27 Aralık 2011 Salı

ŞEHRE DOĞRU YOLCULUK...

Yahya Düzenli

duzenliyahya@gmail.com


Yolculuğa çıkın, yürümeyi biliyorsanız.

Yürürken karşınıza çıkan şehri görebiliyorsanız yolculuğa çıkın.

Şehirde yürüyün, şehri kaybetmeyecekseniz…

Şehre bakın, şehri görebilecekseniz.

Yoksa siz boş yere yorulursunuz, şehir de varlığınızın farkında olmaz.

Kendinizi tanıdıkça şehri, şehri tanıdıkça kendinizi tanıyacaksınız.

Şehrinize doğru hiç yolculuğa çıktınız mı? Şöyle de soralım: Şehrinizde hiç yolculuğa çıktınız mı?

Bu iki yolculuk, yolculuğa çıkana göre şehirden uzaklaşma ve şehre yakınlaşma gibi iki aykırı yürüyüşü ve bakışı yansıtır.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehriniz sizden ayrılmış, siz şehrinize uzak düşmüşsünüz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizin farkında değilsiniz, şehirde sadece bir ‘obje’siniz.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehrinizi tanıyor, şehrinize dönüyorsunuz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizde her an yenilenen ruhunu görüyorsunuz.

Şehri görmek ile şehri görememek arasındaki fark bir varlık ve yokluk farkıdır.

İnsanın şehre/şehrine aidiyetini kaybettiği modern zamanlarda kimliği belirsiz bir yolcu gibi yaşadığı hayatta kendi şehrine bakarken ve şehirde yürürken görmeyi ve yürümeyi unuttuğunu söyleyebiliriz.

Modern zamanlar, insanı ve şehri aslî bağlamından/mihverinden koparıp hayat dışı obje/nesneler haline getirince, insan şehrin yerlisi mi yoksa yolcusu mu olduğunu bile anlayamıyor.

Yukarıdaki cümleleri kurmamıza sebep: Batı edebiyatının büyük kalemlerinden Stefan Zweig’in Hermann Hesse’ye yolladığı bir mektuptaki satırlardır. Şöyle yazıyor Zweig: “Peki, ya bu yolculuklar? Yolculuk etmesini unuttunuz mu yoksa? Ben unutmadım, gerçekten, ruhum öylesine huzursuz ki, her an bir yerlere gidebiliriz. Yaşlanmaktan korkuyorum, günün birinde yorulacağımdan, tembelleşeceğimden ve yolculuk edemeyeceğimden çok korkuyorum.”

Zweig’in “bu şehir insana hemen yakınlık gösteriyor” dediği şehirlere de, “birçok kent tabutu andırıyor” dediği tarihî şehirlere de, “Üst üste yığılmış kutulara benzeyen evler…” dediği modern şehirlere de bir fikir ve edebiyat adamının görebileceği gözle bakabilmek, şehri yaşanılır kılmanın en önemli tarafı…

Zweig’in 1902 ile 1940 yılları arası gezdiği şehirlerdeki gözlemlerini anlattığı denemelerinden oluşan “Yolculuklar Kitabı”ndan, ‘bir şehre nasıl bakmamız ve neleri görmemiz gerektiği’ne dair notlar aktaralım:

“… Brugge, bu ruhsal ve simgesel kişiliği, modern yaşamın göze batıcı, rahatsız edici her türlü aksesuarından uzak oluşuyla sanatçıları her zamanki gibi kendine çekmeye devam ediyor... Ressamlar için kentte sayısız duygu ve renk dolu motif var… Brugge her zaman şair ve yazarları da çeken bir kent olmuştur.

…Ölümün hüznünü, daha doğrusu ölmenin verdiği acıyı Brugge kadar içinde böylesine güçlü muhafaza eden başka bir kent daha tanımıyorum… Burada yaşam ümidini yitirmişler, geleceği göremeyenler, geçmişlerini de artık umursamayanlar kendi hallerinde yaşıyorlar… Çekiciliğini hiç yitirmeyen Brugge, insanı hem hüzünlendirdi hem de kendisine saygı duydurdu. Bu kentte üzerinde büyük bir geçmişin gölgesini hisseden kişi, değişkenliğin ve kısa ömürlülüğün ne olduğunu fark ediyor.

…Bazı kentler vardır ki, oraya ilk kez gittiğinizde her şey anında tanıdık gelir. Yaşamınızda hiç adım atmamış olduğunuz sokaklarında yürürken anıları size seslenir, sizi selamlar. Kentin yüzünü –kentler de insanlar gibidir, hüzünlü ve yaşlı, keyifli ve genç, ince uzun boylu ve yumuşak, öfkeli ve bitkin-, sanki başka bir yerde görmüş gibisinizdir. Gittiğiniz kentlerden birini andırıyordur, tanıyorsunuzdur onu bir tablodan,
bir kitaptan, bir şarkıdan, düşlerinizin birinden… İşte Sevilla da böyle bir kent. Şirin bir yer, insana hemen yakınlık gösteriyor.

Ne de olağanüstü rahatlatıcı bir manzara; sürekli tekrarlanan güzellik, değerini hiç yitirmiyor. İnsana gözdağı verir gibi üzerinizde yükselen kapıların birinin altından geçtiğinizde o yine karşınızda: Sakin, huzur içinde geniş, yeşil bir alan orada öylece duruyor.

Zweig, gezdiği şehirler arasında eğer o yıllarda hâlâ canlılığını koruyan Osmanlı’nın medeniyet şehirleri İstanbul, Bursa, Konya, Amasya ve Trabzon’u görüp yazsaydı eminiz ki yukarıdaki notlarından çok farklı bir ruh ve muhtevayı bize aktarırdı. Nereden mi biliyoruz? Aynı yıllarda Osmanlı coğrafyasında seyahat edenlerin yayınladıkları notlar, seyahatnameler bizi bu tespite götürüyor.

