28 Eylül 2010 Salı

SEMERKAND Ü BUHARA...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

5 günlüğüne gitme fırsatı bulduğum Özbekistan’ın Taşkent, Semerkand ve Buhara şehirleri, yaşayan hallerinden çok, geçmişleriyle, tarihsellikleriyle insanı büyüleyen bir atmosfere sahip. Özellikle Buhara… Büyü unsurları; yerin üzerindeki medeniyet abideleri kadar, “yerin altındaki”ler…Yâni medeniyete ruh verenler… Buhara ve Semerkand bir “açık hava müzesi” olarak kadîm medeniyet mirasıyla varlığını sürdürüyor. Bir şehrin “müze”ye dönüşmesi hiç de öğünülecek bir şey değil. Müze; modern zamanların icadı… Artık yaşaması mümkün olmayan ölü malzemelerin sergi alanı… Bir medeniyeti meydana getiren unsurların canlı bir organizma bütünü halinde sürekliliğini koruyarak varlık ifade etmeleriyle, müzelerin soğuk atmosferinde kesitler halindeki ‘parçaları’ ürpertici… Böyle olmasına rağmen gene de Buhara ve Semerkand “müze şehir” kavramını aşmış bir canlılığa sahip. Bu kadîm şehirlerin tarihsel mekânları insanlarla sıcak temaslarını sürdürüyor. Batının meş’um müze şehirlerine mukabil doğunun muhteşem şehirleri olarak kendilerini görmeye gelenlere müthiş güzelliklerini arzediyorlar. Tabii bu güzellikleri sadece “plastik bir dekor” olarak görmemek gerekiyor. Bunları meydana getiren tarih-kültür ve medeniyete, yâni “aidiyet iklimi”nden kopardığınızda ortada kendilerini de bulamıyorsunuz.

Ülkemizde olduğu gibi, Özbekistan’da da bu kadîm İslâm şehirleri ‘şehir katliamı’ndan oldukça paylarını almış. Moğol istilâları, devam eden tahribatlar ve en nihayet Sovyet yok ediciliği bu muhteşem şehirlerin tarihî silüetiyle birlikte ruhundan da epey şeyler götürmüş. Ancak halen ortada kalan “kent mirası” sizi kadîm İslâm medeniyetine doğru sürüklüyor.

Taşkent ve Semerkand’da çok kısa kalmamıza rağmen, bu şehirlerin, özellikle ilk defa ziyarete gelen insanlar üzerinde etkisi büyük… Tabii öncelikle tarihî mekânların. Yâni medreselerin, mescitlerin, hanların, kervansarayların… Bugünkü isimleriyle üniversite kampüslerinin, komplekslerin, camilerin, iş merkezlerinin…

Her üçü de yorgun şehirler… Bir şehri yorgunluktan kurtarmanın ilk şartı: Şehri ‘yatağından koparmadan’, varlığını tahrip etmeden, kimyasını bozmadan fiziğiyle diri tutabilmekte… Yatağını bozduğunuz, yatağından kopardığınız her şey artık “kendisi” kalamıyor… Taşkent de Semerkand da Buhara da öyle… Ancak bugüne taşınan isimleri bile “muhteşem” geçmişlerini bize anlatıyor… Tarihî mekânlar sizi müthiş bir şekilde kendilerine çekiyor…

Şüphesiz, bir şehrin manâsı o şehre manâ kazandıranlarla kaim… Eski tabirle: “şeref-ül mekân bil mekîn” yâni, ‘bir mekânın şerefi orada yerleşmiş olanlarla kaimdir.’

