28 Ocak 2013 Pazartesi

ENDÜLÜS MERSİYESİ’nden ŞEHRİMİZE…

Yahya Düzenli

İslam medeniyetinin ilim, kültür ve sanatta zirveleştiği Endülüs, uzun zamanlar boyunca şehir ve medeniyet ilişkisinin mücessem ifadesi olmuştur.

Şehir ve mimaride yükselen medeniyetin emsalsiz numunelerinin ortaya çıktığı Endülüs, başta Muhiddin Arabi ve İbn-i Rüşd olmak üzere bir çok velî, ilim, irfan ve hikmet adamı’na bin yıla yakın yataklık etmiştir. Kültürlerin harmanlandığı, karşılaştığı, etkileştiği bu büyük medeniyet, batıya da ufuklar açmıştır. Ziya Paşa’nın mısralarıyla; Ger Endülüs olmasa ziyâdâr, Kim Avrupa’yı ederdi bidâr” (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?)

Ziya Paşa’nın iki satırla özetlediği bu gerçeğe Gustav Le Bon da şöyle dikkat çekiyor: “Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet mesajı ile girdiler. En az bir asır, ölü araziyi münbit hale getirmek, harabe haldeki şehirleri imar etmek, muhteşem binalar yapmak ve ticareti geliştirmek için uğraştılar. Bundan sonra da ilmî ve edebî çalışmalara, Yunanca ve Latince eserlerin tercümesine ve uzun zaman Avrupa’da kültürün kaynağı ve beşiği olacak olan üniversitelerin inşasına yöneldiler. Birkaç asır içinde İspanya’yı ekonomik ve kültürel yönden geliştirdiler.”

Muhammed İkbal’in Ne hayret vericiydi o Müslümanların devri; medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi’’ dediği Endülüs’te, 8 yüzyıla yakın (711-1492) süren muhteşem medeniyetin güneşi, Hristiyan barbarların istilâsıyla batmış, ihtişamı sona ermiştir.

Acaba Endülüs, nazarların yakıcı ve yıkıcılığının kurbanı mı olmuştur? 

Kalıntıları karşısında bile hâlâ gözlerin kamaştığı, idraklerin tutulduğu Endülüs medeniyetinin yeryüzünden çekilişi için “belki hiçbir ölünün kabri başında bu kadar gözyaşı dökülmedi” diyen El Cârim’in işaret ettiği gözyaşlarını Salih Bin Şerif’in kaleme döktüğü “Endülüs Mersiyesi”, bugün, bir medeniyetin ve o medeniyeti taşıyan şehirlerin acısını bize hissettirir.

Şüphesiz ki kalbi olanlara, kalbi şehri için kanayanlara!

Endülüs medeniyeti dendiğinde hemen akla gelen Kurtuba, Gırnata ve İşbiliyye’nin trajedisini anlatan Salih Bin Şerif’in ağıtı, Endülüs’ün işgali üzerine yardım için Osmanlı’ya gelen Ebü’l Beka Salih bin Şerif tarafından 1505 yılında Sultan II. Bayezit’in huzurunda bizzat okunmuştur. Muhtevasından dolayı edebiyat tarihimizde mersiye (ağıt) olarak adlandırılan bu şiir okunduğunda, medeniyet ve şehir idraki olanların ürpermemesi mümkün değil.

Sezai Karakoç Üç Kaside kitabında “Endülüs’e Ağıt” başlığıyla aldığı bu şiir’e dair şunları söyler:

Milâdın 15., Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyon’u Timur’un yürüyüşü, İslâm ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır. Rüyaların bile hülyasına cesaret edemiyeceği o canım, güzelim o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır. Ruh ve fikrin en canlı ve en doğurgan olduğu ilk vakitlerden de oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. Her yanda, bir kavgadan yeni çıkmış bir insanın durumu gibi sızlayan yaralar...

İslâm’ın merkez alanı bu durumdayken, parlak İslâm medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir. Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı Hıristiyanlığın, kızıl inkâr ve onmaz barbarlığın mahv ettiği Endülüs’ün... Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok.

…. Kalan son şehir Gırnatanın hükümdarı bir elçiyle, Sultan Bayazıt’tan yardım istemişti. İstanbul'a gönderilen elçi ve heyetin Padişaha sunduğu Kaside de, işte, Endülüsün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Elbü’l Beka Salih Bin Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir…
 
İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir. Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezartaşıdır bu. Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam. Bu kaside, bu acı deneyi geçirenlerin büründüğü tevekkül için de zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor. Endülüs örneğinde bir tarih felsefesi modeli gibi gelecekleri haber veriyor. Hatta denebilir ki, Endülüs’ün kurtarılma vaktinin geçtiğini görüyor da, sadece bir ibret dersi veriyor. Hatta yalnız Müslümanlara değil, bütün insanlara. Evet, bütün gelecekleri haber veriyor.

Ne yazık ki, o gelecekler birkaç kere daha geldi.”

Şehirlerimizin akıbeti ile ilgili doğrudan ilgisi olmasa da aklıma gelen Salih bin Şerif’in bu meşhur Endülüs Mersiyesi’nden bazı mısraları Sezai Karakoç’un çevirisiyle sunalım:

“...............
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisra'yı. Kisra'yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.
……………
Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine'de Uhud, Necid'deki Şehlan dağları yerinden oynadı,
Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm'a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiye'ye bir sor, Mürsiye'nin hali nicedir?
Şâtibe'nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba'ya ne oldu?
……………
Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!

Ey göğsünü gererek "benim ülkem, saltanatım" diyen, kurumundan geçilmiyenler!
Siz Hıms'ı gördünüz mü? Hıms'tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!
……………….
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?
………………….
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
……………
Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:
Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!”

Her satırı hicran dolu, edebiyat tarihimizde benzeri az bulunan bu Mersiye karşısında başta II. Bayezid olmak üzere orada bulunanlar nasıl bir teessüre kapıldılar bilemiyoruz.

Herşeyin faniliği, kemal noktada daha müthiş hissedilir derler. Endülüs de öyle oldu. “Şehirleri mamur, insanları bahtiyar”  bir medeniyetin faniliğini Gırnata’daki Elhamra Sarayı’nın duvarında yazılı ölçü anlatıyor: “Lâ galibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur)

Bu idrakle şehirlerimizi düşünürsek, “şehrimizin mamur, insanlarımızın bahtiyar” olmaları mümkündür.

Bu idrakle şehrimizi düşünebiliyor muyuz?

Yoksa şehirlerimiz gibi zihinlerimiz üzerine de mersiyeler yazmanın zamanı mı geldi!