Yaşadığımız şehri bu gözle görebilmek için “şehirli” ve “şehirle” olmanın gerekliliğine vurgu yapalım.

Trabzon Trabzon olalı, başta Evliya Çelebi ve Mehmet Aşkî olmak üzere bazı fikir, sanat ve edebiyat adamı hariç tutulmak kaydıyla kendisine yukarıdaki gözle bakılmamıştır. Maalesef bu gözle “bakılması gerektiği” zamanları hızla geçen, bugün ise kentsel dönüşüm adına tahrip edilen coğrafyasıyla giderek ‘yaşanamaz bir şehir’ haline gelen şehrimize bakarak “bu şehir bize yakınlık gösteriyor” diyeceğimiz yerde, “bu şehir bizi tabutluğa davet ediyor” demeye mahkûm edildik. Geçmişi ne olursa olsun, böyle bir şehrin bugünü ve yarınında şehir adına tabutluklarda yaşamanın dışında bir yol görünmüyor.

Şehre doğru yolcu iseniz siz şehirli değilsiniz.

Şehirde yolcu iseniz şehirli olup olmamanız şehre bakışınıza bağlıdır.

Biz, her şeye rağmen şehrimize yabancı bir yolcu gibi bakmamayı ‘şehirli’ olmanın olmazsa olmaz şartı görüyoruz. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktur.

(Günebakış, 28 Aralık 2011)


20 Aralık 2011 Salı

ŞEHRE TÜKÜR VE GERİ DÖN !

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Filozof Nietzche en önemli eseri olan “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te ‘geçip gitmek üzerine’ başlığıyla Zerdüşt’ün dilinden şunları söyler:

“Burası büyük kent; burada bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyi yitirebilirsin.. “Neden geçmek istedin bu çamurun içinden? Ayaklarına acısana! Daha iyisi kentin kapısına tükür ve geri dön! ...Burada büyük düşünceler canlı canlı haşlanır ve küçük parçalar halinde pişirilir.

Burada bütün büyük duygular çürür; burada ancak bir deri bir kemik kalmış duygucukların kemiklerini takırdatmalarına izin vardır! Şimdiden burnuna gelmiyor mu ruhun mezbahalarından ve umuma açık mutfaklardan yükselen kokular? Kentin her yanında boğazlanmış ruhun buharları yok mu?

Ruhların kirli ve buruşuk paçavralar gibi asılı olduğunu görmüyor musun? Buz kesmişler ve sıcağı damıtılmış sularda arıyorlar; sıcaktan bunalmışlar ve donmuş ruhlarla serinlemeye çalışıyorlar; hepsi de artık ölümcül hasta ve kalabalıkların bağımlısı olmuşlar. Burası her türlü şehvetin ve günahın yuvası; ama burada erdemli olanlar da var…

İçinde aydınlık, kuvvetli ve iyi ne varsa hepsi adına tükür bu kente ve geri dön! Tükür bastırılmış ruhların, zayıf göğüslerin, kısılmış gözlerin ve yapış yapış olmuş parmakların kentine! Çürümüş, adı kötüye çıkmış, şehvet düşkünü, karanlık, gevşek her yanlarını urlar kaplamış, hainlik adına ne varsa tümünün aynı kazanda kaynadığı; bu büyük kente tükür ve geri dön! “

Devam eder Nietzche: “Böyle dedi Zerdüşt; ve büyük kente baktı, içini çekti ve uzun süre sustu. Sonunda ise şöyle konuştu: …Bu büyük kent de tiksindiriyor beni. Burada da, orada da ne düzeltilebilecek bir şey var ne de kötüleştirilebilecek bir şey… Vay haline bu büyük kentin!- ve isterdim ki, onun içinde yanacağı alev sütununu şimdiden görebileyim! … Büyük kentin yanından geçip gitti…”

Bir şehrin insan ruhunu yutan mezbahaya dönüşmesini tahayyül edebiliyor musunuz? Ruhun mezbahası olur mu? Düşünceye konu olabiliyorsa demek ki oluyor!

İnsanın şehre olan öfkesini böylesine büyük bir nefrete dönüştüren sebep nedir? Veya yaşadığı şehrin insan ruhunu her an ‘kesime hazır’ hale getirmesinin sebebi nedir? İnsanın da teslimiyet içinde “şehir mezbahası”nda her an sırasının geleceği endişesini bile kaybetmiş biçimde boyun eğişi nasıl izah edilebilir? Bu sorulara cevap olabilecek felsefî bir koridor açmadan, yukarıdaki cümleye küçük bir yorum koridoru açarak devam edelim…

İnsan şuuraltını ne kadar kontrol altına alsa, ne kadar terapiye tabi tutsa, bazan kontrolden çıkarak dışavuruyor ve çılgınca konuşmaya başlıyor. Ne kadar bastırırsanız bastırın, şuuraltı ‘stok’ları insanın ‘iç gerçekliği’ni oluşturuyor. İslâm büyüklerinin ele aldıkları, çözümledikleri insanın hakikati ise “şuuraltı refleksleri”yle değil, “nefs veya ruh”un belirleyiciliğiyle gerçek
yatağına oturur…

Bu konuda özel bir bahis açmadan insanın şehirde kesim sırasını bekleyen bir yaratığa dönüşmesine vurgu yapalım…

Şehir-insan ilişkilerinde şehrin büyük bir “mezbaha”ya, insanın da ruhunun kesimini bekleyen bir yaratığa dönüşmesi, insanı dehşete düşürüyor… Ancak modern zaman şehirlerine “ruh mezbahaları” demek çok da abartılı değil… Şehir insan ruhunu kemirmenin, öğütmenin ötesinde onu parçalıyor, kesiyor, yok ediyor.