Buhara deyince, (kabirlerini ziyaret şerefine nail olduğumuz) başta Abdulhalik Gücdevani, Arif Reyvegeri, Mahmut Encir Fagnevi, Hoca Ali Ramiteni, Muhammed Bâbâ Semmasi, Seyyid Emir Külal… Ve ve…Şah-ı Nakşibend hazretleri…Üstad Necip Fazıl’ın “Başbuğ Velilerden 33” kitabında “Ezelle ebed arası Allah’a doğru giden evliya kervanları arasında en şanslısına ait 33 kolbaşılı Altun Halka çerçevesi” nin birçoğu Buhara’da… İsimli, isimsiz daha birçokları…

Semerkand da öyle… Hâce Ubeydullah Taşkendî (Ahrar) başta olmak üzere İmam Buhari, İmam Matüridî ve birçok Âllah dostu…

Şunu doğrudan görüyoruz: Buhara da Semerkand da yerin altındakilerden yerin üstündekilerin haberdar olmadığı şehirler haline gelmişler.. Muhteşem şehirlerin insanları yok. Muhteşem insanların şehirleri de artık yok.

İlginçtir ki; bu mübarek ve muazzez topraklar üzerinde İslâm Kerimov yönetimi her türlü İslâmî faaliyeti yasaklamış. Ruhunuza hürriyet üfleyen topraklarda şu anda Sovyet artığı yönetimlerin işbaşında olduğu baskı ve sefalet hakim. Halkın tek derdi: Neyle olursa olsun ayakta kalmak. Diri olan, ayakta kalan sadece büyük Velîlerin kabirleri… Yaklaştığınızda ferahladığınız, varlığınızın anlamını kavrar ‘gibi’ olduğunuz kabirler… Bir o kadar da sorumluluklarınızı size ihtar eden topraklar…

“Kimin huzurundayım?” sorusunu kendinize sorabilirseniz,
“Niçin bu şehirdeyim?” sorusuna cevap arayabilirseniz,

Şehrinizi de, şehrinizin altındakileri de, üstündekileri de manalandırabilir, kavrayabilirsiniz. Aksi halde gördüğünüz her şeyin sadece “plastik dekoru”nda takılıp kalırsınız.

Semerkand’da Uluğ Bey’in Rasathanesi, Timur’un kabri, diğer muhteşem eserler vs. vs. de sizi oldukça uzaklara götürüyor… Semerkand’ı Semerkand yapan önemli şahsiyet de Timur… Timur’un kabrini ziyarette oldukça tedirginim. Gerekçesi Üstad Necip Fazıl’ın “Moskof” isimli eserinde… Dua ediyorum, okuyorum ancak “Ya Rabbi! Sana havale ediyorum!” diyerek kabirden çıkıyorum.

Öncelikle Buhara, sonra Semerkand ve Taşkent anlatılmakla değil, görmekle, görürken de hissedilmekle anlaşılabilecek şehirler…

Galiba rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti gibi biz de “Buhara der, Semerkant der ağlarım” demekle yetinmek zorundayız.

(Günebakış,29 Eylül 2010)

21 Eylül 2010 Salı

ŞEHİRLER DE GÖÇER…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığı Laurent Vidal’in “Mazagao - Şehirler de Göçer” kitabının alt başlığıdır. Vidal bu kitabında, 16. yy.’da Fas’ta kurulan ve iki yüzyıl içinde önemli roller üstlenen, daha sonra giderek unutulan ve Portekiz’liler ve Kuzey Afrikalı’larca kuşatılıp tüm insan ve mekân varlığı dağıtılan Mazagao şehrinin “Nova Mazagao” (Yeni Mazagao) adıyla Amazon bölgesine nakle-dilmesi ve yeniden kurulmasını uzun uzun anlatır.

Mazagao’nun taşınma hikâyesinin ilginçliği kadar, Vidal’in eserine esrarlı ve bir o kadar da trajik bir isim koyması da ilginçtir: “Şehirler de Göçer”. İnsanın bir şehirden diğer bir şehre göçmesi doğal ancak, bir şehrin göçmesini hayal etme düşüncesi bile insanı ürpertiyor.

