAMÎD HAN…



“Ağızlarla vicdanlar arasındaki mesafe her gün biraz daha açıla açıla,
nihayet öyle bir noktaya gelinmiştir ki,
ya beklenen gelecek ya bekleyen büsbütün gidecektir…”
N.F.K.

Yahya DÜZENLİ

Tarihin, hadiseleri alt alta yazarak ortaya çıkan bir matematik işlem olmadığını bilenler, tarihte cereyan eden olayların zaman ve mekân çerçevesindeki oluşlarındaki kıymet hükümlerinden yola çıkarak bugüne ve geleceğe dair bir tasavvur ve tasarım ortaya konulmasını gerektiğini bilirler.

Bu manâda, Üstad Necip Fazıl’ın da yakın tarihe ait temel tezlerinden ve kutup başlarından birisi olan ve te’lif hakkı öncelikle ve yalnız kendisine ait olan Ulu Hakan Abdülhamîd Han etrafında bugün düşman olanların da dost olanların da kendilerini borçlu oldukları mihrak/eksen Üstad’ın Abdülhamid Han’la ilgili tarih hükmüdür. Aynı şekilde Abdülhamid Han’dan bahsederken, dönemi içerisinde İttihat ve Terakki’yi de ana gövdeyi kurutucu bir musallat olarak görmek gerekiyor.

Üstad Necip Fazıl, Tarih boyunca büyük mazlumların “İttihat ve Terakki Cinayetleri”  bölümünde tarih idrakine dair şunları söyler:

“Ben tarihçi değilim; olmaya da istekli bulunmuyorum. Benim faaliyet plânım ve gayem, sadece tefekkür ve sanat… Terkip, tefsir ve kıymet hükmü… Öyleyle isteklisi olmadığım bir sahada, sırf tefekkür planına bağlı bir hakla, devirlerdir yolunu kolladığımız, fikir sahibi, (sentez) yapabilmek iktidarında Türk tarihçisine zemin hazırlamış olmak gibi bir eserim varsa bunu kendi ağzımla haykırmamı hoş görmek ve herhangi bir iddia ve böbürlenmeye yormamak lazım…

İşte, en büyüğü çeyrek aydın ayarında bile tutmayan ve hiçbir inceliğin farkında olmayan sözde münevverlerimize karşı, artık cesaretle haber vermenin günü gelmiştir ki, bu memlekette, Tanzimat boyunca yenileşme ve garplılaşma hareketimizin kimya kağıdı halinde bir Abdülhamid davası vardır ve onu ilk defa ortaya atmış olan insan, bu kitabın kapağında ismini gördüğünüz aciz mahlûktur…”

Üstad’ın İttihad ve Terakki’ye dair düşüncelerine geçmeden önce söyleyelim ki; Üstad’ın ‘dünya görüşü inşa eden fikir adamı’ hüviyetiyle ortaya koyduğu tarihî eserler, tahrif edilen, saptırılan ve dimağı saf nesillere tarih icad etme ve ezberletme adına yapılan cinayetlere nasıl bakılması gerektiğinin usûl ölçüsünü verir.

Başta Ulu Hakan Abdulhamid Han olmak üzere, Son Devrin Din Mazlumları, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Yeniçeri, Moskof, Vesikalar Konuşuyor, Sahte Kahramanlar gibi, her biri tarihe bakışımızın köşe taşlarını oluşturan eserleri,  özellikle yakın tarih idrakimizin oluşması, ezberletilen tarihin tashih edilmesi ve yeniden temellendirilmesine dair önemli muhteva taşırlar.