Aslında şehir de insan da ruhunu kaybedince mezbahaya dönüşüyor. Şehir bu yok edişin, insan da tedricen yok edilişin farkında olamıyor. Şehirden tüten eğer “boğazlanmış ruhun buğuları” ise, orada insan yaşamıyor. Nietzche, herhalde kendi oluşturduğu ‘üstün insan’a nispetle sıradan insanların şehirde boğazlanmayı bekleyen mezbaha hammaddeleri olduğuna vurgu yapıyor. Öyle de olsa, insan kendi gerçeğini kaybetmenin verdiği ‘başkalaşma’yla insan görünümlü bir nesne olarak biyolojik gerçekliğiyle varlık iddiasında bulunuyor.

Nietzche, şehrin insanı boğazlayan mezbaha karakterine isyan ederken duyduğu kokuyu diğer insanların duymamasına da isyan ediyor. Nasıl olur da, şehir ruhları boğazlarken bu açık katliama ses çıkaramıyoruz?

Nietzche’nin metaforundan yola çıkarak ve onun taşıdığı öfke ve nefreti bir kenara bırakarak yaşadığımız şehre bakalım… Ruhların hayata mı mezbahaya mı daha yatkın olduklarını bir düşünelim… Buradaki şehrin mezbahacı karakteri “ruh katliamcısı” olması…
Öyle ya… Ruhunu kaybeden bir şehir, insan ruhunu katleden bir mezbahaya dönüşecek… Bir de şehirde hâlâ erdemli olanları düşünelim… Erdemli yâni, hâlâ ahlâklı kalabilenleri…

Dehşet olan şu: İnsanın şehirde ‘mezbahalık ruh’ taşımaya şartlandırılması… Daha da vahimi, iliklerimize işleyerek ruhumuzu yavaş yavaş, hissettirmeksizin mezbahalık kıvama getiren modern zaman şehirleri yeni bir Sodom ve Gomore olmasın sakın?

(Günebakış, 21 Aralık 2011)







12 Aralık 2011 Pazartesi

MODERN ZAMAN ŞEHRİNDE ÇEKİLEN AZAP...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modernizmin geçtiğimiz yüzyıl ve yaşadığımız çağda insan ve eşyayı görülmemiş bir hız ve tahribatla öğütüp, yeni bir formla postmodernizm veya başka isimler altında yeniden ortaya çıktığını görünce hatırımıza Giovanni Papini geldi.

Bir yazımızda kendisinden alıntı yaptığımız 20. yüzyılın önemli İtalyan yazarı Giovanni Papini’nin, meşhur eseri “Gog”da yer alan 20 Ekim tarihli Milano günlüğünde “İtalya’nın Çirkinleşmesi” başlığıyla anlattığı İtalya’ya ait gözlem, tespit ve fikirlerinin yerine, yaşadığımız şehri koyduğumuzda şehirlerimizin nasıl bir “modernist yıkım” altında olduklarını daha iyi anlarız.

Modernizmin azaba dönüştürdüğü insanın ‘kısa metrajlı’ hayatı, modern zaman şehirlerinde sürekli kurulup-bozulan bir kurgudan ibaret… İnsan sadece hareket eden bir obje...

Papini’nin kahramanı Gog’un ağzından okumaya başlayalım:

“…’nın şanlı ve hülyalı manzaralarını yeniden görmek istedim. Üç buçuk ay süren dolaşmalardan sonra bu memleket hesabına olduğu kadar kendi hesabıma da üzüntü duydum.

“…’ı ilk olarak elli yıl önce görmüştüm. Modern uygarlık denilen şey onu daha o zamanlar bozmaya başlamıştı. Onunla beraber insan insanların güzel vatanı yine de orasıydı. Hâlâ bozulmamış, XIV’ncü veya XV’nci asır dekorları içinde XIX’ncu asır mutlu havasının teneffüs edildiği yerler vardı… Fakirdi, fakat hiçbir bankanın veremeyeceği servetlere henüz sahiptiler:
Aşk, samimiyet, neş’e. (Şehr)’ in bazı ilçeleri pisti, ama bu antik ve sıhhatli, tabii ve gerçek bir pislikti, tabiatın güzelliğini bozmuyor, havanın temizliğini kirletmiyordu. (Şehir) de konfor yoktu ilkeldi, ama yollarının sakinliği, meydanlarının geniş havası, küçük şehirlerin huzuru, mütevazı ve hareketli bir hayatın sessizliği, âdetlerinin sevimli sadeliği, kibarların babacan halleri ile halktan olduklarını gösteren tebessümleri ve halkın kibarlığı ile gezegenleri memnun ediyordu.

… Elveda, sevimli ve eski şehir…! Elveda, … Daracık, yayalar için yapılmış sokaklar gürültülü otomobiller, dayanılmaz motorlu bisikletlerle doldu... Kamçı şaklamaları çınlayan yerlerde şimdi demir hırıltıları, otomobil ulumaları ve egzoz patlamaları, motor homurtuları, klâkson çığlıkları,
gramofonların, hoparlörlerin kulakların zarlarını patlatan kakafonileri duyuluyor.

Bugün… sokakları bütün Avrupa’nın en gürültülü, en tehlikelilerindendir.(şehirli)ler, sanki gürültünün, hareketin, süratin, lüksün, gururun, hayatın bir ifadesiymiş gibi davranıyorlar. Bir bina veya heykel seyretmek için, bir meydanda durmak imkânsızdır. Gürültüden insanın beyni durur, kendisi de her an çiğnenebilir. Daha da fenası makineler (şehirli)lerin kendi karakterlerini de değiştirmiştir. Herkes acele ediyor, herkesin sesi kabadır, suratları asık veya hakaret doludur.