Bir şehir taşınması, göçmesi oldukça ilginç değil mi? Bir şehir nasıl taşınabilir? Taşınan şehir kendisi kalabilir mi? Kaldığını iddia etse de ‘yer’inden koparılmıştır, artık o “başka bir şe-hir”dir. “Taşınan şehir” önce dilini kaybeder. Dilin kaybolması onu yeryüzüne yabancılaştırır. Konuştuğu anlaşılmaz olur. Biz, kendi coğrafyamızda fiziken göçen, göç ettirilen şehir görme-dik ama tarihî şehirlerin ruhunun “göç ettiğini” veya zorla “göç ettirildiğini” biliyoruz. Özellik-le cumhuriyetin ilk dönemlerinde taammüden, devam eden dönemlerde ve halen de müthiş bir gaflet ve duyarsızlıkla kadîm şehirlerimizden “ruh göçü”ne şahit oluyoruz. Yüzyılların ka-dîm şehirleri, bugünkü hallerine bakıp da “bu ben miyim?” diye hayret edecekleri bir ruh göçünü, ruhsuzluğu yaşıyorlar…

Vidal, Mazagao’nun göçüp, Amazon coğrafyasında yeniden doğmuş olsa bile yaşadığı trajedi-ye “yeniden doğuşun arifesinde Mazagao, bağdaştırılmaları zor bir gelecek, bir geçmiş ve bir bugün arasında bölünmüş durumdadır“ diyerek işaret ediyor.

Vidal, temel sorular sorar: “Hal böyle olunca da yeri değiştirilen şehrin özelliği üzerine düşü-nülmesine imkan sağlamaktadır. Toprağından kopartılan bir şehir bu kopuş sırasında acaba nasıl bir şeye indirgenmektedir? Yerleşik bir toplum, yerleşim biçiminden kopartıldığında acaba neye benzer? Bir şehir böyle bir yer değişikliğine acaba nasıl hazırlanır? Yeri nasıl de-ğiştirilir? Yeri değiştirilen şey nedir; insanları mı, taşları mı, biçimi midir, yoksa yer değiştirme bir kuruntudan mı ibarettir? Üstelik yer değiştirme sadece nakilden ibaret de değildir…”

Bir şehrin insan ve eşya olarak (muhal farz) ‘nakledilebilir’ olması halinde bile şu dehşet soru-ların verilemeyecek cevabıyla karşılaştırıyor bizi Vidal:

“Şehrin yola çıkabilmesi için, nakledilebilecek şekilde toplanması gerekir. Şehri bir başka yere nakledeceğini söyleyen insanın gözünde o şehir acaba neye indirgenmiştir?... Etrafına dört duvarla çevirmekle bir şehre şehir kimliği kazandırılamayacağını biliyoruz. Taşınmış bir şehir-den yeniden doğmuş bir şehre nasıl geçilir? Alain Musset, ‘şehir ruhu’ denen şeyin dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Çok doğru; ama bu şehir ruhu denen şey, nerededir, kime emanet edilmiştir? Ve bu ruh bu taşınma sırasında acaba hiç değişmemiş midir? Örneğin, Portekiz devletinin kafasından geçen şehirle, Mazagao’luların arzuladıkları şehir acaba aynı mıdır? “

Özellikle Karadeniz’lilerin bir dönem (sel felaketi nedeniyle) yaşadıkları bazı “göç” olaylarını düşündüğümüzde, göçtüğünüz yer ne kadar ‘mükemmel’ olursa olsun, yeriniz-den/toprağınızdan koparılma duygusu sürekli depreşen bir duygu olarak sizi bırakmıyor, sü-rekli sizinle beraber. Çıktığınız yer sizi kendisine doğru çekiyor. O duygudan kaçmak isteseniz bile sizi kovalıyor.

Bir şehrin fizikî olarak başka bir yere taşınması tahammül edilebilir bir hal olsa da şehrin ta-şındığı yerde artık eski “ruhu”ndan eser kalmayacağı da aşikâr.

