25 Haziran 2010 Cuma

TARİHÎ ŞEHİRLERİN KONSERVASYONU VE ŞEHRİMİZ -III-



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Tarihi şehirlerin konservasyonu”na şehrimiz Trabzon merkezli devam ediyoruz. “Tarihî şehir”, üzerinde hayatın sürmediği, müzelik, antik bir anlam ifade eden bir kavram değildir. Bizim “tarihî şehir”den kasdımız; o şehrin coğrafyası, tarihi, mimari ve kültürünü kadîm zamanlar boyunca sürdürmesi ve “tarihî devamlılığı” oluşturacak “köprü şehir” kimliğidir. Kendisini bugüne ve geleceğe taşıyabilen şehirdir. Yoksa, ülkemizin her bölgesinde benzerleri bulunan “antik şehir kalıntıları” bugün nekropol: ölüler şehri olarak varlığını sürdürmektedir.

Tarihî şehir; kadîm zamanlar boyunca ve halen “yaşayan”, kendisini “yaşanılabilir” kılan şehirdir. Bir şehrin “yaşanılır” olabilmesinin temel özelliği “tarihî karakter”idir.

Tarihî karakter; “tarihte kalmış karakter” değil, geçmişle geleceği “yaşanılabilir şimdi”yle buluşturabilen, şehri geleceğe taşıyabilen özelliğidir. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ancak, günümüzde müzelik değerden başka bir aktüel değeri kalmayan, sadece turistlerin meraklı bakışlarına konu olan ölü mekânlar ve malzemelerden ibaret yüzü değildir. Anadolu coğrafyasında böyle birçok şehir potansiyeline sahip olmamıza rağmen, bu potansiyeli realiteye dönüştürecek “şehir idraki” olmadığı için “şehir hazinelerimiz” yöneticilerin gaflet ve ihanetiyle zamanın yok ediciliğine terk ediliyor ve “neyi kaybettiğimiz”in bile farkında olamıyoruz.

Şehrimiz Trabzon da, bugününü tarihî karakterine borçlu şehirlerden… Ancak, ne tarihî süreklilikten ne de şehir karakterinden nasibi olmayanların ruhsuz yönetiminde bugünlere gelebilmesi, onun “özgül ağırlığı”nı gösteriyor. Böyle bir şehrin “istif edilmiş” malzemelerin bir arsada çevresinin örülüp kilitlenmesi şeklinde korumaya alınması değil; tarihî karakterini modern zamanlara sirayet ettirebileceği bir “konservasyon” anlayışıyla varlığını sürdürmesi gerekiyor.

Bu anlamda, şehrimizi zihinlerimizden uzaklaştırmadan “Tarihî kentlere yöneltilen tehditler” ara başlığında Graeme Shaukland’ın önemli makalesini okumaya devam edelim:

“Tarihî kentlerden çoğunun korunması daha çok bir rastlantıyla olmuştur. Gelecekte bunlar büyük ihtimalle bilinçli kararlarla korunacak veya hiç korunmayacaktır.

Savaşların ilk yaşandığı yıllarda kentlerin yağmalanması normal bir olaydı. Yine de onca boğazlama ve kundakçılığa karşı yapıların ahşap olup çabuk yandığı Japonya ve Orta Avrupa şehirleri dışında, kentlerin ana dokusu yaşamını sürdürdü. Son yüzyıl içinde şehirler tahrip gücü yüksek patlayıcılarla yerle bir oldu. Bunlardan bazıları sonradan tıpkı orijinalleri gibi yeniden inşa edildi.

Bugün en büyük ve en yaygın tehdit modern yaşamın getirdiği isteklerden kaynaklanıyor; nüfus konusunda baskılar, refah düzeyinin giderek artması, kamu hizmetleri, özel spekülasyon ve hepsinden çok motorlu araçlar gibi. Değişim için yapılan baskılardan çoğu şehrin kendi içinden, özünden geliyor…”

Şehrin varolan ve her an biriken problemlerinden kaçmak için panik halinde “geçmişe sığınma” tedavisi olmayan bir çaresizlik halidir. Bu çaresizlikten kurtulmak için şehrin modern zamanlarda varoluşunu mümkün kılacak tarihî dokuyla bütünleşmiş kapılar açmak gerekir. Shaukland’ın söylediği gibi: şehrin tarihselliği, modern zamanlar ve sonraki zamanlar için değişim ihtiyacını da içinde barındırıyor. Tarihî arka plânından sapmadan değişme ihtiyacı şehrin “varolma iradesi”nin tezahürü oluyor.

Trabzon da böylesine bir değişimle karşı karşıyadır. Ancak bu değişimi, dudak tiryakiliği cinsinden “değişiyoruz, dönüşüyoruz, dünya kenti oluyoruz, yeniden yapılanıyoruz” şeklinde “kavram kirliliği”ne heba ederek ortaya TOKİ’nin heyûlalarıyla inşa, daha doğrusu işgal edilmiş bir modern şehir çıkarmak, şehrin intiharına sebep olmaktır.