21 Ocak 2013 Pazartesi

İbn-i Fîrûz’un GURRETÜ’L-BEYZA’sı…


Yahya Düzenli

“Siyasetname” türündeki eserler kültür geleneğimizin önemli klâsiklerindendir. Tarihî süreçte yazılmış çok sayıdaki siyasetnamelerden ilk aklımıza gelenlerden bazıları;  İmam Ebu Yusuf’un “Kitab-ül Harac”ı, İmam-ı Gazali’nin “Nasihat-ül Mülûk”ü, Nizamülmülk’ün “Siyerü'l-Mülûk-Siyasetname”si, Mâverdî’nin “Ahkâmü’s Sultaniye”si, Yusuf Has Hacîb’in “Kutadgu Bilig”i, Koçi Bey’in “Risale”si, Keykavus’un “Kâbusnâme”si, Gelibolulu Mustafa Âli’nin “Nasihatü’s Selâtin”i, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın “Nesayih’ül Vüzera Ve’l-Ümera”sı’dir.

Devlet adamlarına, yöneticilere “nasihatlar-öğütler-öneriler”i ihtiva eden siyasetnameler dünya işlerinin yürütülmesine ilişkin, adalet, ahlâk, muamelât ve her türlü uygulamaya, doğru yoldan ayrılmamaya dair ikaz ve ihtarları da ihtiva eder. Bugünkü deyimle siyasî, sosyal ve ekonomik hayata ilişkin önerilerle doludurlar. Ayrıca ülke ve şehir yönetiminin nasıl bir basiret, feraset, irfan, idrak ve sanat gerektirdiğine dair tavsiyeleri yaşanmış olaylar, hikayeler, hikmet sahiplerinin sözleriyle anlatırlar.

Siyasetnamelerin en önemli özelliği; dünyanın fâniliğine-geçiciliğine aldanmamaya, bâki olanı ihmal etmemeye dikkat çekmektir. Onun için de başta âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler olmak üzere,  yazıldıkları devirden önceki Hz. Âdem zamanına kadar geçmiş Peygamberlerden, sahabe-i kiramdan, ehl-i irfan ve ehl-i hikmetten bol miktarda örnekler verirler.

Siyasetnameler bir nevi “doğru yaşama kılavuzu”dur. Devlet adamları için kaleme alınmalarına rağmen, herkes için “bilgi-hikmet ve irfan” kaynağı olma niteliğini halen sürdürmektedirler. Kütüphanelerimizin raflarında dilimize çevrilmeyi bekleyen kültürümüzün klâsiklerinden biri olan İbn-i Fîrûz’un “Gurretü’l-Beyzâ”sı KTÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mücahit Kaçar tarafından orijinal metin, transkript ve güzel bir sadeleştirme ile çevrilerek birbirinden güzel eserleri ortaya çıkaran Büyüyen Ay Yayınevi tarafından “Adaletin Aydınlığında” alt başlığıyla yayınlandı.

Eserin aslı Mısır Sultanı Ebu Sait Çakmak için 1439’da “Dürretü’l Garra-fî Nesayihü’l-Mülûk ve’l-Vüzerâ” adıyla yazılmış ve eser türkçeye ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde Abdüsselâm b. Şükrullah tarafından “Tuhfetü’l-Ümera ve Minhatü’l-Vüzera” ismiyle çevrilmiş. Daha sonra eser Abdüsselâm el-Amasî tarafından aynı isimle tercüme edilmiş. “Gurretü’l-Beyzâ” eserin İbn-i Fîrûz tarafından yapılmış diğer tercümesidir. Tuhfetü’l-Ümerâ ve Minhatü’l-Vüzera da gene Büyüyen Ay yayınevi tarafından (alt başlığı Siyaset Ahlâkı) A.Mevhibe Coşar tarafından tercüme edilerek ‘siyasetname’ olarak yayınlandı.

Gurretü’l Beyzâ’nın girişinde, eseri hazırlayan Kaçar İbn-i Firûz hakkında ayrıntılı bilgi bulunmadığını ifade ediyor. Asıl adı Mehmet Bey b. Firûz Ağa el-İslâmbulî olan İbn-i Fîrûz Sultan III. Selim döneminde  XVI-XVII. Yüzyıllarda yaşamış Osmanlı müderris âlimlerinden.


“Osmanlı Müellifleri” yazarı Bursa’lı Mehmet Tahir, İbn-i Fîruz’dan bahsederken “Sultân Selîm-i Sâni muâsırı siyâset-i şer’iyyeye vâkıf bir zât olup şehrîdür.”  diyerek zamanının yönetim bilimlerine vukufiyetine ve ‘şehirli’ olduğuna vurgu yapar.

İbn-î Fîrûz her cümlesi hikmetle yüklü bu siyasetnamesinde şehirlere ilişkin önemli mesajlar da bulunuyor. Yazımızın sınırları çerçevesinde söz konusu İbn-i Fîruz’un “Gurretü’l-Beyza”sından şehre ilişkin birkaç iktibas yapalım.

İbn-i Fîruz, Gurretü’l-Beyza isimli siyasetname türündeki eserinde Hz. Hızır’dan bahisle şunları anlatıyor: “Hızır peygamber, bir padişaha şöyle nasihat etti: ‘Ey Padişah, bir gün senin bu şehrinden geçtim. Burayı büyük bir şehir olarak gördüm. İnsanlar kalabalık, nimetler çeşitli ve çoktu. Üç yüz yıl ortadan kaybolup tekrar gelip baktım ki şehirden eser kalmamış, üstünde gemilerin yüzdüğü bir deniz olmuş. Beş yüz yıl gezip döndükten sonra gördüm ki deniz de çekilmiş, yeşil bir ada olmuş; bir sürü insan toplanıp bunu üç yüz yılda imar ettiler. Beş yüz yıl sonra tekrar gelip gördüm ki bir güzel şehir olmuş, safran ve kâfur yetişmiş, dünyada eşi yok. Beş yüz yıl daha gezip tekrar geri geldiğimde seni bu şehirde saltanat ve kudret sahibi gördüm. Demek ki ey sultan, senden önce bu şehri senden çok daha fazla imar eden ve ardından burayı varislerine terk edip ölen sultanlardan ibret al. Ey sultan, bu alçak dünyaya aldanma; çünkü bu alçak ve vefasız dünya gaddar ve hilecidir. Daimi kalınacak yer değildir. “

Bu güzel anlatım, şehir yöneticilerinin şehirleriyle ilgili “nasıl bir sorumluluk ve duyarlılık” taşımaları gerektiğine, aslolanın bırakılan ‘eser’ olduğu ve içindekilerle birlikte dünyanın fâniliğine vurgu yapıyor.
İbn-i Fîrûz, şehrin imar ve halkın huzuruna ilişkin de şunları söyler: “ Bil ki, eski padişahlar, bütün gayretleriyle şehirlerini imara çalışırlardı. Çünkü vilayetin imar edilmesiyle halkın mutlu ve memnun olacağını bilirlerdi. Aynı zamanda âlimlerin sözlerinin doğruluğuna şüphe olmadığına inanırlardı. Hikmet sahiplerinin sözü budur ki: ‘Din melikle, melik ordu ve askerle, asker malla, mal vilayetin imarıyla, vilayetin imarı da halka adalet sağlamakla olur.’