“Şehirler de Göçer”in zihnimizde bıraktığı tesir de trajik. Modern zamanlarda bir şehrin men-kul bir eşya gibi bütünüyle nakledilmesi pek mümkün görülmüyor. Ancak, “Şehirler de Göçer” cümlesini, bir şehrin kimliğinin, muhtevasının, tarihselliğinin, ait olduğu medeniyet dünya-sından kopması, bütünüyle ruhunun inkılâba uğraması olarak aldığımızda ortaya, şehrin fiziken göçmesinden daha dramatik bir durum çıkar.

Şehrimiz de içinde olmak üzere, bugün coğrafyamızda halâ ayakta kalmış, mekânlarıyla son çırpınışlarını yaşayan şehirlerimizle baktığımızda bu hali yâni, tedricî olarak “şehrin trajik gö-çüşü”nü görebiliyoruz.

Aslında, içinde yaşadığımız şehir tarihselliğinden koparıldığı gibi, ruh coğrafyasına da yabancı-laştırıldı. Bu bir anlamda şehrin “göçü”dür, göçüşüdür. Coğrafyanın beslendiği kaynakların kurutulması, yeni ve zorlama kaynakların da kadîm şehri besleyememesi, bir ruh metaboliz-ması problemi ortaya çıkarıyor ve kendisini taşıyamayan, kendisini tanıyamayan bir şehir meydana çıkarıyor. “Eski”nin taşlarına tutunmak değil, “eski”yi yenileştirmek, yeni zamanlar-da yaşayabilecek bir süreklilikte “gelenek” oluşturabilecek bir şehirden bahsediyoruz… Eski-nin küllerinde hayat aramanın abesliğini değil, eskiyle bağlarını koparmamış, geleneğin her an yenilenen yüzünde modern zamanların şehrini görmek…

Bir de şehir yerinde dururken, “şehrin ruhu”nun göçmesi ayrı bir trajedidir. Temelleri kadîm medeniyetimizde bulunan modern zaman şehirlerinin bugün içerisinde bulundukları hal bu-dur. Trabzon da bu halden payını önemli derecede almış şehirlerimizden biri olarak “ruh gö-çü”nü yaşamaktadır. Ruh şehri terk ettikten sonra bir daha geri dönmüyor. Onun için şehre ruh veren, şehrin enerjisini sürekli kılan kaynakların şehrin ait olduğu iklimle yabancılaşma-ması gerekli. Aksi hal şehirde “ruh göçü” gibi bir hazîn akıbeti getirecektir.

Laurent Vidal’in Mazagao’sundan yola çıkarak “şehirler de göçer” trajedisini yaşamamak için şehrimizin göçmesine razı olmamalıyız. Şehrimizin (kaldı ise veya şimdilerde sadece adı ka-lan) ruhunu kaybetmemesi için, “enerjisini nereye akıttığı” ve “ruhunu nelerle meşgul ettiği” üzerinde kafa yormamız lazım.

“Ruh göçü” ölüm demektir. İnsan için olduğu gibi şehir için de ölümdür… Şehrimize bakarak üzerinde düşünelim…

(Günebakış, 22 Eylül 2010)

13 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEHİRDE ANESTEZİNİN FARKINA VARAMAMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zaman şehirlerinin/şehrimizin insanı mekanik kalıplar ve ilişkilere zorlayan bir hapishaneye dönüştüğü ve bu ‘hapishanede yaşamaya mahkûm ettiğinin farkında mıyız? Bunu hissedebiliyor muyuz? Şehir insanı, giderek yaşadığı hali kanıksadığı, ‘yaşanması gereken hayat’ olarak sürdürdüğü için yaşadığı şehrin ‘hapishane’ye dönüştüğünün farkında olamıyor. Modern zaman şehirleri de insanı bu “kabul”e zorlayarak hakimiyetini tescil ettiriyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle insan “hayat dediği zan”la yaşamaya devam ediyor, yaşadığını “zannediyor”…

Şehri yaşanamaz hale getiren de, yaşanmaya değer kılan da ona verdiğimiz değer ve onu idrak ve inşa biçimimizdir.