Ne intihar edenin, ne de seyredenlerin olayın “niçin”ini anlamadığı bir anestezi hali…

Endişemiz, geri dönüşü mümkün olmayan bu yola girilmemesidir. Bu yol açıldığı ve yüründüğü, hele de alışkanlık kazanıldığı gün, şehrimize “elveda” demenin vakti geçmiş olacaktır.

Shaukland’ın anlattığı Unesco’nun 1970’de Japonya’da düzenlediği konservasyon toplantısında yaşanan bir olayın trajikliğini şehrimizde yaşamamayı diliyoruz:

“Kyoto ve Nara’da düzenlenen konservasyon toplantısında Profesör Kaizaku çok sevdiği gerçekten güzel bir caddeyi seyrederken şöyle demişti: ‘Burada hiçbir şey benim çocukluk yıllarımdan beri değişmemiş.’ Çevresindekiler Profesöre büyük nezaketle, bir tel şebekesine destek veren on metre takviyeli beton bir pilon önünde durmakta olduğunu söylediklerinde Kaizaku gülümseyerek cevap vermişti: ‘Evet biz Japonlar artık takviyeli beton yutmaya alıştık.’
Kıssadan hisse çıkarıyor Shaukland: “Takviyeli betonun mide bulantısı yaptığını, kişiyi kusturduğunu kanıtlamak kolay olmuyor.”

Yaşadığımız şehirde göremediğimiz bu trajediyi de bir cümleyle ifade ediyor: “Ne yazık ki giderek daha sık rastladığımız kötü görünümlü manzaraların insanlar bazen farkına bile varmıyor; olan biteni anlayan sadece turistler veya evvelce kentte yaşayıp da ayrılmış olan, sonra tekrar kente dönen kişiler. Bunlar çevreye dikkatle bakıyorlar….”

Tarihî şehirlerin gerek bütünü gerekse de eski mekânları arkeolojik değer olarak muhafaza edilmesinin şehrin bugünü ve yarınına ‘turist merakı’nın ötesinde bir katkısı ve faydası yok. Çünkü şehir ancak “canlı bir organizma” ise değeri vardır. Müzelik veya müzedeki değer ise ’ölü bir değer’dir. Tarihî şehirlerin bütün olarak veya parça mekânlar olarak yeniden canlı bir organizmaya dönüştürülmesi oldukça zor. Bu konuda Şam örneğini veren Shaukland şunları söylüyor: “Sosyal ve ekonomik gelişmenin konservasyon planlarıyla çatıştığı durumlar da olabilir. Şam kentinin planlamasını yapan mühendisi alalım. Kentin kültür değerlerine içten özen gösteren bu kişi eski Şam kentinin konservasyonu için pratik bir plan uygulamak istemiş, sorunu şu sözlerle ortaya koymuştur: ‘Her iki taraftan saldırı altındayım. Arkeologlar hiçbir şeye dokunulmasın her şey olduğu gibi restore edilsin istiyor; yenilikçiler ise eskiden kalma ne varsa hepsinin silip süpürülmesinden yana…” Böylesine zorlukların yaşanacağı bir tarihî şehirde, her şeye rağmen yarına taşınması gereken varlığını ‘yaşanabilir’ kılmak için uğraş vermek gerekiyor.

Ülkemizdeki tarihî şehirlerde yaşanan refah ile şehrin dokusu-kimliği arasındaki çelişkiye batı şehirlerinde de rastlanıyor. Shaukland şöyle diyor : “Avrupa’daki kentlerin çoğu bugünkü haliyle bile tarihî değer taşır. Endüstrileri ve hizmet alanları vardır. Kendilerine özgü tarihi binalara ve parklara ve başka açık mekanlara sahiptirler. Ne var ki bunların tümü daha çok yer, daha çok yeniden yapılanma, ve sürekli artan trafik karşısında devamlı tehdit altındadır. Eski ile yeni arasındaki dramatik kontrast şehrin belirleyici karakterinin bir kısmını oluşturur. Yine de refah baskı yapıyor ve yaşamın süregelmesi devamlı bu baskıların tehdidi altında…”

Şehirde yaşayanların refahı arttıkça şehrin estetiği ve yaşanılabilirliği, çekim gücü artması gerekirken, tam aksine şehrin çirkinliği, boğuculuğu ve iticiliği öne çıkıyor. Niçin? Tek ölçünün, yegane belirleyicinin ‘refah’ olması, başka hiçbir insanî unsura yer bırakmıyor. Tek ölçü: Pazar.

Yazımızı gene Shaukland’ın önemli bir cümlesiyle tamamlayalım: “Persepolis, Teotihuacan, Stonehenge, Alhambra, Versay, Pompei, Ankor Wat gibi anıtlar kendilerini üretmiş olan kültürlerin en değerli simgeleridir.” Şehrimizin tarihselliğine ve tarihî mekânlarına bu gözle bakabilmek lâzım.

Şehrimizi üretmiş olan medeniyet ve kültür; şehrimizin ürettiği değer ve kültürle şehrimizin bugününü kurtaracak, yarınını kuracaktır.

(Günebakış, 30 Haziran 2010)

22 Haziran 2010 Salı

BEN BİR ULU ŞEHRE VARDIM
-trabzon yazıları-
Günebakış Gazetesi'ndeki yazılardan seçmelerden oluşan kitap "Nüans" yayıncılıktan çıktı.