Bugün, tarihin avantür macera seviyesine düşürüldüğü, TV ekranlarında hamaset ve efektlere indirgendiği, hiçbir ölçü ve derinliğe sahip olmayan kimi kalemşör ve dizi/film yapımcılarına terkedildiği bir vasatta Üstad’ın tarih idraki elbette anlaşılamayacaktır. Aksine Üstad’ın muhtevası irtifasını giderek yükseltecek ve kendisini okuyacak, anlayacak, onun kıymet hükümleriyle analitik bir hesaplaşmaya girecek nesilleri beklemeye devam edecektir.
Bu bakış açısıyla Osmanlı’nın yeryüzü coğrafyasından çekilmesinde son darbeyi yapan İttihad ve Terakki’ye ddair Üstad’ın tespit ve değerlendirmelerini okuyalım.

Üstad, Ulu Hakan Abdülhamid Han kitabının önsözünde “Abdulhamid etrafında” başlığıyla “36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihî hakkı muazzam bir zat mevzuunda Yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizma ajanlarıyla el ele, İttihat ve Terakki eşkıyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalancı tarihe paydos!... Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır!”

Ulu Hakan Abdulhamid Han çerçevesinde İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu şöyle anlatır Üstad:

“Sene 1889… Mayıs ayının 21. Günü… Birkaç Tıbbiyeli kafa kafaya veriyor ve “İttihat Terakki”nin temelini atıyor. Bunlar Ohrili İbrahim Temo, Arapkirli Abdullah Cevdet, Diyarbekirli İshak Küküti, Kafkasyalı Mehmet Reşit ve Bakülü Hüseyinzade Ali Beylerden ibarettir ve aralarında Konyalı Hikmet Emin ve İsmail İbrahim isimli şöhret yapmamış iki şahıs daha vardır.

Aralarında toplantılar yapıyorlar ve başlangıçta (romantik) kadroda ve çocukça hevesler çerçevesinde yürütmeye çalıştıkları fikirleri aksiyon planına dökmek için yol ve çare düşünüyorlar.

O sıralarda, istikbalin Mebusan ve Ayan Reisi Ahmet Rıza, Bursa Ziraat Mektebi Müdürü… Bursa’da çıkan “Nilüfer” gazetesinde makaleler yazıyor ve Abdulhamid hakkında en samimiyetsiz cinsinden methiye tekerlemeleri karalıyor. Korkunç bir ihtiras sahibi ve şahsi menfaat düşkünü olan bu adam dalkavukluk tekerlemeleriyle bir şey koparamayınca, 1889’da Paris Sergisini ziyaret maksadıyla Fransa’ya gidiyor ve oradan Abdulhamid’e acımtırak bir dille ıslahat layihaları göndermeye başlıyor; Vatan şöyle kurtulur, memleket böyle kandırılır, filan, falan..

Bizim İttihatçı delikanlılar, bu vaziyetten haber alıyorlar ve kendileriyle kafadar gördükleri Ahmet Rıza Bey’e başvuruyorlar.

-Paris’te Cemiyetimizin temsilciliğini üzerinize alır mısınız?

Teklifi yapan, Cemiyete yeni intihap edin Avrupa’ya kaçırılan Ahmed Verdani, Doktor Nazım ve Ali Zühtü Beylerdir.

Bunlar Ahmet Rıza Bey’den:
-Evet!

Cevabını alıyorlar ve maddeci ve satıhçı adamı bir nevi reis vaziyetine geçiriyorlar.

Ahmet Rıza hakkında maddeci ve satıhçı vasıflarını kullandık. Gerçekten bir aralık İttihat ve Terakki’nin “ideolog” şahsiyeti rolünü oynayan bu adam, Fransız filozofu Ogüst Komt’un (Pozitivizm-Müspet felsefe) mektebine bağlıdır. Bu bakımdan onun için herşey müspet ve riyazi bir müşahede meselesidir ve girift ruh hakikatleri birer saçmadır. Bu noktada, İslam’ın en kuduz düşmanlığını yapmış olan Abdullah Cevdet’ten başlayarak hemen bütün İttihatçılara sârî ve şâmil ruh haletini gösteren bir incelik vardır.