Zihinlerin daraltılmış,
İradenin mahkûm edilmiş,
Değerlerin maddileşmiş,
İlişkilerin mekanikleşmiş,
Hareketlerin kısıtlanmış,
Hayatın bütünüyle atomize olduğu ‘modern zaman şehirleri’nde insanın yaşayabilmesinin tek bir izahı var. O da: sürekli anestezi halinde bulunması. Bu hali ‘yaşama’ zannetmesi… Atomize olmak, anestezi öncesi bir yalnızlık halidir. Şehirde yaşamanıza rağmen şehre ait olamamanın müthiş yalnızlığı… Yalnızlık çaresizliğe, çaresizlik de giderek anesteziye dönüşüyor…

Don Martinale’nin ‘Şehir Kuramı’nda dediği gibi “kişi kendisini adeta nekropolde, tüm yaşam belirtilerinin ortadan kaybolduğu ölüler şehrinde hisseder.” Hissetmiyorsak anesteziden henüz kurtulmuş değilizdir.

İnsan anestezi halinde, hissizleşir, duygusuzlaşır, tepkisizdir. Nefes alıp verir ama bu sadece ‘canlı’lık alemetidir, ‘yaşama’ belirtisi değildir.

Şehirde de öyle... Tıpkı bir bataklığa saplanan insanın hareket ettikçe daha da batması gibi, insan da şehirde ‘hayat’ olarak adlandırdığı/zannettiği “mekanik hız”ını artırdıkça şehrin kaosuna daha da gömülüyor.

Şehrin anestezisinin farkına varan insan ise “…olağandışı miktarda uyarıma maruz kalır ve bunun sonucunda onu kökünden koparacak dış çevredeki unsurlara karşı kendisini koruyacak bir zihinsel yapı geliştirir…”

Gene Martinale, şehir insanının trajik halini daha da trajikleştiriyor: “şehrin kendisi şu ‘kozmopol’ dedikleri taş azmanı, her büyük kültürün yaşam seyrinin son noktasıdır. Mutlak şehir, taş yığınıdır…. Dünya şehrinin son insanı artık yaşamayı istemez. Bu, ilkel takas merkezinden kültür merkezine dönüşen şehrin bir uygarlık şeklinde serpildiği ve nihai bir yıkımla gücünü yitirdiği görkemli evrim sürecinin sonucudur…”

İnsanın şehirdeki bu trajik mahkûmiyeti, sadece modern zaman şehirlerinde görülen bir durum. Eski şehirlerin insanı şehirlerine “ait”di, şehirleri onları boğmuyordu, koruyordu. Modern şehrin insanı, şehrin kaosunda kendisini şehrine ‘ait’ hissedemiyor, aidiyet damarları tıkalı... Bu damarların açılabilmesi neredeyse imkânsız…

Niçin? Çünkü şehre ait olabilmek, dahil olabilmek, şehri hissetmekle, şehre ‘müdahil’ olabilmekle mümkün.. Müdahil olabilmek iradî çabayı gerektiriyor. Yaşanan anestezi hali tüm duyu fonksiyonlarını iptal ettiği için insan şehrine ait/müdahil olamıyor.

Aslında tarihî kültürümüzdeki şehrin ve insanın “fâni”liğini, geçiciliğini anlayabildiğimiz nisbette şehir ‘yaşanılır’, insan ‘yaşayabilir’ varlık olarak birbiriyle buluşur. Hacı Bayram Veli’nin deyimiyle “Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında”.

Şehirde atomize olmakla anestezi halini yaşayıp yaşamadığımız konusunda kendimizi test etmenin vaktidir.