TARİHİ ŞEHİRLERİN KONSERVASYONU ve ŞEHRİMİZ -II -

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta Ankara’dan 3 günlüğüne geldiğim Trabzon’da gazetemizin sahibi Ali Öztürk’le birlikte bir saatlik Trabzon turumuzda, bazı tarihî mekân ve alanları dolaştığımızda, “tarihî şehirlerin konservasyonu”nun mutlak gerekliliğine bir kez daha şahit olduk. Şehrin tarihselliğini kavrayabilmek için “nereleri görmek gerektiği”ni bilenler bir dakikalık bakışın bile önemli ve yeterli olduğunun farkındadırlar. Veya nazarlarınıza muhatap olan küçük bir tarihî mekân şehrin tarihselliğini size ihtar eder. Trabzon; bu ihtarın farkında olanlara (yıllarca müthiş tahribatlara rağmen) tarihî mekân ve malzemelerini bugüne tevarüs ettiren bir şehir olduğu gerçeğini size gösteriyor, idrak ettiriyor ve şehri size önemsettiriyor. Coğrafyasının tarihi mekânlara sahiplik etmek için “iklim ve yıkım şartları”na direnmesi de tarihî şehir niteliğinin bir gereği olarak bu şehirleri günümüze taşıyor. Ne adına olursa olsun eski tarihî şehri terk edemiyorsunuz. En sadist işgalcinin, en vahşi terminatörün bile tahrip ettiği, yıktığı tarihî şehrin dışında bir şehir kurulamıyor. Gene eski ayakları üzerinde, eski sınırları içerisinde bir şehir inşa etmekten başka çare bulunamıyor.

Onun için “tarihî aidiyet icbar edicidir” diyoruz. Tarihî aidiyet sizi, şehrinizi takip eder. Hem kültürel olarak, hem mekân ve yaşama alanları olarak. Tarihî şehirleri diğer şehirlerden farklı kılan özellik; yaşanabilirliğinin ‘test’ edilmeye muhtaç olmamasıdır, tarihselliğinden kaynaklanan farklılığıdır. Bu konuda Graeme Shaukland’ın “Tarihî değeri olan kentlere neden el atmalıyız?” başlıklı son derece önemli yazısına devam ediyoruz.

Shaukland “Bugün psikologlar bireylere ve gruplara, sosyal ve ekonomik gelişmelerin sağladığı fiziki-konfor, güven ve ucuz ürün karşılığında şahsiyetlerini korumanın ne denli önemli olduğunu vurgulayarak belirtiyor. Bunların kişilik yitirme bahasına olmaması gerektiğini savunuyor. Çünkü her ülkede bir kenti bir başkasından ayırt eden tek şey çevresi, dizaynı ve tarihidir. Bunların dışındaki özelliklerin çoğu ortak özelliklerdir. Benzer büyüklükteki kentlerde hizmetler birbiriyle karşılaştırılabilir. Madencilik yapılan bir köy aynı işle uğraşan başka bir köye tıpatıp benzeyebilir, bu benzerlik banliyölerde de aynın geçerlidir.

Tarihin bıraktığı etki ise farklıdır. Kentler, kentlerin değişik yerleri, caddeler, hatta bireylere ait evlerin her biri belirli birer tarihi damga taşır. Örnek olarak Britanya’da yıllar boyu aşamalardan geçerek oluşmuş, çoğuna hayran kaldığımız kentleri alalım. Bunlar birbirinden farklı mimari formları içeren eşsiz birer açık müzedir. Bina stilleri aynı olsa bile aynı cadde üzerinde aynı aralıkta numaralanmış değillerdir. Her ikisi de kendi bireysel tasarımcısının ve yapımcısının becerisini ve kentte peşpeşe otorite olmuş kişilerin karar ve idiosinkretiklerini yansıtır.”

Shaukland, tarihî şehirlerden bahsederken, belki de hiç görmediği, üzerinde araştırma yapmadığı Anadolu-Osmanlı şehirlerinin özelliklerinden bahsediyor sanki. Benzerlik mekânlarda değil tarihî şahsiyetlerinde. Şehirdeki evlere kadar “kendine özgü” bir karakter taşıyan mekânlardaki tarihsellik, günümüz mimarisine miras teşkil ediyor ama ne o mirasın farkında olan var, ne de tarihselliğin ne olduğunun…

Şehrimiz Trabzon’un eski genel panoramik fotoğraflarına, mahalle fotoğraflarına, cadde ve sokaklarının kenarında sıralanmış evlerine baktığımızda, bu tarihî mekânlar günümüz insanına “niçin korunmak zorunda oldukları”nı ihtar ediyor, hatta icbar ediyor. Tarihi süreklilikle mimarî sürekliliğin kuşaklar boyunca devam etmesi, şehrin şahsiyetini sürdürmesini de sağlıyor. Bu anlamda Trabzon’da tarihselliğini koruyup sürdürecek birkaç istisna dışında şehir içi yaşama alanlarının kalmaması, olanların da “kentsel dönüşüm cinneti”ne yakalanan yerel yöneticilerce “korunması” adına “katledilmesi” şehrin şahsiyetine indirilmiş yok edici darbelerden birisidir.