Gürültü ile beraber kokular da çoğaldı. Yalnız şehirlerin kalabalık caddelerinde değil, deniz kenarlarındaki bulvarlarda, ortaçağdan kalma küçük şehirlerde, hatta parklarda, yeşil vadilerde, köy yollarında bile rüzgârın getirdiği güzel kokulara benzin, mazot, yanmış yağ ve buna benzer leş gibi şeyler karışıp onları yok ediyor… işte böyle oldu. Bugün daha zengin, daha hareketli, daha modern görünüyor. Gerçekte eskisinden daha fakir ve daha çirkindir.

Modern evler kişilikleri olmayan, iğrenç, kocaman kışlalardır. Gökdelenlere ulaşamıyorlar, fakat bahçeli, çardaklı, şüphesiz en son su tesisleri olmayan ama güneş ve yeşillik içindeki eski mütevazı evleri aratıyorlar.

… son yıllarda yapılmış şeylerin hemen hepsi daha iddialıdır, fakat anlatılamayacak kadar çirkindir. Şehirlerde gölgeli bahçeleri, yerlerine nefret verici hücrelerinde aptal, küçük emlak sahiplerinin oturacakları betonarma kışlalar yapılsın diye acımadan kaldırıyorlar.

… Ben modernliğin bütün makineleri ile hâkim olduğu bir memleketten geliyorum ve
gelişme denilen şeyin düşmanı değilim …(Şehir) günden güne daha da gürültülü, daha bayağı, daha çirkin, daha pis kokulu olmaktadır, yani daha az güzel, daha az oturulacak bir yer haline gelmektedir.
Elli yıl sonra da, ‘Avrupa’nın bahçesi’nin haşmeti ve güzellikleri, bu çılgın asrın yarattığı barbar uygarlığın kötü bir kopyası altında ezilmiş, boğulmuş olacaktır.”

Papini’den alıntımız bu kadar.

Modern zamanların yok ediciliğinden, kötülüklerinden bahseder ve başımıza gelen her şeyin sebebi ve suçlusu olarak görürken; bütün bunların “insan eliyle” gerçekleştirildiğini, ‘modern zaman sendromu’ndan kurtulup bütün bu ‘musibetler’in özellikle de “şehir katliâm”larının
yöneticiler eliyle gerçekleştiğini düşündüğümüzde; şehir yöneticiliğinin nasıl bir vicdanî sorumluluk ve vebal istediğini anlarız.

Yaşadığımız şehri “yaşanılır” hale getirmek şehir yöneticilerinin mutlak görevi olduğu gibi, Papini’nin anlattığı gibi; modern zaman malzemeleri ve araçlarıyla insanlara hayatı zehir etmek de herhalde onların görev alanında olsa gerek…

Papini, 90 yıl önce gözlemleyip yazdıklarıyla bugünü görseydi, 1920’lerde yazdığı şu cümleyi herhalde tekrar ederdi: “İnsanlar sağır kalpleri yüzünden yüzyıldan yüzyıla daha çok azap çekilen bir cehennemde hâlâ inleyip duruyorlar.”

Hızla böyle bir akıbete doğru gidiyoruz. Giderken de ne yapacağımızı şaşırmış bir durumda savruluyoruz. Savrulurken de yol aldığımızı zannediyoruz.

Şehirde çektiğimiz azaptan kurtulmak istiyorsak öncelikle “azap çektiğimiz”in farkında olmamız gerek.

(Günebakış, 14 Aralık 2011)



7 Aralık 2011 Çarşamba

ŞEHİR ÂH ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

Şehir hasreti, hem içinde yaşarken hem de ondan uzakta iken duyulan insanî bir gerçeklik olarak her an yaşayabileceğimiz bir duygudur. Bir şehre hasretin, o şehrin tarihine, coğrafyasına, mekânlarına duyulan bir iştiyak olduğu kadar, insanlarıyla ‘yaşanmaya değer’ olduğunu bilenler, ancak “daüssıla”nın ne olduğunu hissederler. Onun içindir ki eskiler “şerefül mekân bil mekîn” (Bir mekânın şerefi o mekândaki insanlarladır) demişlerdir.

Üstad Necip Fazıl’ın 1943’de “Hasan Ağanın Cevabı” başlığıyla yazdığı bir yazı var ki, insanın (eski deyimle) dâüssıla, yâni hastalık haline gelen sıla hasretinin, memleket hasretinin ne olduğunu, nasıl yakıcı bir şey olduğunu anlatır. Eski Yunanca’dan Fransızcaya geçen ve günümüz türkçesine yerleşen “nostalji” daüssılâ’nın yerine kullanılıyor.

Şehir hasretinin ne olduğunu, ne olması gerektiğini, hasretin sonunda “vuslat” (kavuşma)ın olmaması da bir ayrı hüzün… Karadenizli yaşlı bir kadına “Aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversun alamasun aşk olur!” cevabını vermiş.

Üstad’ın bir köy ve Hasan Ağa misaliyle hikâyeleştirerek anlattığı hikaye, şehrimizi ve şehrimizin insanlarını, mekânlarını ve şehrimizde meftûnu olduğumuz her ne varsa onları düşünerek ve Üstad’ın “Ata Senfoni” kitabına “dünyanın en güzel hikayesini anlatacağım” diyerek yazdığı bu hikâyeyi 1943’deki şekliyle gibi buraya alıyorum.

Vaktiyle Anadolu’nun bir tarafında, Hasan Ağa isimli ihtiyar bir köylünün bir memura verdiği cevabı duymuştum. Şimdi hemen kaydetmeliyim ki, bütün ömrümde ve bütün edebiyat plânında ben, bu söz kadar içine mâna, ruh, renk, manzara ve eda sığdırabilmiş bir cümleye rastgelmedim.