Gurretü’l-Beyzâ’dan yöneticilere bir nasihatle yazımızı tamamlayalım: “Hikmet sahipleri; ‘Sultanların şu üç şeyi yerine getirmesi gerekir: Birincisi: şehrin imar edilmesine gayret etmektir. Çünkü memleketin iki şeyle harap olacağı söylenmiştir. Bunlar ya sultanın gücünün olmaması veya zalimlerin halka zulmetmesidir. İkincisi; halka şefkatle muamele etmek ve aralarında adaletle hükmetmektir. Üçüncüsü de; büyük işleri layık olmayan kimseye vermemektir. Çünkü bu işleri layık olmayana vermek memleketin harap olmasına sebeptir.” demişlerdir.”

İbn-i Fîruz’un nasihatlerinin (çoğu şehirlerinden ve şehirlilerinden habersiz) şehir yöneticilerimize tesir etmesi temennisiyle kitapta geçen “hikmet ehli demiştir ki; kitap kâtibin ilmine işaret eder” sözünden hareketle eserin müellifine rahmet niyaz ederek, yayıncısını ve her iki nüshanın mütercimlerini tebrik ediyoruz.


14 Ocak 2013 Pazartesi

FİKİR ADAMI VE MİMAR ÜZERİNE… -Üstad Necip Fazıl ve Turgut Cansever-


 
 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Büyük fikir ve sanat adamlarının ‘nazar’larına muhatap olmuş, onları özümsemiş, onlardan fikir süzmüş olanların aldıklarıyla meydana getirdikleri terkip eserlerine ve fikirlerine yansımıştır. Eskilerin bilgi ve irfan ölçmede “ne okudun?” değil “kimden okudun?” sorusu bu bakımdan önemli bir soru ve yönlendirici-yetiştirici işarettir.

Bu vesile ile, Üstad Necip Fazıl ile muhakkik mimar Turgut Cansever’e değinmek istiyorum.

Üstad Necip Fazıl, 1939 yılında 35 yaşında iken, dönemin önemli ve kudretli isimlerinden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Hasan Âli Yücel tarafından İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarî Bölümü’ne Hoca (Öğretim Üyesi) olarak tayin edilir. Hasan Âli Yücel’in gözünde Üstad “hakkında her vasfın âciz kaldığı şâir”dir.

Mimarî’nin Üstad’ın zihninde ne kadar önemli olduğu şuradan bellidir ki; Üstad o yıllarda haftada iki gün İstanbul’dan Ankara’ya Devlet Konservatuarı ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesine ders vermeye gitmektedir. Trenle gelip gittiği ve oldukça meşakkatli olduğu için bir gün Hasan Âli Yücel’in evinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“-Siz beni profesör değil, trenlere kondüktör tayin ettiniz! Bıktım, haftada iki gün trenlerde gidip gelmekten…
-          Ankara’da otur öyleyse!...
-          Oturamam! Havası beni boğar.
-          Ne istiyorsun?
-          Meselâ İstanbul’da, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarî kısmında bir kültür dersi…
-          Âlâ! Yapsınlar tayinini!”

Üstad’ın tayini yapılır. Bundan sonrasını Üstad’ın “Bâbıâli”sinin “Büyük Doğu’ya Doğru” bölümünden okuyoruz:

“Yüksek Mimarî bölümünde ilk dersine girince talebesine şöyle hitap etti:

-Siz mimar olacaksınız; yani fikri taşa nakşetme, şekil ve hacim nispetleri içinde yoğurma sanatı!... Bence (plâstik) sanatların en güzeli… O halde bu sahada fikir sahibi olmanız için, derinliğine, içtimai, ruhi ve daha nice şubeleri kaplayıcı bir irfanınız olmak lâzım… İşte bu gözle sizi, Tanzimattan beri gelen sahte inkılâplarımızın doğrudan doğruya mimarî plânında çizgileşen mânasını okumaya davet ediyorum. Eski şahsiyetli, içine kapanık Topkapı Sarayına bitiştirdikleri (Barok) ve (Rokoko) kantocu donu gibi dantelâlı Mecidiye Kasrı arasındaki fark… Bu kıyaslamayı size tahrir vazifesi olarak veriyorum. Bir hafta sonra isterim.”

Sınıfta bu konuşmayı yaptığı öğrencileri arasında rahmetli mimar Turgut Cansever de vardır. Cansever 18 yaşındadır.

Üstad’ın bütün bir “Şehir ve Mimari Davamız”ı ihata eden bu ödevine öğrenciler nasıl cevap vermişlerdir bilemiyoruz. Ancak Cansever’in bugün yayınlanmış hayatına, ortaya koyduğu mimarî tarza ve eserlerine baktığımızda, Üstad Necip Fazıl’ın “terkibî-sentetik hüküm” olarak hem temellendirdiği, hem de öğrencilerini bu yönde yönlendirdiği “tahrir vazifesi:ödev”ine ne cevap verdiğini tahmin edebiliyoruz. Cansever’in, Üstad’ın bir “medeniyet tasavvuru” olarak ortaya koyduğu “İdeolocya Örgüsü”nde ifadesini bulan “şehir ve mimari davası”nın inşacısı olduğunu söylemek isabetli olacaktır.

Cansever, Üstad’ın “Gençliğe Hitabe”sindeki “kim var?” sorusuna şehir ve mimaride “ben idraki”yle cevap verebilen yegâne muhakkik mimardır desek yeridir. Cansever’in fikir ve eserleri, Üstad’ın “Büyük Doğu İdraki”nin şehir ve mimariye tatbiki, yansımasıdır diyebiliriz.

Cansever tefekkür sahibi bir mimar olarak adeta Üstad’ın sorusuna Tanzimat dönemini “ülkeyi bir kasırga gibi tahrip eden mimarî yozlaşma” olarak ifade ederek şu cevap veriyor: “Osmanlı kültür tabakasının mimarlık mirası, bir savaşla değil, aşağı yukarı Tanzimat’tan itibaren Batı etkisine açılan Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi “aydın(?)larının düşünce sistematiklerinin, inançlarının, dolayısıyla tercih ve yaşama biçimlerinin değişmesi sonucu yok edildi…”

“Ben, batıda yapılanların dışında durarak dünyanın önüne geçilebileceğine inanıyorum” diyen Cansever devam ediyor:

 “… Son 150 yıldır artan dış kültürel etkilerle, gittikçe daha hızlı bir şekilde tarihi mimari mirasımızın en ilginç üst tabakasını oluşturan sivil mimari eserleri büyük ölçüde tahrip edilmiştir. İstanbul, Bursa, Edirne, Kayseri, Konya başta olmak üzere bütün Türk şehirlerinde, Türk-Osmanlı kültürünün en önemli ve değerli ürünü olan konut stoku, şehirlere yeni biçim vermek ve modernleşmek sloganlarına feda edilmiştir. Yok edilen bu sivil mimari şaheserler hazinesinin yerine ise insanlık tarihinin en çirkin yapıları, mahalleleri inşa edilmektedir…”

Cansever, Üstad’ın hem yukarıdaki Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki sorusuna, hem de 1944 yılında Büyük Doğu’da “Nerede bizim Şehrimiz?” başlığı altında yazdığı manifesto niteliğindeki yazısına bütün bir hayatı boyunca adeta cevap aramış ve vermiştir. Ancak, ne eser niteliğindeki cevapları, ne de feryatları “sağır kulaklar”ı, “görmeyen gözleri” ve “fehmedemeyen idrakler”i harekete geçirememiştir.