Bugünlerde “kentsel dönüşüm” projelerine kilitlenen Trabzon’da Shaukland’ın önemli tesbit ve tekliflerinin okunmasını diliyoruz.

Shaukland, nesiller ve şehir arasındaki şahsiyet çizgisine ilişkin de şunları söyler: “Her kuşakta, kişilik ifade eden bir geçmiş öteki geçmişlerle arasında bir iletişim çizgisi taşır; yaşayan kuşak, ölmüş kuşak, ileride doğacak kuşak arasında iletişim vardır; bu geçmiş deneyimlere alıntı sağlar. İnsanın nasıl uygar bir çevre yarattığını anlatır; bu o kişi için tarihi bir keyif –deposu ve sonsuz keyif- kaynağıdır. Kabul edilmesi, tadili, dışlanması, yeniden yorumlanması veya yeniden keşfi gereken bir kültürdür. “

Şehirlerin “geçmişi”nin ne olduğunu keskin bir biçimde ifade ediyor Shaukland:

“Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse anılardan yoksun bir adam gibidir.”

Korkarız ki şehrimiz Trabzon giderek “hatıralardan yoksun”, geçmişini unuttuğu için geçmişi olmadığını “zanneden” bir şehir haline gelecek. Çünkü, gelecek nesillerin idraklerine sunması gereken tarihî mekanlarını bir bir kaybediyor. Mekânların idraklere düşüreceği imajın niteliği şehirle insanımızın şahsiyetini güçlendirecektir.

Eski ile yeninin bir arada, birbirlerini yaşayan mekânlar olarak yaşadığı şehir, tarihî silüetini ve şahsiyetini devam ettirecek şehirdir.

Dileriz ki şehrimizin geleceğinin bugün verilecek kararlarla şekilleneceğinin idrakinde olanlar, şehirlerini “mensup olan mes’uldür” bilinciyle sahiplenirler.

Bugünler, gelecek nesillerin şehrimiz için “yaşayamıyoruz” diye feryâd edeceği-kaçacağı veya, “yaşanmaya değer” diye huzurla sahipleneceği tarihî karar ve inşalara gebe…

“Nerede yaşadığınızın farkında olun!” tarihî uyarısı hepimizi ürpertmeli !

(Günebakış, 23 Haziran 2010)

14 Haziran 2010 Pazartesi

TARİHİ ŞEHİRLERİN KONSERVASYONU VE ŞEHRİMİZ

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehriyle “dertlenen”lerin Graeme Shaukland’ın “Tarihi değeri olan kentlere neden el atmalıyız” isimli önemli makalesinden haberi var mı? bilemiyorum. 1996 yılında yayınlanan bu makale, tarihi değeri olan şehirlerimizin bugünü ve yarınıyla ilgili önemli tesbitler ve teklifler içeriyor. Şehrinin tarihsel arka planından haberi olmayan veya tarihselliğini yok sayan, veyahut da tarihinden kaçma, nefret etme adına şehrinden adeta intikam alma hummasına tutulan şehir yöneticilerinin, şehir plancılarının, devlet ricalinin şehirlerimizden nasıl intikam aldıkları yakın tarih sayfalarımızda ayrıntılarıyla yer alıyor.

Biz, Graeme Shaukland’ın dilinden “tarihi değeri olan şehirler”in bugününe dair uyarılarına kulak vermenin önemli bir mükellefiyet olduğuna işaret etmek istiyoruz. Batılı bir şehir felsefecisinin uyarılarından önce, çok daha köklü, derin ve medeniyet idrakiyle bu uyarıları yapmış olan muhakkik mimar Turgut Cansever’e kulak verilmedi ki, bir batılının makalesine mi kulak verilsin? diyor ve gene de Shaukland’ın söylediklerini dinlemek istiyoruz.

Şehrimiz Trabzon’u da doğrudan kapsayan bu tesbitler, bugünün şehir yöneticilerine bir şey söyler mi? Bilemiyoruz. Pek söyleyeceğini de zannetmiyoruz. Niçin? Çünkü; şehrine kötülükten başka bir miras bırakmayan şehir yöneticilerini hatırlayınca ve gördükçe bu düşüncemiz pekişiyor. Bir tarafta şehre taammüden (tasarlayarak) yapılan kötülüklere karşılık, tegaffülen (gaflet halinde) yapılan kötülüklerin de diğerinden farkı yok aslında. Halâ da şehrimizde neyi niçin yapmak zorunda olduğuna karar verememiş, verdiği kararların da şehrin geleceğini nasıl etkileyeceğinin farkında olmayanların bulunduğunu ve bunların şehrin geleceğini karar altına aldıklarını düşünürsek, şehrimiz adına kaygılanmamamız elde değil.