Ahmet Rıza’nın Cemiyet temsilciliğini kabul edişinden sonra, “İttihat ve Terakki” ismi klişeleştiriliyor ve daha evvel “Terakki ve İttihat” diye düşünülmüş olan bu isim böylece ters-yüz edilerek kabul ediliyor. Fransızcası da hazır: (Union et Progres…)

Ohri’li İbrahim Temo’nun bir eserine göre, kurucular arasında Rüştü Bey isimli sarıklı (!) ile Dr. Asaf Derviş (Paşa) ve Şerefüddin Mağmumi Bey de vardır.

İlk toplantılarına “İncir altı içtimaı” ismini veriyorlar. Bu toplantıda Necmeddin Arif Bey de bulunmuş… Başka bir eserde de Edirnekapı dışında Arnavut Uluş Ağa’nın kiralamış bulunduğu Midhat Haşa bağında 8 veya 12 kişilik ilk toplantıdan bahsediliyor.

Bu topluluğun açıkça Abdülhamîd’i devirmek, “istibdat” diye isimlendirdikleri sıkı tedbirli idareye nihayet vermek, meşrutiyeti ilân etmek ve Sultan Murad’ı taht’a çıkarmak yolundaki gayeleri bazı jurnalciler tarafından saraya bildiriliyor, aralarında birçoğu tevkif ediliyor, Divan-ı Harbe veriliyor, fakat fikirden ibaret suçları herhangi bir teşebbüs ifade etmediği için kısa bir hapisten sonra, zalim ve kanlı (!) Padişahın af iradesiyle serbest bırakılıyorlar…”

İttihat Terakki’nin kuruluşundaki amacın sadece Abdulhamîd Han’ı devirmek olduğu ve bunun için Uluslararası destekten ve yerli her türlü işbirlikçi ile ortaklık kurduklarının altını çizmek gerekiyor.

Üstad, İttihat Terakki, Jön Türkler/Genç Osmanlılar’ın Abdulhamid Han’a karşı Paris merkezleri teşebbüsleri üzerinde ayrıntılarıyla durur ve İttihat ve Terakki’nin ilerleyerek geldiği noktayı şöyle çerçeveler:

“…İttihat ve Terakki Cemiyeti aksiyoncu cephesini Selanik’te bulduktan ve oraya geçtikten sonra, doğrudan doğruya masonluk emrine girdi ve masonlara ait romantik ocak çizgilerine de büründü. Âza olacak isteklilerin gözleri bağlanarak toplantı yerine götürülmeleri, orada maskeli ve kırmızı entarili şahıslar karşısında yemin etmeye davet olunmaları, yemin şeklinin de bir elin Kur’an ve öbür elin tabanca üzerine konularak yapılması gibi, güya din hisleriyle karışık putperestlikler…”

Üstad, eski bir İttihatçının hazırladığı eserden iktibasla, İttihat Terakki üyelerinin özelliklerine değinir:

“Cemiyette iki türlü aza mevcuttu: Bir kısmı mason locasına dahil olanlardı ki, bunlara (lebeveyn kardeş) ismi veriliyordu. Mason locasına dahil olmayan azalara ise (lieb kardeş) tesmiye ediliyordu.

İttihat Terakki üyelerinin bu vasıflarına dair Üstad:

“Bu tabirlerden biri ‘anadan ve babadan’ öbürü ise sadece ‘babadan’ kardeş manasına geldiğine göre, mason bir ittihatçının ‘aynı ana ve babadan’ kardeşliğine mukabil, mason olmayan anne rabıtasını ve süt beraberliğini kaybedecek kadar uzak kalışındaki dehşet verici manaya dikkat edelim ve soralım:

Abdülhamîd devrinin Üçüncü Ordudaki İttihatçı kurmay subayları, Türklük emrinde mi, Yahudilik hizmetinde miydiler? Mason şeflerinin telkini yüzünden, Türk vatanını parçalamaya memur Yunan ve Sırp komitacılariyle anlaşmaya ve el ele vermeye kadar giden ve Türk ordusunu adeta Balkan komitacılarına teslim edercesine işe girişen bu kadro, yine aynı merkezden aldığı talimat gereğince müthiş bir gözükaralık göstermeye ve aksiyonunu kurşun ve dinamite havale etmeye başladı. Artık adım başında suikast…”