Memur, Hasan Ağanın köyüne, arada bir hükümet hesabına at satın almaya gidermiş… Atlarıyle meşhur bir köy… Eskidenberi tanıdığı Hasan Ağayı ve Hasan Ağanın köyünü, memur, nihayet 1914 Dünya Harbinden sonra, yine bir satın alma vesilesiyle ziyaret etmiş…

Artık ne köy, o eski köy; ne de Hasan Ağa, o eski Hasan Ağa… Her şey o, fakat o değil… Köy harap, çehreler yabancı, Hasan Ağa iki büklüm… Her şey yerli yerinde, fakat her şeyde bir şey eksik… O eksik olan şey müthiş; o şey hayat…

- Hasan Ağa, filân nerede?

- Öldü!

- Ya falana ne oldu?

- Göçtü gitti!

- Nerede bütün o iyi adamlar?

- Hiçbirisi kalmadı!

- Şu adam kimin nesi?

- Bir yabancı!.

- Atlar ne âlemde, o atlar?

- Hepsi kırıldı gitti.

- O meşhur Ceylân?

- Bir sabah ahırında ölü bulduk!

- Ya Sülün, bakla kırı tay?

- Nazara uğradı!

- Ne diyorsun Hasan Ağa, dorular, yağızlar, allar?..

- Hepsi, hepsi mahvoldu!

- Desene ki köyünüzde, iyi atlarıyle meşhur köyünüzde ne adam kaldı, ne at!..

Tam o anda Hasan Ağa yosunlu gözlerini memurun gözlerine dikip tane tane şu cevabı vermiş:

- Senin anlayacağın, Bey, iyi adamlar, iyi atlara bindileeer, gittiler…

Tekrar edeyim ki, Hasan Ağanın cevabındaki plâstika zenginliği, remz güzelliği, şiir kesafeti, hüzün ve meraret ifadesi, hassasiyet cevheri, misilsiz bir örnek canlandırıyor. Nur ve hayatiyeti uçmuş bir varlık plânında, iyi adamların iyi atlara binip dasitanî bir hicret halinde çekilişi. Hasan Ağanın cevabında, sanki bütün asrımızı kucaklayan bir ölçüdür:

- Senin anlayacağın, Bey, iyi adamlar, iyi atlara bindileeer, gittiler!..

İnsanı derin bir melâle, hüzne davet eden bu müthiş hikâyeyi şehrimize ayna tutarak biz de “iyi insanlar iyi atlara bindileeer, gittiler!” mi diyeceğiz?

Şu kadar ki; büyük ölçüde şehrimizde yapılan “hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını” ifade ederek Üstad’ı tekrarlayalım: Her şey yerli yerinde, fakat her şeyde bir şey eksik… O eksik olan şey müthiş; o şey hayat…”

Böyle bir akıbetten ürküyoruz. Üstad’ın “Ata Senfoni”nin sonundaki temennisine kulak veriyoruz:

“Bizse, Hasan Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikri, bedii, içtimai, idari hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan» ları görünce narayı basmak :

«— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»

Şehrimiz bu insanları davet edebiliyor mu?

Bu şehir ve bu insanı görebiliyor muyuz?


(Günebakış, 7 Aralık 2011

29 Kasım 2011 Salı

"ŞEHRİN BÜYÜSÜ"NÜ HİSSETMEK...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sıradan bir bilgidir: Şehirler de doğar, yaşar ve ölür…
Şehirler de hastalanır, hasta eder, tedavi eder,rehabilite eder…

Sıradışı bir hissediştir: Şehirler insanı kavrar, kendine çağırır, kendinden bahsettirir.

Şöyle de diyebiliriz: Şehir ya karabasan gibi insanın üzerine çöker, ruhunu karartır. Veyahut da ‘ruhuyla’ insanı öyle bir kuşatır ki, onu “yaşanmaya değer hayat”a çağırır.

Medeniyet şehirleri böylesine bir ‘kozmik’ etkiye, modern zaman şehirleri ise ‘kaotik’ etkiye sahiptir. Şehrin insanı niçin kendinden kopardığıyla niçin kendine çağırdığının cevabı “şehrin ruhu”nda saklıdır. Bu mânâda insanın varlık ve oluş davasında şehrin “rehabilite edici” özelliği üzerinde pek durulmamıştır.

İnsanın hayatında hiç görmedi, gitmediği ama “hayal şehir” olarak yaşattığı şehrin bile insanı nasıl hayata bağladığı, rehabilite ettiğine dair Ahmet Hamdi Tanpınar müthiş bir olayı anlatır. Tanpınar’ın çocukluğunda şahit olduğu bu olay, insanın “şehrin ne olduğu?” sorusuna verilecek en derin cevaplardan birisidir.

Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden okuyoruz: “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-
Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:

- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey… Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.

Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıyrıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz gibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çocukluk muhayyelemde bin çeşit hayal uyandırırdı.

Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazen hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamanın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahallemizin küçük ve fakir süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazen da yalnızca bir defa gittiğimiz Bentler’in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.

Bu kadın sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.”

Tanpınar böylesine derin bir tahassüsle anlattığı olayın sonunda şunları söyler:

“Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mânâ verebildim.

İstanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için, hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi. Bu Müslüman adam, kadere yalnız İstanbul’dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan Kur’an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hattâ haksız bulduğu şey karışırdı.

Bir şehir hayalimizde aldığı bu cins çehreler üzerinde düşünülecek şeydir. Bu insandan insana değiştiği gibi, nesilden nesile de değişir…”

Tanpınar, şehrin insan hayalini nasıl beslediğine “devamlı şekilde muhayyilemizi işletme sihriyle bize tesir eder…. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler…” şeklinde temas eder.

Tanpınar, çocukluğunda yaşadığı olayı anlatırken unutmadığı ihtiyar kadında “ait olduğu şehr”i görmüştü.
İhtiyar kadın ona kendi şehrini hatırlatmıştı.