Shaukland “tarihi değeri olan kentlere neden el atmalıyız?” makalesine doğrudan bir cevapla giriyor: “Bu kesinlikle ele alınması gereken bir konudur, çünkü konservasyon çalışması yapmış herhangi birine ilk derste öğretildiği gibi konservasyon zaman, para, idari ve politik müzakere yönünden normal olarak idare, planlama ve inşaat masraflarına oranlı çok daha büyük harcamalar gerektirir. Açık bir arazide buldozer kullanmak veya inşaat yapmak daha çabuk, politik yönden daha dramatik, parasal yönden de genellikle daha ucuza çıkar bir işlemdir.”

Doğru. Eski şehri koruma “idraki” olmayanlara ne şehirden ne de korumadan bahsetmek gereksiz. Böyle bir idrakleri yok ki bu yönde “korunacak şehir”leri olsun. “Koruma” veya “konservasyon”un artık yaşaması ve yaşanması mümkün olmayan müzelik bir şehri çağrıştırmasına karşılık, Shaukland’ın bahsettiği, vurgu yaptığı “yaşanabilen tarihi şehir” tasavvuru günümüzün şehir yöneticilerine bir şey anlatmıyor.

Batılı ülkelerde tarihi şehirlerin korunmasının nasıl hayatî bir mesele olduğuna dikkat çeken Shaukland, “Bugün Avustralya ondokuzuncu yüzyıldan miras aldığı şehircilik planına eskisinden daha çok özen gösteriyor, çünkü şimdi burası giderek yoğunlaşan bir yeniden yapılanma faaliyetinin tehdidi altındadır…”

Şehrimizin de bu şekilde “yeniden yapılanma faaliyetinin tehdidi altında” olmadığını söyleyebilir miyiz? Neyi miras aldığından neyi miras bırakması gerekeceğine kadar bütün bir hafızası silinme operasyonu yaşamış, halen de bu operasyonu yerel yöneticiler, mimar, toplu konutçular ve plancılarla devam eden ve bunlara hiçbir müdahale yapılmayan bir şehirde böyle bir tehdidin kim farkında olabilir ki?

Şehrin can çekişme seansları hayatiyet kabul ediliyor. Şehrin can çekiştiğinin bile farkında olunmayan bir yerde yaşamak veya ölmenin de bir anlamı yok.

Shaukland, örneklerle uyarılarına devam ediyor: “Mimarlık mirasları az olan ülkeler bir anlamda kendi geçmişlerini yaratmak zorundadır. Ancak başka bir anlamda da, her kuşak kendi geçmişini yeniden keşfetme durumunda; onun kendi sanatsal mirasına biçtiği değer geçmiş kuşakların biçtiğinden farklı olabiliyor. Karaipler’de bağımsızlığına yeni kavuşmuş, eski kültürleri ve tarihleri köleliğin çöp sepetine atılmış ülkeler bugün, köle sahiplerinin evlerinin restorasyonu için para harcıyorlar. Dünyanın gelişmesinde patlama yapan Laisses-Faire kentlerinden birisi Sidney’de halkın desteklediği konservasyon sayesinde yeni yapılan devlet karayolları projelerinin tehdidi altındaki ondokuzuncu yüzyıl güzelim teras evlerinin tahribi önlendi…”

Tarihsel mimari stoku olmayan ülke ve şehirler bile kendilerine geçmiş arama mecburiyetinde iken, ancak böylece varolabileceğinin bilincinde iken, ülkemizde tarihsel mimari stokunu imha etmeyi adeta bir “ibadet” bilen yöneticilerle bugünlere geldiğimiz düşünüldüğünde nasıl bir facia ve katliamları yaşadığımıza, buna rağmen gene de ayakta kaldığımıza hayret ediyoruz. Hoş, ayakta nasıl kaldığımız da tartışılır ya, o ayrı bir mesele. En azından “nelerin yok edildiği”ne ilişkin bir sorgulayıcı tarih ve şehir tarihi bilincinden bahsedebiliyorsak, şehrimizin kendisine “geçmiş bulma” ihtiyacında olmadığını da idrak ediyoruz.

Shaukland devam ediyor: “Yinede ben tarihi kentlerin, köy ve binaların dokusunu koruma arzu ve kararlılığının ulusal bilinçteki psişik kaynaklardan ve bir ulusun kültüründe sadece kısmen bilinçli olan psiko-sosyal güçlerden etkilendiği inancındayım. Örnek olarak Fransa ve Polonya gösterilebilir. Bu iki ülke cadde ve anıtlarında restorasyon ve temizleme politikasına giriştiği zaman, devreye sokulan işte bu tür kaynaklardı… Geçmişin sihirli denebilecek bu gücü sadece korumakta olan şeyin kendi öz güzelliğinden, kentlerin artizanlarca yapıldığı bir dönemin yaşayan simgesi olmasından değil, her şeyden önce temsil ettiği kişilikten ileri geliyor.Çok-uluslu ekonomik gruplaşmanın, tekdüze makine yapımı ürünlerin, süper milli politik çözümlerin egemen olduğu böyle bir çağda milli gruplar ve etnik azınlıklar şahsiyet ve yaşamlarını sürdürme savaşı verdiklerinden bugün bu devamlılık duygusu hiç olmadığı kadar önem kazandı.