Üstad’ın “medeniyet tasavvuru” olan temel eseri “İdeolocya Örgüsü”nde “başlıca 11 dava”dan birisi olarak ifade ettiği “Şehir ve Umran Davası”nda çerçevelediği; “Büyük şehir, belde ve (Metropolis) hayatının topyekûn maddeszini, görülmemiş bir şahsiyet, asliyet ve hususiyet damgası içinde kalıplaştırma ve heykelleştirme işi…” nin idrakinde bir büyük muhakkik mimardır Cansever.

Ülkemizin “Kentsel Dönüşüm” şuh kahkahalarıyla büyük bir şehir ve konut seferberliğine girdiği bu aşamada, bu işin başta iktidar olmak üzere ilgililerine Üstad’ın “medeniyet tasavvuru” ve Cansever’in “şehir idrak ve inşası” hiç mi bir şey ifade etmiyor?

Fikir adamının “tasavvuru” ve bu tasavvurdan yola çıkan Cansever gibi muhakkik mimar’ların tasarımlarına kulak tıkayan Türkiye, “şehirlerini kaybetti” ve hem de “yerli” iddialı iktidar eliyle. Maalesef yeni “kentsel dönüşüm” hamleleriyle “kaybetmeye devam” ediyor…

Üstad mimariyi fikri taşa nakşetme, şekil ve hacim nispetleri içinde yoğurma sanatı!..” olarak tarif ediyor. Siyasî iradenin böyle bir derdi yok, bu konuda fikir ızdırabı çeken yok, yoğuracak mimar yok, ortada sadece şekillendirilmeyi bekleyen taş var.

Allah, şehirlerimize üşüşen bu istilâcılardan şehirlerimizi korusun!

 

 

 

7 Ocak 2013 Pazartesi

NECİP FAZIL VE "ZAMANI GELMİŞ FİKR"İN ÖNÜNDE SAVRULANLAR... -Üstad'a ahlâksızca saldıranlara ve sazanlara dair...-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sadece fikir ve dava adamlarına mahsus “büyük dava ahlâkı”, önlerine çıkan engeller ne olursa olsun “gayesi uğruna” onları aşmayı gerekli kılar. Onlar buna memurdurlar, mecburdurlar, hatta mahkûmdurlar. Çünkü onların davalarına ‘adanmışlık’ları böyle bir ahlâka sahip olmalarını gerektirir. Onlar, bütün hücrelerine kadar “dava ahlâkı”yla öylesine donanmışlardır ki uykularında bile ‘davalarının muzafferiyet rüyası’nı görürler. Sürüngen ahlâksızlığına sahip olanların idrak edemeyeceği bu duruş, ‘gerektiği yerde gerekeni yapma’nın ahlâki ifadesi olarak görülmelidir.

Büyük fikir ve dava adamlarının gayeleri uğruna katlanamayacakları hiçbir çile yoktur. Çünkü onlar için ‘adet küçük, zaman çabuk, yol uzun’dur.

Sözü Üstad Necip Fazıl’a getirdiğimizi anlayan anlar..

Son günlerde Üstad’ın Menderes’e yazdığı mektuplar ve  ‘örtülü ödenek’ten aldığı yardımlara ilişkin manipülasyon ve spekülasyonların seviyesizliğini maalesef suyun ‘bu yakası’ da göremiyor, hatta bu seviyesizliği tasdik ediyor, bu manipülasyonların aleti haline geliyor. Soylu bir duruşu bayağılaştırmada ustalaşan medya tetikçilerinin “kullanıma uygun” buldukları “bu yaka”nın “köşeci”lerine “yazık” demekle yetiniyoruz. Çünkü Üstad’ın hayatı boyunca sürdürdüğü “tavizsiz tavrı”nı anlayamayan idrak düzeyine söyleyecek başka bir şey yok.

Üstad’ın kendi ifadesiyle “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor.” tesbitinin Necip Fazıl-Menderes ilişkisi vesilesiyle gerçekleştiğine bir kez daha şahit oluyoruz.

Birdenbire medyada yer bulan, büyük yankı uyandıran bu hadisenin kökeninde, olayı pazarlayanların NECİP FAZIL’I İTİBARSIZLAŞTIRMA gibi bir hedefin ve siyasal iktidarın (Başbakan’ın zaman zaman Üstad’dan yaptığı iktibaslar ve fikri kaynağında önemli etkisi olması nedeniyle) fikri köklerinin CİDDİ BİR TEMELE DAYANMADIĞIna ilişkin MANİPÜLASYONUN yattığını da görmemek mümkün değil.

Habertürk Gazetesi’nde “Necip Fazıl Kısakürek’ten Menderes’e ‘YALVARAN’ mektuplar” “SÜRÜNMEKTEYİM 10 BİN LİRA LÜTFEDİLİRSE” ana manşetiyle verilen haber “HABERTÜRK’TEN YILIN BOMBASI”, “NECİP FAZIL’IN ÖRTÜLÜ MEKTUPLARI” şeklinde yer aldı.

Aslında Üstad’ın deyimiyle “Ucuna sivrisinek kondu diye 35’lik top ateşlenmez” ama “malûmu ilâm” cinsinden bazı bilinenleri tekrarda fayda var.

Spekülasyon ve itibarsızlaştırmanın merkezine Necip Fazıl’ı oturtan Habertürk ve şerikleri işe biraz da ‘haber objektifliği sosu’ katmak için Peyami Safa, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Yusuf Ziya, Hamdullah Suphi gibi isimleri de eklemeyi ihmal etmemiş.  Bunlar garnitür, asıl hedef Necip Fazıl.

Suyun “öte yakası”ndan özellikle Ayşe Hür’ün, sözkonusu mektuplar ve üstadın fikirleri afrodizyak bir etki yapmışçasına, Necip Fazıl’a fütursuzca saldırmasını anlayabiliyoruz. Fakat, olayı magazin üslubu içerisinde seviyesizleştirenlerin oltalarına takılan İskender Pala, Taha Kıvanç, Mesut Uçakan ve ‘bu yaka’nın daha birçok tatlı su entelektüeli uzatılan oltaya sazan olmayı, Üstad’la ilgili bilinçaltındaki ifrazatlarını dökmeyi vesile bildiler. Hem de büyük bir şevkle! Üstad’ın tabiriyle bu “cenin-i sakıt: düşük çocuk”lar güya Üstad’ı savunmaya yeltenirken, O’nun savunmaya ihtiyacı varmışçasına ona ne kadar uzak olduklarını da ortaya koydular. 28 Şubat günlerinde sular kabarırken “yalı kazıkları” gibi kaybolanlar, ordudan atılışını “iki darbe arasında” kitabıyla serenad yapan ve “beni niçin attınız” diye adeta yalvaranlar Üstad’ın tavrını eleştirmeye yelteniyor!