İnsan-şehir ilişkisinin şahit olunan bir olaydan tüten böylesine derin ve etkileyici özelliğine bütün medeniyet şehirlerinde şahit olabiliriz. Referans şehirlerimiz “Mekke-Medine ve Kudüs” başta olmak üzere Saraybosna’da, Üsküp’te, Travnik’te, Buhara’da, Semerkand’da, Bağdat’ta, Şam’da, İstanbul’da, Bursa’da, Amasya’da, Konya’da…
En nihayet Trabzon’da böylesine “hayalimizi büyüleyen” bir ruh bulmak, öncelikle onu “nasıl gördüğümüz”le ilgili…

Tanpınar’ın bahsettiği ihtiyar kadının ömründe hiç görmediği bir şehri sayıklaması onu şifaya kavuştururken; bugün, başta medeniyet şehirlerimiz olmak üzere, maddesi ve manâsıyla bütün şehirlerimizin “kaos yumağı”na çevrilen hali, şifası mümkün olmayan hastalıklara davetiye çıkarıyor.

Nostaljiye mi kaçıyoruz? Yoksa, “zamanın ruhu”nu yakalayamayanlar elinde kaosa çevrilen şehirlerimizin sahip olması gereken ruha mı işaret ediyoruz?

Şehrin hangi insanı, hangi parçası, hangi mekânı ve hangi organı olursa olsun hayalimizde büründüğü şekil bize şehrin ruhunu aksettirecektir.

Yaşadığımız şehrin insanları, mekânları, organları bizi kosmos’a mı, kaosa mı çağırıyor?
Bizde büyülü bir etki mi bırakıyor? Kasvetli bir atmosferi mi soluyoruz?

Şehrin dününde olan ruh bugününe taşınmıyorsa şehir bir cesetten ibarettir. Ruhun sürekliliği gibi, şehrin bedeni olan mekânları da sürekliliğini koruyamıyorsa, şehir artık ‘yorgun bir şehir’ haline gelmiştir.

Şehrin büyüsünü hissetmek; şehre bakışınız, verdiğiniz değer, atfettiğiniz önem kadar şehrin sizi “kendine çekmesi”ne bağlıdır.

Şehrimizde bırakınız büyüyü, tarihî derinliği, estetik idraki olmayan yöneticiler elinde realitesine
bile bakmaya tahammül edemiyorsanız, o şehir artık kendisini “hissedemeyeceğiniz” bir malzeme yığını haline gelmiştir.

(Günebakış, 30 Kasım 2011)

22 Kasım 2011 Salı

"TRABZON BÜYÜKŞEHİR"İ BÜYÜK KAOSLAR BEKLİYOR...

YahyaDüzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sanal bir dünyada yaşıyoruz… Sanal yâni gerçekliği olmayan, gerçekliği görüntüden, sesten, efektten ibaret bir dünyada… Eski deyimle “mevhum” bir dünyadayız. Gerçeklerin değil de vehimlerinin gerçek “zann”nedildiği bir dünya…

Bu sanal alemin tüm ilişki biçimleri ve olayları da sanal… İnsan ve şehir de sanal… Daha doğrusu hakikatini-ruhunu kaybetmiş bir dünyanın yeni gerçeklik biçimi olarak “sanal”laşma…

Bilinçaltımızda gerçekliğine inanmadığımız bir dünyanın heyecanları ve üzüntülerini yaşamaya çalışıyoruz. Yâni kendimizden kaçıyoruz. Başka “ben”ler, başka “kendi”likler icada zorlanıyoruz.
Zorlama icadlarla oluşturduğumuz “vehimler dünyası”nda gayr-i insanî bir biyolojik hayat ve bu hayatın sürdürüldüğü “botanik” dünya… Ve tabii “botanik şehir”… Botanik yâni sadece bitkisel hayatın sürdüğü bir şehir…

Böyle bir trajediyi yaşıyoruz.

Trajik olan şu: “Var olduğu farz edilen” şeyler giderek gerçekmiş gibi oluyor… Tıpkı daha önce bir yazımızda konu ettiğimiz P. Weir’in “The Truman Show” isimli filmin kahramanı Truman Burbank gibi gerçek zannettiğimiz dünyanın-hayatın, bizim için hazırlanmış film platosu
olması gibi…

Böyle bir dünyanın şehirleri de “sanal şehir” haline geliyor. Sanal bir hayat… Sanal bir şehir…

Sözü Trabzon’un “Büyükşehir” olmasına bağlamak istiyoruz. Trabzon’la birlikte 11 şehrimiz daha “Büyükşehir” statüsüne kavuşuyor. Ne büyük lütuf (!)

Büyükşehir olmanın tek gerekçesi, tek şartı: Nüfus… Şehrin nüfusu 750 bin ve üzeri oldu mu
Büyükşehir oluyorsunuz. Ya da iktidarın büyükşehir yapmak istediği bir şehir varsa bütün ilçeler toplama dahil edilir ve şehriniz “büyük” olur (!)

Şehrimiz “büyükşehir” olunca yeni bir ruhla, muhtevayla büyüyecek mi? Yoksa daha da irileşecek, daha da urlaşacak mı? Bizce “büyükşehir”le birlikte şehir kaoslarının daha da büyüyeceği…

Şimdiden “40 gün 40 gece düğün ve şenlik” için kollar sıvanıyor… Siyasiler ve Yerel Yöneticiler, STÖ’ler “sanal beklentiler” ve “sanal tasarımlar”la “Büyükşehir Şöleni”ne hazırlanıyorlar… Belediye Başkanı bir yerel TV kanalında Trabzon’un “Büyükşehir olmaya hazır” olduğunu, “Büyükşehirle hayatımızın şehrimizin nasıl değişeceği”ni ballandıra ballandıra anlatıyor: Avrupa fonlarından gelecek paradan şehre akacak kaynaklara kadar şehrimiz bir “cennet galaksisi”ne dönüşecek (!)…

Bütün masallar böylesine platonik aşklarla başlar. Sonra geçimsizlikler baş gösterir, kimya bozulur ve hikâyemiz pişmanlıkla, ayrılıkla, ‘yaşanamaz’ hale gelen hayatla son bulur…

Ümidimiz ve duamız şehrimizin böyle bir hikâyeyi yaşamaması… Ancak korkarız ki hikâyemiz
aynen gerçekleşecek…

Verilen sözler sanal, vaatler sanal, inanmalar sanal, sevinçler sanal, gelecek öngörüleri sanal. Yâni hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yok.