Tarihi kentler ve binalar işte bu bağlantıyı sağlar. Yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği bir çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı oluşumuyla hemen ayırt edilir. Eski binaları olmayan bir kentte yeterince şahsiyet de yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir…””

Son cümlenin ürperticiliğinden yola çıkarak, bu cümleyi tarihi şehirlerimize, özellikle de kendi şehrimize giydirdiğimizde dehşete kapılıyoruz ! Çünkü giderek eskiyi imha etmenin şahsiyet zannedildiği bir “yıkım ekipleri”yle şehirde gladyatör gibi dolaşanlar oldukça, ne şehirden ne de şahsiyetten bahsetmek mümkün olacaktır.

Şehrimiz Trabzon’u düşünerek cümleyi tekrarlayalım: “Eski binaları olmayan bir kentte yeterince şahsiyet de yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir..”

Modern zamanlarda, dünya kenti, yeniden yapılanma, kentsel tasarım gibi sanal şehevî zevkler veren kavramların tatminliğinde şehrimizin şahsiyetini katletmeye devam ettiğimizin farkında mıyız?
(Günebakış, 15 Haziran 2010)

7 Haziran 2010 Pazartesi

TARİH BİR "İSTATİSTİK BİLİMİ" MİDİR? veya LOWRY'DEN "ERKEN DÖNEM OSMANLI"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Son yıllarda hem içeride hem de dışarıda Osmanlı Tarihini “yeniden” ele alan, değerlendiren ve özellikle de kuruluş dönemini ve klasik dönem olarak ifade edilen XIV-XV. yüzyılları sorgulayan yazarlar, tarihçiler yeni kitaplar yayınlıyor. Yeni bakış açıları, tarih anlayışlarını ortaya koyan bu yayınlarda, batılıların Osmanlıya bakışlarında değişen bir şey yok. Sadece bazı kavramlardan yola çıkarak, bakışlarını bu kavramlarla izah ettiklerini görüyoruz. Özellikle Osmanlı’nın “kuruluş felsefesi”ni yayılmacılık, yağma, yer tutunma gibi maddi gerekçelere dayandırmanın ötesinde bir “yeni anlayış”ı göremiyoruz. Dünyanın önemli bir coğrafyasında en uzun yaşamış devletlerinden birisinin kuruluşunu kendi “anlamlandırdıkları” veriler ve kavramlarla ifadeye çalışmak Osmanlı’nın kuruluş irade ve felsefesine “yeni” bir perspektif getirmiyor.

Bu kitaplardan birisi de Trabzon’lu okur-yazarların, tarihçilerin yakından tanıdıkları Princeton Üniversitesi Öğretim üyesi Osmanlı Tarihçisi Heath W. Lowry. Oldukça üretken ve ciddiliğini sürdüren bir bilim adamı olan Lowry, geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Osmanlının Balkanlardaki varlığı ile ilgili iki eserden sonra bu kez “Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı”yla karşımıza çıkıyor. Lowry, ısrarla belgelerle konuşmayı, ele aldığı belgelere yeni yorumlar getirmeyi sürdüren bir tarihçi. İlk baskısı 1981’de yayınlanan ve halen baskıları süren “Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi” isimli temel kitabında da Trabzon’la ilgili belgeleri “farklı” bakışla yorumlamıştı.

Bugünkü tarih biliminin göremediği, Batılı tarihçilerin de temel açmazı ve anlayamadıkları şu gerçek, Osmanlı tarihini izaha kalkanları kendi “mevhum”larına mahkûm ediyor. “Osmanlı’nın temel zihniyetini, dünya idrak ve tasarımını anlamadan, yeryüzü tasarımını doğru anlamak mümkün müdür?” Sorulması ve cevap aranması gereken temel soru bu. Bu soruya doğru cevap bulunabilirse, Osmanlı tarihini objektif anlamanın yolu açılabilir. Aksi halde batılı “tarih yargı”larıyla Osmanlı tarihi okunmaya devam edilir.

Bütün ciddiyetine rağmen Lowry de Osmanlı tarihini değerlendirirken, özellikle de XIV. Ve XV. Yüzyıllardaki “Tımar Sistemi”ni ele alırken, Osmanlı’nın büyüme, gelişme ve yayılmasının temelinde “ekonomik” bir zihniyetin olduğunu söyler. Daha doğrusu “ekonomik zihniyet”in belirleyici olduğuna vurgu yapar. Hatta Osmanlı’nın egemen olduğu coğrafyalardaki gayr-i Müslim tebaa’nın niçin Müslüman olmadığı? Sorusuna “Osmanlı bunu bilinçli olarak yaptı. Çünkü gayr-i müslimlere yönelik vergi kaynaklarının azalmasını istemiyordu.” Dedi. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Osmanlıları 600 sene ayakta tutan şey, vergi sistemi ile adalettir “ gibi önemli bir tesbiti de yapmıştı. Gene Lowry, “Osmanlı elinde kılıç, ‘ya Müslüman olacaksın ya keseceğiz’ demiyordu. Yok öyle bir hikaye. Bu uç beyleri, başından itibaren bir sistemle girmişler Balkanlar’a. Evrenos Bey her gittiği yerde su kanalları, kervansaraylar, yollar, köprüler, imarethaneler yaptırmış… Yani, adamların bir elinde kılıç varken, bir yandan da Balkanlar’a küçük küçük Bursa’lar inşa etmişler. Bu çok ciddi bir kuruluş projesi ve karşımıza bambaşka bir erken Osmanlı dönemi çıkarıyor…” diyor. Ancak, Lowry’nin bu tesbitlerini birlikte ele aldığımızda, “vergi sistemi ile adalet”in sadece timar sisteminden kaynaklanan ve ona bağlı bir “ekonomik denge hedefli bir ”“denklem”e indirgendiğine işaret etmek istiyoruz.