“Bu yaka”da görünüp “öte yaka”ya su taşıyan kimi ‘köşeci’ler de Üstad’ın “ego”sundan, “keşke dil dökmeseydi”sinden, “keşke olmasaydı“dan “ancak…” psikozundan kurtulamıyor. “Yakası meçhul” ama kime servis yaptığı malûm olan Ahmet Hakan gibilerin değerlendirmeleri de magazin düzeyini aşmıyor…

“Öte yaka”nın sicil raporunu ise Can Yücel yıllar önce: “Solcular Necip Fazıl’ı niçin okumuyor?” sorusuna şu cevabı vermişti: “Solda adam mı var, Necip Fazıl'ı anlayacak. Hepsi dangalak...” Bugün ise Gazete köşelerinde “rant”lanan “sol kırma”lar Üstad’a saldırıyor!

Ne diyordu Üstad: “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın!”

Üstad’ın Menderes’e yazdığı mektupların gerek muhtevası gerekse de üslubu, istikamet sahibi, sadece davasının ve hakikatin peşinde koşan bir adamın muhteşem duruşunun yansımasıdır. Bunu anlayamamak ancak idrak iltihabı olanlara mahsus, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.

Üstad’ın Menderes’e yazdığı mektuplar kimsenin meçhulü değil. Prof. Dr. Alaattin Karaca tarafından 2009 yılında “Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi” adıyla kitaplaşmıştı. “Mal bulmuş mağribi”  tavrıyla yeni keşfedilmişçesine sunulan bu mektuplar ve Üstad’ın Menderes’le ilişkisini bizzat Üstad’ın kalemiyle aktarmaya çalışalım.

Konunun bir yönü de; Üstad’ın mektuplarda Menderes’e hitap şekli, ifadeleri. Bu mektuplardaki ‘nezaket ve terbiye’ üslubunu anlayabilmek için öncelikle Üstad’ın Menderes’le olan hususi ve zarif ilişkisini bilmek gerekiyor. Aksi takdirde Üstad’ın ifadelerini ‘yalvarma’ şeklinde yorumlayabilirsiniz.

Üstad “Şekavet Devri” dediği 1940’ların CHP’nin tek parti iktidarında çıkardığı “Büyük Doğu” dergisinin ikinci devresi olan 1945’te yeniden çıkışı üzerine telâşa kapılan CHP’nin kendisine yaptığı teklifi şöyle anlatıyor:

“Artık peçeler düşmüş ve (kaş kaş) oyunlarına ihtiyaç kalkmıştı. 10-15 binin üstünde basılan (fikir mecmuaları için astronomik rakam) Büyük Doğu’nun ilk sayısını, İstanbul bayii, bir tarafta istiflenmiş yırtık ve yağlı nüshalarına kadar sattı ve hesap günü, idarehaneye, 3-5 yırtık nüshadan başka iade getirmedi.

O zaman, Halk Partisi gönüllü esir kampı Meclisinde bir mebus ayağa kalkmış, çırpınıyor:

- Efendiler; Anadolu’da ekmek almayıp bu gerici dergiyi satın alanlar var! İrtica hortluyor! Dikkât!

(Babıali s. 321)

Eğer Üstad, paraya teslim olacak bir kişilik olsaydı, İsmet İnönü Devrinde bizzat Recep Peker’in kendisini davet edip “bizim lehimizde yazın demiyoruz, tek istediğimiz aleyhimizde yazmamanızdır.” karşılığı kendisine uzatılan (bugünki değeriyle müthiş bir rakam olan) 100 bin lirayı tereddütsüzce alır ve kalemini o yönde kullanırdı.

Bu olayı bizzat Üstadın kaleminden aktarıyoruz:

“Büyük Doğu'nun başarısı ve zıt cephede uyandırdığı dehşet büyük oldu. İstanbul'da Halk Partisi güdücüsü, Sabık Şair'in Paris'te talebelik hayatından arkadaşı Alâettin Tiridoğlu onu parti merkezine davet etti ve elini Büyük Doğu'nun kapağı üzerindeki kandil resmine götürüp şu teklifte bulundu:

-“ Bu kandili çıkar, sana mükellef bir matbaa kuralım! “

(Babıali s. 324)

Üstad’ın “tavizsiz tavrı” bu teklifi anında reddedecektir.

Üstad ve CHP’nin Başbakanı Recep Peker’le karşılaşma…

Üstad’ın kaleminden okumaya devam ediyoruz:

“.. Kapıda postacı:

-          Bir havaleniz var! Şunu imzalayın ve paranızı postahaneden alın!

Tebliğ koçanında 400 lira yazılı... Bugüne göre en aşağı 20 - 30 bin lira... Ama gönderen kim?.. Tek olarak hiç bir bayiden bu kadar alacağı yok... Zaten nerede vicdanı tepecek olan böyle bir bayi?.. Sakın bir yanlışlık olmasın?.. Hayır, hayır, açık olarak kendi ismi yazılı... Gidiyor postahaneye, havale kâğıdını çıkartıyor ve dehşetler içinde göndereni görüyor: Başvekâlet Hususî Kalem Müdürü Fuat Bayramoğlu... Bugünün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri...

Demek  gönderen Başvekil Recep Peker... 1946 seçimlerinde İstanbul'da tanıştığı Recep Peker kabinesinde Bayındırlık Bakanı ve mütemadiyen kendisini Recep Peker'le görüşmeye zorlayan ve bu işi üzerine alacağını söyleyen Cevdet Kerim İncedayı'nm acaba rolü ne?

Eve gelir gelmez mesele çözülüyor. İncedayı'dan telefon:

- Lütfen hemen Ankara'ya geliniz! Başvekil sizinle teşerrüf etmek istiyor!

Ankara... O ve İncedayı, şimdiki Maliye Bakanlığı, Başvekâlet binasında... Akşamın geççe bir saati... Hususî Kalem Müdürü Fuat Bayramoğlu masasında ve bekler vaziyette... İçeriye haber...

-Buyursunlar!..

Recep Peker'in odasında garip bir (mizansen)... Kocaman odanın lâmbaları sönük; yalınız çalışma masasının üstünde belki 1000 mumluk maskeli bir abajur...

Recep Peker, Sabık Şair'i masasının abajur tarafına oturttu ve abajuru yüzüne çevirdi. Gözleri kamaşan Sabık Şair, ameliyat masasına yatırılmış bir hasta vaziyetinde... Herkes onu apaydınlık görüyor, o kimseyi görmüyor. İncedayı ise, uzakta bir koltukta, süklüm püklüm... Vazifesini yapmış, neticesini bekleyen bir memurcuk...

Sabık Şair abajur hilesini anladı ve elini uzatıp lâmbayı Recep Peker'e çevirdi. Başbakan gülümsüyor.