Trabzon Büyükşehir olacak da ne kazanacak?

Yerel deyimle; “küçük şehir iken her şeyi fethettiniz de büyük şehir olacak da meşk mi edeceksiniz!”

Trabzon “büyük” bir şehir mi olacak? Evet!

Kaosu büyüyecek.
Yönetilemeyişi büyüyecek.
Gürültüsü büyüyecek.
Şehrin yaşanamazlığı büyüyecek.
TOKİ tabutlukları benzeri gökdelenler büyüyecek.
Sorunları büyüyecek.

Daha?

Topoğrafyası tahrip edilecek. Şehir “rahatlama”ya değil “rant”a açılacak…

Küçük bir şehri yönetmeyi beceremeyenler Büyükşehir yöneticisi olacaklar!

Oldu olacak, bazı şehirlerimizin Gazi, Şanlı, Kahraman tanımlamalarına ilaveten şehrimizin “61 fetişi”ne bir fetiş daha ilave edelim: “Büyük Trabzon”…

Büyükşehirlerimizin hali ortada… Hayatın yaşanamaz hale geldiği, insanın boğulduğu, her türlü kirliliğin kol gezdiği metropoller… İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, vs…

Büyükşehirin yok ediciliğine karşı sadece Trabzon’un coğrafyası/topoğrafyası direnecek. Onunla başa çıkamayacakları için… Çünkü coğrafyayı ‘terbiye etmek’ için epey zahmet çekmek gerekiyor. Kim bilir, belki şimdiden “düzlemeye” başlarlar da torunlarımız dümdüz bir Trabzon coğrafyasında mikroorganizmalar şeklinde yaşarlar.

Moğol ordularının İslâm şehirlerine musallat olduğu gibi, şimdiden saldırıya hazır rant iştahıyla bekleyen “konsorsiyum”lar oluşmaya başlamıştır belki de… Şehre “ihsan” edilen “Büyükşehir”unvanından kaynaklanan rantlar bakalım kimlere “ikram” edilecek.

Trabzon BÜYÜK ŞEHİR’e dönüşünce; Büyük şehir de BÜYÜK ŞERlere, büyük şekavetlere, büyük şenaatlere kapı aralayacak…

Selîm akılla soralım ve düşünelim?

Bugüne kadar şehrin hangi temel sorunu Trabzon Büyükşehir olmadığı için çözülemedi?

Trabzon “Büyükşehir” olmakla kazanacaklarından çok daha fazla şeyleri kaybedecek!

Örnek mi istiyorsunuz? Son 20 yılda ilçe yapılan Trabzon’un bazı belde/nahiyelerine bir göz atın anlarsınız. Dernekpazarı, Şalpazarı, …… Neler kazandı veya neler kaybetti? Habire çirkinleştirilmeye uğraşılan kovboy kasabası gibi doğal özellikleri tahrip edilmiş, tek caddeli küçük ilçeler… Çirkin yapılaşmalar, vs…
Kazanılan ne? Büyüyen bürokrasi…

Trabzon’da da aynısını bekliyoruz! Çünkü “ayan olan beyan istemez”.

Sadece Trabzon’un ismine, Belediye Başkanı’nın da unvanına “Büyükşehir” takısı eklenecek !

Böylece şehirli de “Büyükşehir”de daha önce şahit olmadığı, yaşamadığı “büyük sorunlar”la birlikte yaşayacak !

Her türlü tahribatlarına rağmen, bize “mevcut Trabzon” yeter! Schumacher’in söylediği gibi ;“Küçük Güzeldir!”

Trabzon’un “Büyükşehir” olmasını istemiyor muyuz? Böyle bir amacımız yok. Sadece Trabzon’u
bekleyen risklere, tehlikelere, kaoslara işaret ediyoruz.

Yazımıza “sanal şehir”den başladık, giderek “gerçek şehir”e ulaştık !

Değişik biçimde tekrar edelim: Şehir idraki olmadıkça şehriniz büyük olmuş küçük olmuş önemi yok. Hatta büyük olması daha da tehlikeli… “Hormonal Büyüme” sağlık değil hastalık belirtisi ve taşıyıcısı…

Şehre yapılacaklar öncelikle “imkân” değil “idrak” gerektirir.


(Günebakış, 23 Kasım 2011)




15 Kasım 2011 Salı

HAYAT VE ŞEHİR "AN"LARDAN İBARET...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehre anlam kazandıran insanın bakışı ve onu idrak biçimidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap, insanın varlık sebebi ve şehrin varoluşunu anlamlı kılar.

Hayatın bütünü ve yaşanan olaylar “an”lardan oluşuyor. “An”ları donduramıyor, zapt edemiyorsunuz. Sadece yaşıyorsunuz. Yaşamak zorundasınız. Bir şehre ilk defa baktığınızda gördüğünüz ve yaşadığınız “an” da böyle bir şey… İlk bakışta “ân”a sığdırdığınız bütün bir şehir var aslında… Bu “an”da bütün bir şehir ve insan hayatının çekirdeği, ipuçları var.