Üstad Necip Fazıl’ın İstanbul’a dair 1942 yılında yazdığı “Boğaziçi” başlıklı yazısındaki duasıyla bitirelim:

“Allahım !

Beni evimden dışarıya çıkarma da, az ıstırap çekeyim!”

Yaşadığımız şehrin kaosunda boğulmamak için evimizden dışarı çıkamaz hale mi geleceğiz?

(Günebakış, 15 Eylül 2010)

6 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEHRİ İSİMLERDEN OKUYAMAMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliYAHYA@gmail.com

Şehirler, mekânlarıyla olduğu kadar mekânlarına, alanlarına, eşyalarına verdikleri “isim”lerle de kimliklerini yansıtmalı, farklarını hissettirmelidir. Özellikle de tarihî şehirlerin/misyon şe-hirlerinin içerisinde barındırdığı tarihî doku ve mekânlar kadar onlara verilen isimlerle de tebarüz etmesi gerekir.

Kur’an’daki “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti” ölçüsünden hareketle isimler sayesinde eşyanın ruhunu ve künh’ünü öğreniyor ve anlayabiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında şehri vareden un-surlardan birinin de şehrin parçalarına verilen isimler olduğu ortadadır. O nedenle şehir ku-rucularının geçmişte buna dikkat ettiklerini biliyoruz. Fakat günümüzün idarî “ham yobaz”lığı böylesine önemli bir konuyu idraksizliklerinin insafına kurban etmektedir.

Bir şehrin kültür tarihini o şehrin tarihî süreçte tesbit edilen (başta kendi ismi olmak üzere), üzerindeki mekân isimlerinden okumak mümkündür. Şehrin süregelen hayatında mekânları-na verilen isimleri kesitler halinde okuduğumuzda o şehrin karakterine, önemsediklerine, öncelediklerine, eğilimlerine, yönelimlerine ve enerjisini nerelerde yoğunlaştırdığına da şahit olabiliyoruz.

Şehirlerin “enerjilerini nerede odaklaştırdıkları ve nerede tükettikleri”ne örnek olabilecek yansıtıcılardan birisidir “mekân isimleri”..

Bugün, yaşayan medeniyet şehirlerimizden bazılarına baktığımızda bu “okuma”ları yapabili-yoruz. Mahallelerine, camilerine/mescitlerine, cadde ve sokaklarına, hanlarına, köprülerine, vakıf eserlerine, vs. konulan isimler o şehrin “okunması”na yardımcı oluyor, şahsiyetini orta-ya çıkarıyor.

Eski şehirlerimizde şehir için “değer” ifade eden ne varsa, uygun olanlar o şehrin mekânların-da isim olarak yaşayabiliyordu.

Modern zaman şehirlerinde de durum aynı…

Ülkemizin herhangi bir metropolü ve küçük bir kasabasını, üzerinde barındırdığı “isimlerden okuma”ya çalıştığınızda da aynı şeyle karşılaşıyoruz.

Şehir mekânlarına konulan isimlerin mekânla uyumlu olması önemlidir. Sadece kamuya ait mekânların değil, özel alanlardan ticarî ünvanlara kadar isimlendirmenin hiçbir ölçüsü ve tu-tarlılığının olmaması günümüz şehirlerinin öne çıkan görüntüsüdür.

Aslında isimlendirme olarak tarihî şehir mekânları modern zaman şehirlerine mesajlarını taşı-yor. Tarihî şehirlerde uyumlu ve bütünleşmiş isim-mekân birlikteliğini modern zaman şehirle-rinde tarihsel ve kültürel sürekliliğin kopmaması için görebilmek/anlayabilmek gerekiyor.