Osmanlı’yı inşa ettiği-ait olduğu medeniyet bütününün referanslarından, “ahiret” inancından soyutlayıp, “dünyevileşmiş”, sadece çağın gereği önemli ve ileri tasarımlar olarak ele aldığınızda, ortaya batının veya doğunun kimi imparatorluklarıyla aynı eksende değerlendirilebilecek bir “iskelet” çıkacaktır.

Tarihi, belgelerdeki sadece sayılabilir, ölçülebilir, tartılabilir birtakım “istatistikî” kıymetlerden yola çıkarak okumak, yorumlamak, bunlarla sınırlı ele almak bugünün modern tarih anlayışını oluşturuyor. Gerçeklik bu oluyor. Bu istatistiki kıymetleri ortaya çıkaran kültürel ortamın belirleyiciliği dikkate alınmıyor. Asıl belirleyici olan gözden kaçırılıyor, dikkate alınmıyor. Modern tarih biliminin göremediği, görmek istemediği bu. Bugün, bazı modern tarihçilerce ortaya konan kuramlar, her iki anlayışı yâni, belgeleri maddi verilerle okuma ile o verilerin kaynağı kültürel-toplumsal ortamı birlikte ele almanın gereğine işaret etmektedir. Bunlar arasında Cemal Kafadar’ın kitapları, özellikle de “İki cihan âresinde” isimli kitabı önemlidir.

Belgeleri, istatistikî verileri ait oldukları zihniyet bütününden ayrı değerlendirmek tarihi doğru okumamak, doğru anlamamaktır. Günümüz tarihçilerinin yeni bir yorumla tarih değerlendirmelerini “hakikate uygun” hale getirmeleri gerekiyor.

Konudan fazla uzaklaşmadan Lowry’nin kitabına geliyoruz…

Osmanlı’nın özellikle kuruluş dönemi ve klasik dönemini Wittek gibi tarihçilerin yorumlamakta kullandıkları “gaza” veya “cihad” kavramıyla açıklamasına Lowry, “Din (İslam), bırakın doğmakta olan Osmanlı Devleti’nde itici bir güç olmayı, sık sık pratik sebepler açısından ön plana alınan şeylerin arkasında kalmış gibi görünüyor..” diye itiraz eder. Lowry, Trabzon’la ilgili kitabında da temel tezlerinden olan birisini daha devreye sokuyor: “Tüm bu dönem boyunca Osmanlı insan gücünün esas kaynağı ihtidaydı. İster (köylüler için) nezakete ve iyi muameleye dayanan bir devlet politikası, ister (yerel Bizans aristokrasisi için) fetih ganimetleri paylaşma arzusu ile realpolitik kaygıları tarafından harekete geçirilsin, sayısı giderek artan Bitinyalı (ve sonra Balkan) Hıristiyanları her şeyden önce ganimet paylaşma vaadiyle teşvik edildiler ve Osmanlı sancağına katılmayı seçtiler. Kölelerin azat edilmesi, yavaş yavaş asimilasyon ve kültürler arası evlilik Osmanlı insan gücü temeline dini ve kültürel mühtedilerden oluşan sürekli bir akış sağlayan araçlar haline gelecekti. Sonraki asimilasyon sürecinde ihtida, Türkleştirmenin takip ettiği dilsel ve Osmanlı kültürel asimilasyonundan önce yer almış gibi görünüyor..” Lowry, devamla “Zamanın geçmesi ve art arda gelen mühtedi kuşaklarıyla yerel halk dinen İslamlaştırıldı, dilleri Türkçeleştirildi ve kültürel olarak Osmanlılaştılar..” gibi muğlâk ve tartışılabilir yorumu yapıyor.

Oysa ki, hemen hemen tüm batılı Osmanlı tarihçileri Wittek’in 1938’de ortaya koyduğu temel tezi olan (Lowry’nin cümleleriyle) “Osmanlıların Anadolu’da aynı dönemde varlık göstermiş çok sayıdaki Müslüman beyliğin arasında bir tek onların güçlü bir imparatorluk kurduğu olgusunu açıklayan, onları harekete geçiren güç ‘din’di.. Kuruluş dönemindeki birincil hedefleri gazâ ya da cihaad’tı. “

Lowry’nin Osmanlı’nın gerek kuruluş-erken dönem, gerekse de klasik dönemdeki Osmanlı yayılmasını “köle ve ganimet edinmek” amacına bağlamasını (kendi ifadesiyle) “bütün tarihçilerin Osmanlılar hakkında yazdıklarını, söylediklerini ölçmek lazım. Çünkü ben de bagajsız gelmiyorum. Benim bagajım işte Hıristiyanım, Amerikalıyım, çocukluğum babamın misyoner olmasından dolayı Hindistan’da geçti. Benim söylediklerimi değerlendirirken bunların hepsini göz önünde tutmak lazım. Çünkü ben bunlarla beraberim, bunlarla varım…” izahına bağlamak mı gerekiyor?