Düellonun başında ilk hamle Sabık Şairin yararına... Recep Peker hemen söze başlıyor ve:

- "Bir adam yaratmak" piyesini yazan siz değil misiniz? Sizin gibi bir adam nasıl şeriatçı olabilir?

Diye, tepeden aşağıya bir bomba koyuvererek hamlesine girişiyor:

- Şimdi sizden çetik papuçlu bir softa, kandilinden yağ kokusu gelen bir yobaz manzarası tütüyor!

Sabık Şair ayağa kalktı:

- Beni buraya, karşılıklı konuşmak ve bir anlaşma yolu bulmanın imkânı olup olmadığını aramak için mi getirttiniz, yoksa doğrudan doğruya suçlamak ve emir vermek için mi?.. Bana emir verme makamında değilsiniz! Yekpare gayemden de ben, zerre feda etmek imkân ve istidadında değilim!

Sırtınızda taşıdığınız hükümet yüküne, faydasız yere ben de bir yük eklemeyeyim! Allaha ısmarladık!

Sert bir el hareketi ve en acı bir küfür toniyle çınlayan ses:

- Lütfedin, oturun!

Sadece Demokrat Partinin aleyhinde cephe almak ve İslâm dâvasını haddinden fazla açığa vurmamak şartiyle, üstünde Merkez Bankasının bandı, bir paket binlik banknotu (o günün yüzbin, bugünün on milyonu) ihsas eden bir teklif... Olamadığı takdirde, bütün devlet kuvvetleriyle kuşatılma tehdidi... Evet, ya saray, ya zindan!..

Sabık Şair, hicabından tırnaklarına kadar kıpkırmızı kesildiği hissinde, kısa bir zaman sonra açılacak zindan kapısına doğru Başbakanlık kapısından çıktı. “

(Babıali s. 327-329)

Üstad bu olayı “Benim Gözümde Menderes” kitabında da şöyle anlatıyor:

“Recep Peker peşinden, hiç beklenmedik anda çekmecesini çekip içinden, Merkez Bankasının bandajiyle sarılı bir deste binlik çıkardı ve masaya koydu.

Binliklerin destesinden gözüme ilk çarpan şekil, “Şevketmeâb Efendimiz”in banknotlara yerleştirilen ceberûtî suratı…

Hayret ve dehşet!!!

Recep Peker, çekmeceden çıkardığı 100 bin liralık desteye yumruğunu dayamış, bırıldandı:

-Her şeye rağmen size bir yardımda bulunmak isterim. Bu parayla günlük gazeteye de gidebilirsiniz… Karşılığında sizden bekleyeceğim, davanızın dışında ve ona aykırı bir şey değildir. Demokrat Partinin aleyhinde olduğunuzu biliyorum. Bir an için bizi unutup onlarla uğraşmanızı tavsiye edeceğim. Bir de, din bağlılığınızı bizi harekete zorlayacak derecede açığa vurmamanız, biraz peçelemeniz gerekiyor. Yoksa, Hilmi Uran’ın bana dediği gibi, sizin samimi bir inanç, sabit bir prensip ve değişmez bir mezhep sahibi olduğunuzdan ve satın alınması imkansız bir vicdan taşıdığınızdan şüphemiz yoktur.

Recep Peker bunları söylerken ben tırnaklarıma bakıyordum. Bana öyle gelmişti ki, yüzüm şöyle dursun, tırnaklarım bile kızarmıştır.

Bu zat, etrafındakilerin daima bir parça kemik bekleyen, bir parça kemikle gayesine eren köpek mizaçlarından elde edilmiş bir alışkanlık yüzünden bana menfaat teklif ederken, insanlar ve tipler arasında fark gözetmeyecek derecede kaba olabilir miydi? Düpedüz insan bu kadar kaba olabilir miydi?

Olabilirmiş…

….

-Madem ki, mukabeleniz budur; öyleyse sizi bütün icra kuvvetlerimizle, polisimiz, jandarmamız, ordumuz, her şeyimizle tevkif etmek…..

Sonra eliyle ‘dur’ işareti verip devam etti:

-Yani durdurmak müsaadesini bize veriyorsunuz demektir!”

(Benim Gözümde Menderes, s. 17-18)

Üstad, bu tavrı karşısında hayrete kapılan Recep Peker’in odasından çıkıp gider.

Kendisine yapılan bu teklifleri dehşetle karşılayan ve teklif edenlerin suratına çarpan Üstad’ı “İKTİDARDAN PARA DİLENEN” sıradan bir yazar olarak lanse etmek ve bunu “bu yaka”nın kompleksli yazarlarına da güya tescillendirmek, kendilerine verilen SERVİSÇİLİK GÖREVİNİ USTACA YERİNE GETİRMİŞ bir görev saymak gerekiyor.

Bugün fikir, ahlâk, dava, hakikat kaygısı kalmamış, fantezi ve konforlarıyla köşelerini süsleyenlerden ÜSTADIN FİKİR VE DAVA AHLÂKINDAN KAYNAKLANAN SİYASİLERLE İLİŞKİLERİNİ DOĞRU TAHLİL ETMEK VE ANLAMAK BEKLENEBİLİR Mİ?

Adnan Menderes-Üstad İlişkisi…

Üstad “Benim Gözümde Menderes”; “Babıâli”, “Cinnet Mustatili” ve “Hesaplaşma” isimli eserlerinde Menderes’le olan ilişkilerini, Örtülü Ödenekten aldığı paraları ve mektuplarını detaylı ve bütün açıklığıyla kendisi bizzat yazmıştır. Yâni, ortada konulan mektuplar ve Üstad’ın örtülü ödenekten aldığı parayı inkâr diye asla bir tavrı yoktur. Tam aksine hem kitaplarında hem de Yassıada Mahkemelerinde dava ahlâkına sahip soylu bir fikir adamına mahsus bir eda ile niçin bu parayı aldığını izah etmiştir.

Demokrat Parti ve Menderes’e olan yakınlığını Üstad “Benim Gözümde Menderes”te şöyle ifade ediyor:

“Benim Demokrat Partiye aleyhtarlığım, onu sadece Halk Partisi fideliğinde yetiştirilmiş ve ezbere bir demokrasi aşısiyle değiştirilmeye çalışılmış, aynı fasileye bağlı ayrı bir nebat bilmekten geliyor ve Adnan Menderes’e yönelişimiz de, Partisi içinde bir inkılap telkin etmek gayesinden doğuyordu.”  

(Benim Gözümde Menderes, s. 18)

Demokrat Parti devrinden bugüne 60 yıl geçtiği halde zaman zaman belli mihraklar ve hedeflere yönelik servis yapılan “Örtülü Ödenek” bahsini Üstad’ın kaleminden okuyoruz:

Demokrat Parti’nin Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu ile İstanbul’da Ağaoğlu’nun evinde yanlarında Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri de bulunduğu halde görüşen Üstad, bu görüşmeyi “Benim Gözümde Menderes”in “Günlük Gazete” bahsinde anlatıyor:

“… Mutantan salonda Başvekil Yardımcısıyla Maarif Vekili yan yana…

Adnan Beyin bize elini uzatışından sonra gayet hamarat bir hami rolüne geçmiş olan Samet lafı açtı:

-Büyük Doğu’nun ilk çıkış fonu olarak ne kadar paraya ihtiyaç vardır?.