Trabzon’un 1461’de fethiyle birlikte tutulan “tarihî defterler”de karşılaştığımız mahalle ve diğer mekân isimleri bize şehrin iskân ve imarı ile ilgili de önemli bilgiler verirken, bugün ko-nulan isimlerin gelişigüzel biçimde, ortak akıl, zevk ve estetikten yoksun olduğunu görebiliyor muyuz?

Şehrimiz Trabzon’a baktığımızda ilginç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Belki büyük metropol-lerde normal sayılabilecek bir “mekân isimlendirmesi” şehrimizde sırıtabiliyor. Şehir mekân-larının tarihe, geleneğe, düşünceye ve kültüre dayanmayan bir yaklaşımla isimlendirilmesi şehri köklerinden kopartıyor.

Bazen “ucuz kasaba yöneticileri”nin beyin gurultularından neş’et eden isimlendirmelerle şe-hir şehre düşman hale de getirilebilir.

Bu nedenle, Trabzon’umuzu da 21. yüzyılda bir gün “karşı şehir” olarak görme tehlikesiyle başbaşa kalabiliriz. “Karşı şehir”, yâni kendisine, tarihselliğine, özüne, ruhuna düşman şehir…

Bir düşürümüzün dediği gibi; “Bir şehir kendine özlem duyuyorsa, artık o şehir bitmiş demek-tir.” Yâni şehir kendisi olmaktan çıkmış, aynadaki suretini tanıyamıyorsa o şehir tükenmiş demektir.

Trabzon’un mevcut büyük bulvar ve caddelerinde futbol ve türevlerinin isimlerinin verilmesi, süregelen “futbol tutkusu”nun şehri mekân isimlendirmesi olarak da kuşattığının göstergesi değil midir? Şabloncu bir aktarmayla şehrin her yanını, mahallelerini, cadde ve sokaklarını, eğitim kurumlarını, vs. vs. o şehrin kurucularının veya o şehrin sembol isimleriyle doldurmak da idarî kabalığın bir başka biçimidir.

Heterojen bir isimlendirme, yüzyıl veya ikiyüz yıl sonra şehirle ilgili yapılacak sosyolojik-kültürel-tarihsel gözlem ve araştırmalarda, şehri isimlerden okumak isteyenleri ilgisiz, bağla-mından kopuk sonuçlara götürmesi de mümkündür.

Doğan bir çocuğa isim konmasındaki hassasiyet ne ise, şehir mekânlarında da bütünü mey-dana getiren parçalar olması bakımından aynı duyarlılıkla hareket edilmesi gerekir.

Yerel yöneticilerin siyasî zihniyetine göre şehir mekânlarına isim konması veya varolan isimle-rin değiştirilmesi şehre yapılacak büyük kötülüklerdendir.

Bu noktada Calvino’nun “Görünmez Kentleri”ndeki Tamara’ya ait şu tesbitini şehir isimlen-dirmesine uyarlayabiliriz: “Kent, düşünmen gereken her şeyi söyler, kendi sözlerini tekrarlatır sana ve sen Tamara’yı gördüğünü, gezdiğini düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parça-larıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır..”

Şehrimiz tarihselliğiyle “düşünmemiz gereken şeyleri” bize “hâl dili”yle anlatıyor ama biz an-layabiliyor muyuz? Şehrin bugünkü mekânlarına verilen isimler hafızalarımızı işgal mi ediyor yoksa orada rahatça yer mi buluyor?

Yaşayan nesillerin ve sonraki nesillerin zihinlerine düşecek “mekân ad”larının ne kadar önem-li olduğunu anlayabildiğimiz nisbette şehrimizi de anlayabiliyoruz demektir.

Trabzon’un medeniyet şehri olarak misyonunu sürdürebilmesi için, tarihî mekân isimlerinde yatan muhtevayı ihmal etmemesi gerekiyor.

Şehir mekânları “ismiyle müsemma” (ismiyle örtüşmüş, ismiyle uyumlu) olmalıdır.

(Günebakış, 8 Eylül 2010)