Üstad, İttihat ve Terakki’nin suikastlerine, cinayetlerine, Kanun-i Esasî teşebbüslerine, Meşrutiyet’e, Hareket Ordusu, 31 Mart vak’ası ve nihayet Abdulhamîd Han’ı tahttan indirmeye dair uzun bahislerinden sonra “Yahudi ve mason kuklası İttihat Terakki”nin tertibi 31 Mart hadisesine değinir: “31 Mart hadisesi, bizzat revşinden, oluş ve akış tarzından anlaşılacağı gibi Padişahı düşürme vesilesi bulmak için İttihat ve Terakki tarafından hazırlanmış hain bir tertipir..”  

Üstad, Abdulhamîd Han’ın hal’edilip Selanik’e sürgününden sonra 1912’de İstanbul’a getirilişinden sonra patlayan 1. Dünya Savaşı’nı “tek cümleyle, Türk devletinin intiharı safhasıdır.” Der ve o zamanlar Başkumandan Vekili olan Enver Paşa’yı Beylerbeyi Sarayına davet eder bir süre görüşürler. Abdulhamîd Han, Enver Paşa’ya birçok nasihatlarda bulunur. Bu nasihatlar bir ‘Teşkilat-ı Mahsusa’cı tarafından kaydedilir ve Abdulhamîd, cihan devletinin yıkılışına imza atan İttihatçıların liderlerinden “Enver Paşa’ya söylediği rivâyet edilen sözler, tam da kendisine ve dünya görüşüne denk bir tahlil ve teşhis belirtmekte ve İttihatçıların en acı tenkidini dile getirmektedir” notuyla kitabına alır:

«-Evet, Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. inşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah, felâketli biterse, ister misiniz ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır? Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, saraya kadar dayandınız beni de hal’ ettiniz… Hepsi güzel…

Unutmayın ki, emrimdeki kuvvetlere aslâ ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarımın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart hâdisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiçbir alâkam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla saraya mensup kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdani bir hareket değildir.

Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karuso’dur. Bu Yahudiyi ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı Hilafet ve saltanatı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’de bir mason locasının üstad-ı âzamı olan bu zat ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen Hilafet, encam, bir Yahudinin tebligatı ile Hânedan-ı âli-i Osman’ın bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim:

Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et!.. Allah millete, devlete zeval vermesin..!»

Üstad, Abdulhamîd’in Enver Paşa’ya nasihattan sonra;

“Abdülhamid nasihatini burada bitirmişti. Enver Paşa ayağa kalkarak sakıt Hükümdarı asker gibi selamladı ve hürmetle elini sıktı. Abdülhamid, misafirini odanın kapısına kadar geçirdi. Gözlerinde müşfik bakışları pek aşikardı. İşittiklerinden fevkalade heyecana düşmüş olan Enver Paşa, Kuruçeşme’deki yalısına geldiği zaman, hadiseyi zevcesi Naciye Sultana anlatmıştı. Daha sonra, bu tarihte Teşkilat-ı Mahsusa Dairesi Reisi olan Ali Beye söylemişti:

Ne dersin Ali Bey, Hakan-ı mahlül’un sözlerinde haklı olduğu âşikar değil mi?”

Üstad, bundan sonra hükmünü koyar: “Sultanlar Sultanı, Beylerbeyi Sarayında, tahttan indirilişini takip eden 6 sene içinde, içeriye ve dışarıya karşı 600 yıllık bir devletin çöküşüne şahit olurken, acaba bütün bunların kendisine edilenlerden meydana geldiğine dair bir his sahibi midir?

Bu hissi bizzat Enver Paşa dile getirecektir.”