-Tesis sahibi olmayacağımıza ve ücretle dizdirip bastıracağımıza göre birbuçuk nihayet iki aylık masrafımıza malik bulunmamız yeter.

-Günlük masrafınız ne kadar olabilir?

-Dizgi, baskı, kağıt, klişe ve personel ücreti olarak günde 1700 lira (Bu hesap o zamana göredir ve bugün bu rakamı 5 misline yükseltmek lazımdır) Ayrıca küçük tesis ve reklam masrafları olarak 10-15 bin lira..

Samet Ağaoğlu kafasından bir takım hesaplar yapıp:

-Biz size, deri; başlangıç olarak 30 bin lira temin ederiz. Bunun 5-10  bin lirasiyle küçük tesislerinizi ve reklamınızı sağlarız. Geriye kalan 20-25 bin lira da 10-15 gün intişarınızı karşılar. Bir kere çıktıktan sonra gerisi kolay…

Teklif gülünç denecek kadar hasisti. Vakıa 30 bin lira bugünün parasiyle 300 bin liralık bir değer ifade etse de ciddice bir gazete için bu para reklamına bile az gelebilirdi…..

Tereddüdümü gören Samet Ağaoğlu hemen yetiştirdi:

-Dediğim gibi, bu para gazetenin hemen çıkabilmesi içindir. Ondan sonra türlü yardım şekilleri düşünülebilir. En kısa zaman içinde de, belki hemen resmi ilan almaya başlarsınız! Çıkarın, beğendirin ve bize güvenin!

Altın kalbli Tevfik İleri, bütün bunları sessiz sedasız dinliyor ve işin hükümette manevi sahabetini temsil ettiği halde, maddi sahabetine memur olanlara müdahale zevkini duymuyordu. Nihayet o da dudaklarını kıpırdattı:

-Çıkarın, Necip Fazıl Bey, Büyük Doğu günlük gazete olarak çıksın bir kere..

Ankara… Görmeye memur edildiğim Müsteşar… Aynı donuk yüz, aynı soğuk ton ve 10 kelimelik bir emir:

-Bu akşam saat beşte Osmanlı Bankası müdürünün odasında beni görünüz!

Müdür odasında Ahmet Salih’in önüne, ikinci müdür, ihtiramla bir kağıt uzattı. Bu 30 bin liralık bir iskonto senedidir, faizi ayrıca alınmak üzere bedeli net olarak verilmektedir ve Ahmet Salih’le benim müşterek imzalarımızı ihtiva edecek şekilde tertiplenmiştir. “

(Benim Gözümde Menderes, s. 228-229)

Üstad ayrılır ve Günlük Büyük Doğu’yu çıkarmaya başlar. Kendisinden okuyoruz:

“Günlük gazete halinde ortaya çıkar çıkmaz rengimiz hemen belli oldu: Dünyaya İslam gözlüğünden bakan ve davasına Menderes’i kazanmak isteyen gazete… Evet, gayemiz sadece Menderes’i tutmak, onu Partisi içinde ve dışındaki düşmanlarına karşı müdafaa etmek… Kendisinde maya tutmasına çalıştığımız ruh hamurunun teknesinde Partisi yekpareleştirmesi ve tezatsız bir bütün haline getirmesi için çalışmak, böylece Demokrat Parti içinden, yepyeni ve milletçe özlenen halis ve Anadolu Türk’ünün ruh köküne dayalı teşekküle yol açmak…”

Üstad’ın Menderes’le olan “hususi ilişkisi” ve “değer hükmü” işte budur.

Devam ediyor Üstad:

“Bu büyük oyundur, gayet ince bir strateji ve taktik dehasına muhtaçdır, Menderes de bu davaya istidatlıdır ve mukaddes gayemiz adına her fedakarlığa katlanılıp tutulması gereken biricik yoldur. İşte, Menderes himayesinde çıkan bütün Büyük Doğu’ların ancak bugün itiraf edilebilen olanca iç maksadı, vücut hikmeti… Bu hikmet ölçüsüyle hayatımıza göz atanlar, ondan sağladığımız himaye ve yardımların bize ne büyük bir hak yönelttiğini, ona karşı nefsani planda en küçük bir pohpohçuluk zilletine düşmediğimizi, hatta sırasında tutumundan acı acı yakındığımızı anlar ve bizi benzetmeye yeltendikleri “besleme” basından farkımızı görürler. Minareyle kuyu farkı… Adnan Beye el açanlar arasında bir nevi basın ne kadar süfli ise biz o kadar ulvi idik. Nitekim o, felaket günlerinde en acı darbeleri bu basından yedi ve Yassıada şahitliğinden başlayarak yegane korunmayı bizim dilimizden ve kalemimizden gördü.

Fakat zahir planının kaba çizgilerine göre hüküm vermeye alışmış olanlar, (stratejimizi) anlamıyor, Müslümanlar üzerindeki tesirimiz noktasından Adnan Beyin bizi kullandığı, bizim de, ona yaltaklandığımız ve her işini beğendiğimiz hayaline kapılıyordu.

Halbuki tam aksi… Halk Partili sözde şair Behçet Kemal idarehanemize gelerek bana dedi ki:

-Menderes seni kullanıyor! Herkesin kanati budur!

-Öyle mi, dedim, kimin kimi kullanma yolunda olduğunu belki bir gün görürsün. İzaha değmez!

Bir gün de, hapishane arkadaşım eski vekillerden Sırrı Bellioğlu şöyle konuştu:

-Büyük Doğu’yu beğeniyorum. Serapa fikir ve dava… Ama dikkat ediyorum; Partiyi ihmal edip sade Menderes’i benimsiyorsun!... Şahıslar fanidir, yarın o gider ve baskası gelir. O zaman ne yaparsın?

Bu eski ittihatçı ihtiyar 10 yılı bulan zindan hayatında sulanmış beyni ve esasen dar anlayışiyle, benim mücadelem için Demokrat Parti diye bir şey olmadığını, her şeyin Menderes’te toplandığını, asıl partinin de onun vereceği şekilden ibaret bulunduğunu kestiremezdi…”

(Benim Gözümde Menderes, s. 230-231)

Mücadele hayatının en çetin günlerini, 102 yılı bulan cezalarını Demokrat Parti Devrinde yaşayan Üstad’ın bu nezih mücadelesini anlamak için “haylice idrak gerek”. Sadece Demokrat Parti döneminde hapishaneye girdiği tarihlere bakmak O’nun nasıl bir istikamet sahibi olduğunu göstermeye yeter: 21.4.1950, 31.3.1951, 12.12.1952, 30.9.1953, 24.6.1957, 26.3.1959’da olmak üzere tam 6 kez mahkûm edilmiştir.