Hem ülkemizde hem de batıda özellikle Osmanlı iktisat tarihi üzerinde yoğunlaşan çalışmaların amacı, acaba kendi koydukları“siz de yağmacı, köleci ve ganimetçisiniz” tezlerine inanmak ve sonuçta doğrulamak mı? Doğru okuyup anlaması mümkün iken Lowry’nin Erken Dönem Osmanlı Devletinin Yapısı’na temel teşkil eden 14. yüzyıla ait birkaç belgenin “ruhu”ndan haberdar olmaması mümkün müdür? Yâni bütün bir Osmanlı medeniyet ve kültür zihniyeti’ni “dünyevileştirme” olarak izahı mümkün müdür? Oysa Lowry’nin Osmanlı’nın “İ’lay-ı kelimetullah” için varolduğu ve varlığını devam ettirdiğini bilmemesi mümkün müdür ?

Her ne şekilde okunursa okunsun Wittek’in “gaza” ve “cihad” tezi Lowry’nin “ganimet ve köle” tezinden çok daha inandırıcı, Osmanlı’yı anlamada çok daha isabetli. Wittek’ten yaklaşık 72 yıl sonra Lowry’nin “bagajı mı açılıyor?” veya “bagajından yeni şeyler mi çıkıyor?” diye soruyoruz? Tıpkı Pandora’nın kutusu gibi…

Bir de şöyle soralım: Acaba hayatını Osmanlı tarihi ve Osmanlı okumalarına veren Lowry’nin belgeleri okumada bir tutarsızlığı veya çelişkisi mi var?

Kimbilir belki de (ciddiye alınırsa) Lowry’nin bu tezi yeni tartışmalarla Osmanlı’nın “i’lay-ı kelimetullah” olarak özetlenen zihniyetini daha mı kuvvetlendirecek?

Göreceğiz.

(Günebakış, 9 Haziran 2010)

1 Haziran 2010 Salı

YAHUDİ:
"İMAN KERVANLARINA PUSU KURMUŞ SOYGUNCU!"
Yahya DÜZENLİ
yahyaduzenli@gmail.com

Bu yazı ve merkezindeki “Yahudi” şiiri, tüm insanlığı nefret ve sadizminin tatmin alanı gören ve bunu katliam arsasına dönüştüren bir kavmin ruh haritasını resmeden “antisemitik” bir yazıdır.

Bir düşünürün “hiçbir yahudi masum değildir!” sözünün doğruluğunun ispatlandığı günlerdeyiz.

Bugün, terör devleti katil İsrail’in Akdeniz’i kana bulamasının 3. günü.

Kur’an’daki “tek lanetli” topluluk olan Yahudi’nin “niçin lanetli olduğu”nu kendisinin Gazze’ye “insani yardım” götüren filodaki masum insanları katlederek ”ispatladığı” tarihî kırılma ânındayız.

Sözü uzatmadan Üstad Necip Fazıl’ın “Esselam” kitabındaki 37. bölümde “Yahudi” şiirini köşemize alıyoruz:

YAHUDİ

Nerde yahudi, nerde gerçek İsrail oğlu?
Yahudi, tıkayandır Allah’a giden yolu!
Aynı ırk mayasından, ayrı hamur, ayrı döl;
Sonra hep aynı parça, istersen milyona böl!
Yahudi, dölleşmesi, resule hiyanetin;
Ve hedefi, Kur’ânda, Haktan gelen lânetin.
İlk defa hiyaneti, kendi öz nebîsine;
İnsanlık yahudide şahit en habîsine.
Evet, zehirlilerin zehirde en korkuncu!
İman kervanlarına pusu kurmuş soyguncu.
Medinede kuruldu, onunla münafıklık;
Peşinden, dümdüz giden yolda binbir sapıklık...
İlk iş, alçak bir tuzak bir müslüman kadına.
Sürüldü Medineden, bakamadan ardına.
Derken Nadr Oğulları... Resule karşı hile;
Tepelendi, ahdini tepeleyen kabîle.
Nihayet yüzündeki katil peçeyi yırttı.
Küfrü İslâma karşı hizip hizip kışkırttı.
Mekkeye haber saldı: «Çabucak birleşelim!
Kaynaşıp tunçlaşalım, pişip demirleşelim!
Bizde kılıç, bizde ok, bizde at, bizde pusat;
Bu, gelişen İslâmı toslamaya son fırsat!
Yapışmanın zamanı, artık yakalarından;
Siz önlerinden vurun, biz de arkalarından!»
Yahudi kışkırtması bütün küfrü bürüdü.
Ve hizipler toplanıp Medineye yürüdü.”

Akdeniz’deki şehidlerimize rahmet, yahudiye lânet !

Yapacaklarımızı, yapmamız gerekenleri unutmadan Allah’ın “kahhar” ismine sığınıyoruz.