Üstad’ın “şu sahne bize çok şey söyleyebilir” dediği sahne, gerçekten çok şeyleri söyler:

O sene, bütün cephelerde paniğin başladığı, topyekûn, Arabistan’ın elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve Irak’dan, Fransızların Makedonya tarafından ana vatan sınırlarını toslamaya koyulduğu, Moskofların bütün Şark Anadolusunu derinlerine kadar işgal edip 1917 Rus ihtilâli yüzünden çekilmek zorunda kaldığı, halkın ekmek yerine saman tozu ve mısır koçanı yediği, yakmaya tezek ve kefen yapmaya bez bulamadığı mevsimde, bir gün Enver Paşa, Talât Paşa’yla beraber, Beylerbeyinde Abdûlhamîd’i ziyarete gidiyor.

Kendilerini karşılayan muhafız subay, Ulu Hakana haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar.

Kapı yarı aralıktır ve Abdûlhamîd, sırtı kapıya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor, gelenler de ona kendilerini göstermiyor. Enver Paşa, önde, yarı açık kapıyı biraz daha aralamış, olduğu yerden tabloyu seyretmekte… Abdûlhamîd, elleri hacet dergâhına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua sesi çıkartmakta:

"Allahım; bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın, senin hesap gününde davacıyım!"

Öbür İttihatçılara nisbetle içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan Enver Paşa, bu duayı işitince, çarpılıp kalıyor, Hünkarın huzuruna çıkamıyor, geriye dönüyor, Talat Paşa’yı kolundan çekerek sürüklüyor, rıhtımda bekleyen istimbota götürüyor ve orada, ağlaya ağlaya, Talat Paşa’ya diyor ki:

"Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecek o yüzden gelecek!.." 

Üstad, bu olaya dair şu tarihi cümlelerle konuyu noktalar:

“İstikbaldeki gerçek Türk Tarihçisinin kulağına fısıldadığımız bu vak’a hakikidir ve babam Fazıl Beyin amcaoğullarından ve Kısakürek’lerden -, İttihatçıların İaşe Nazırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı Kerim Milar’a anlatılmıştır. İttihatçıların polis teşkilatında yüksek dereceli bir memur ve birçok yerde Emniyet Müdürlüğü yapmış olan dayım, Kara Kemal’den naklen derdi ki:

-İttihat ve Terakki’nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdulhamid’in ne büyük, hatta emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkansız hale getirmişti. Nitekim Abdulhamid’in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan Talât Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.”

Üstad’ın muhtelif eserlerinde kıymet hükümlerini koyduğu ve bugünkü nesillerin tarih şuurunu temellendirmek istediği tarihi kavşak noktaları, onun elinde zehiri şifaya tahvil edici bir eda ile ifade edilmiştir.

Konumuz Üstad’ın İttihat ve Terakki ve Abdülhamîd ilişkisiyle tahditli olduğu için, bu kadarla yetiniyor ve O’nun “Parti” başlıklı İttihat ve Terakki’ye dair 29 Haziran 1951 tarihli BÜYÜK DOĞU’daki hükmü:

“İttihat ve Terakki üzerinde ciltler dolusu tahlil ve terkibimizin hulasası olarak, tam manasiyle, gafil, cahil, gözükara ve kör bir ümide doğru yol almak isteyen bazı Türk gençlerini devşirip bunlar vasıtasıyle Türk varlığını yok etmek isteyen bir Yahudi ve Dönme tuzağından başka bir şey değildir. “

Yazımızı, Üstad’ın şu önemli ve gelecek nesillere vebal yükleyen ‘emanet’iyle bitirelim:

“…basit fikir ve tarih işçiliklerinde bile, kadromuzu dolduran büyük ve küçük, şöhretli ve şöhretsiz her ferde iki öğüt vermekteyim:

Türk edebiyatı münekkitsiz ve Türk tarihi müverrihsizdir. Bu iki (misyon)u üzerinize almaya bakın!”

(Almıla Dergisi, Aralık 2018)