Üstad, Örtülü Ödenekten aldığı toplam 147.000 liraya ilişkin devam ediyor:

“Tamamlanmadıkça bir şey yapamam!” diye onu tasarrufuma geçirmiş olsam ve kendimi pahalıya satmayı bilseydim, o zamanlar oturduğum köşkü bana yüzbin liraya satmaya kalkan ev sahibime “evet” demekle, bugün, yine dava ve gayeme mahsus olmak üzere birkaç milyonluk bir servet sahibiydim. Bugün, Feneryolunda, Bağdat Caddesi üstünde, 5000 metre karelik bahçesiyle bu mülk 5 milyon lira değerindedir.

Fakat bende gayem ve yolum bakımından mutlaka malik bulunmam gereken böyle bir mali ve ticari şuurdan hiçbir zaman hiçbir eser olmadı; ve mukaddes hedefe yol açabilmek, bir köprübaşı tutabilmek için en yetersiz yardımlara razı olmak ve bu yüzden evimdeki eşyayı da kaybetmek ve borç denizinde boğulmak gibi bir vaziyet doğdu. Yani mahut 147.000, sırf İslami gayeye yol bulabilmek için, olduğu gibi, pişirdiğim yemeğe gitti, üstelik cebimde ve kilerimdekileri de silip süpürdü.

İşte, davamın baç hakkı olarak aldığım ve bunu iftiharla ilan ettiğim, fakat başta Adnan Beyden milyonlar çimlenip de sonradan onu vatan haini diye teşhir eden namus yoksunu gazetelere nisbetle işimi bilemediğim, örtülü ödenek hikayesi bütün iç yüzü ve mahrem karakteriyle bundan ibarettir ve bu hikaye ve içyüzü bütün Büyük Doğucuların kavraması lazımdır. “

(Benim Gözümde Menderes, s. 492-493)

Yassıada Mahkemelerinde Üstad…

Üstad’ın “Tanık” olarak çağrıldığı  Yassıada’da Mahkeme Başkanı Salim Başol’la olan (Benim Gözümde Menderes kitabında uzunca anlattığ)  karşılıklı konuşmalarını Tutanaklardan okuyoruz:

Başkan: Örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış, gerçi ceste ceste almışsınız. Hangi hizmete mukabil aldınız?

Kısakürek: Evet, ben örtülü ödenekten para aldım.  Ne aldığımdan ziyade, neden aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1954’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en tabii…”

Burada meselenin özüne ilişkin iki soru gündeme geliyor: Üstad Menderes’e bu mektupları yazmalı mıydı? Bu parayı örtülü ödenekten almalı mıydı? Davasını müdafaa yolunda tek silahı “Büyük Doğu” dergisi olan ve bunu çıkarabilmek için hiçbir maddi imkânı bulunmayan bir fikir adamının bu talebinin eleştirilecek hiçbir yanı yoktur! Mektupların muhtevasına bakıldığında da ince ve derin bir nezaket üslubu içerisinde Menderes’e telkin edilen ‘dava hassasiyeti’ni ve ikazları anlamak gerekiyor.

Üstad’ın “Türk’ün ruh kökünü kurutmaya memur” dediği her tarafı küfür cereyanlarının sardığı CHP devrinden sonra büyük bir ümitle sarıldığı Adnan Menderes’in 1950 yılında Başbakan olmasıyla beraber İzmir’e giderken “Bu memleket Müslümandır, Müslüman kalacaktır!.. Müslümanlığın bütün icapları yerine gelecektir!” şeklinde açıklama yapmasının ardından Büyük Doğu’da şunu yazar: “Sen samimiysen biz senin kulun, köleniz!...”

Kaldı ki Üstad’ın “davayı temsil liyakatinde” olanları arama, onlarla birlikte mücadeleyi sürdürme adına katlanmadığı, tahammül etmediği şey kalmamıştır. Menderes’ten başlamak üzere, Demirel, Erbakan, Özal ve Türkeş’le olan ilişkilerini bu istikamet çizgisi üzerinde değerlendirememek ancak “basireti bağlanmış” olanlara mahsus bir özelliktir. 

Üstad’ın Menderes’le ilişkisini ve ona yazdığı mektuplardaki nezaket ifadelerini bu hissiyat çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Ve Üstad’a karşı mahkemeler, hapisler, akla hayale gelmedik baskılar.. Kendi ifadesiyle “O zaman, bir de bize dünyanın en habîs oyunu oynandı. Beni Müslümanların gözünden düşürmek için birtakım tertipler aldılar…” Bilinen “Kumarhane  tertibi” bunların en belirginlerinden. Yıllar sonra bu tertiple ilgili olarak Altan Öymen “Öfkeli Yıllar”da şunları anlatıyor:

“O kumarhane baskını gecesinin Kısakürek’in niyetiyle ilgili gerçeği ne olursa olsun, o baskın, bir komplo diye adlandırılmasa bile, bir polis baskınından çok, bir siyasi baskındı.
Hedefi, Kısakürek’in kendi okurları ve yandaşları önündeki durumunu sarsmaktı. Hem hükümeti destekler gibi yaparken yönlendirmeye de kalkan Büyük Doğucu’cuların iddialarına darbe vurulmuş olacaktı, hem de kimsenin dincilik konusunda fazla ileri gitmesine izin verilmeyeceği belirtilmiş olacaktı.”

Sonuç olarak Üstad’ın Adnan Menderes vesilesiyle gündeme getiriliyor olmasının tek bir nedeni vardır: Artık zamanı gelmiş olan Büyük Doğu fikriyatına olan nefret ve korku. Sürekli deri değiştirse de genetiği değişmeyen ve hep aynı kalan CHP zihniyeti ve onunla aynı zihniyeti paylaşan medya ve bir kısım çevrelerin Ak Parti İktidarına saldırmalarının değişik bir tarzıdır bu.

Bunu anlamayıp da “küfrün değirmenine su taşıyan” BU YAKANIN SAZANLARIna da sadece İDRAK ŞİFASI diliyoruz!

Anlıyoruz ki Üstad bu tiplere “bir ömür saman yerine çiçek sunmuş”.

Yüklendiği “dava”nın adına son nefesine kadar vakar ve izzetini her şeyin üstünde tutmuş Üstad’ın tesirinden kurtulamayanların “kusarcasına” da olsa O’nu gündeme getirmeleri sadece O’na ait bir şeref olsa gerek.

1939’da yazdığı “Ben” şiirinden iki beyit:

“Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal.

Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş;
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.”

Evet… Öyle görünüyor ki Necip Fazıl ve fikriyatının düşmanları daha çok “yorulacaklar”,  daha çok kimyaları bozulacak.

Ne yapılırsa yapılsın, Üstad’ın Büyük Doğu’sunu, Büyük Doğuş’unu engellemek mümkün olamayacaktır. Çünkü “zamanı gelmiş fikirden daha güçlü bir silâh yoktur.”

(Milat Gazetesi, 8-9 Ocak 2013)