İnsan yeni gördüğü bir şehrin içine girdiğinde ya şehre karşı yakınlaşır, onunla sıcak bir bağ kurar, onu içselleştirir; veya şehir onu ürkütür, uzaklaştırmak ister. Bir an önce şehri terk etmek ister. Şehir-insan ilişkisi böylesine “ruhî” bir atmosferde gerçekleşir. Eşyaya/şehre bakarken, onunla ilişki kurarken oluşan ilk intiba, yeni deyimle “elektrik alma” önemlidir. Bu algı, fotoğraf makinasının dondurup hapsettiği gibi bir “algı” değildir.

İlk bakışta, ilk “an”da göremediğimiz şehir ve hissedemediğiniz ‘yakınlık’ daha sonra ne kadar zorlarsanız zorlayın görülemiyor, hissedilemiyor.

Kimi insan için şehirde bütün bir ömrünün geçtiği hayatın her “an”ı o “ilk an” gibi daima yeni, her an taze, daima enerji yüklüdür. Kimileri için de hayatının her “an”ı zorla ‘yaşamaya mahkûm’ edilen bir hayattır. Bu hayat da “yaşanmaya değer olmayan” bir şehir hayatıdır.

Dünyanın birçok şehrini gezip, gördüğü şehirlerle ilgili notları “Bir filozofun gezi günlüğü”nde kitaplaştıran, bir yazımızda da alıntı yaptığımız Hermann Keyserling, Lanka’nın Kolombo Adaları’yla ilgili gözlemlerinde “Kendimi, içimin derinliklerindeki hayat ihtimalinden koparılmışım gibi hissediyorum…” diyor. Niçin? Herhalde insanın üzerine gelen şehrin iskeleti ve şehir karşısında insanın kapıldığı müthiş ‘yokoluş hissi’nden olsa gerek…

İşte şehir, insana tam da bu duyguyu veren yerdir. Keyserling’in ifadesini “mefhum-u muhalif”inden şöyle değiştirebiliriz: “Kendimi, içimin derinliklerindeki şehir gerçekliğinin içinde hissediyorum.”

Şehre bakarak bu iki “hal”den hangisini yaşıyoruz diye kendimize soralım? Eminim ki birçoğumuz bırakınız şehirde yaşamayı, kendimizi “şehirde hayat ihtimalinden” bile koparılmış hissedeceğiz. Oysaki şehrin kaosu içinde belki de hiçbir zaman soramadığımız bu soruyu her an kendimize sorabilmeliyiz.

Şehir sadece maddî kompozisyondan ibaret değil. İnsan siloları şeklinde üst üste yığılmış yapılardan hiç değil… Şehir insanı “varlık idraki”ne yöneltiyorsa, varoluşu işaret ediyorsa “an” içinde anlamlıdır. İnsan şehirle böylesine bir kozmik ilişki içindedir/olmalıdır.

Şehir algımızın, gürültü, beton bloklar, otomobil uğultuları, stadyum nâraları ve mekanik ilişki biçimleriyle yüklenmiş/kodlanmış, rastgele bir araya gelmiş topluluk ve mekânlardan kurtulup, kendimizi içimizin derinliklerindeki gerçekliğe uygun düşecek yer haline geldiğinde, işte orası “yaşanmaya değer şehir”dir. Gerisi kendimizi yaşıyor “zannettiğimiz” vehimden ibarettir. Vehim ise bir gerçeklik biçimi değil bir “yanılma” şeklidir.

Ya tutarlı bir “dünya görüşü”müz yok. Veya Dünya görüşü ve algımız öylesine parçalı, kopuk, varlığın anlamına yabancı hale geldi ki, bulunduğumuz şehirde vehimlerimizi “yaşama”, yaşamayı da “vehim” haline getiren bir atmosferden kaçamıyoruz. Bu atmosferin kaçınılmaz yok ediciliğinde sadece ölümü bekleyen biyolojik bir canlı gibi hayat sürdürmeye mahkûm olmaktan başka seçeneğimiz yok. Ürpertici bir biçimde böyle bir hayatı yaşadığımızı söylemek çok mu abartılı?

Muhakkik Mimar Turgut Cansever temel problem ve “yaşanabilir” bir şehre ilişkin şunları söyler: “Varlığın bütünlüğünü gözetmeyen herhangi bir yaklaşımın çözüme ulaşamayacağı aşikârdır… Bugün Türkiye’deki mimarî çevremiz, insanlık tarihinde benzeri olmayan, kültürel bir kirlilik içindedir. Asır başında makine çağının bütün meseleleri çözeceği inancı bir gizli putperestliğe dönüşmüş, makine kültürünün gayriinsanî yaklaşımı sonucu dünyada iki milyara yakın insan evsizliğe, geri kalan milyarlarca insan da tabiattan uzak, yaradılışın icaplarıyla zıt bir hayata mahkûm edilmiştir…”

Böyle bir hayata mahkûm edilmemek için yaşadığımız yerin ve yaşadığımız “an”ın farkına varmak gerek. Bu ‘ontolojik’ bir idraktir. Yâni varlığı bütün olarak hakikatiyle kavramaktır. Yoksa Üstad Necip Fazıl gibi;

“Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar.”

diye serzenişte bulunmaktan başka çaremiz kalmayacak. Bu serzeniş bile bir “idrak”tir.

Şehrimiz içimizin derinliklerindeki hayata kucak mı açıyor, bizi o hayata mı çağırıyor? Yoksa içimizdeki hayatı boğuyor mu?

Olanca gerçekliğiyle şehrimizin manâsı bu sorulara verilecek cevapta yatıyor.

İnsan odur ki; eskilerin “ne geçmişte ne gelecekte yaşar. Ân’ın gereğini yerine getirir”dediği hal üzere kendini ve şehrini kavrar.


(Günebakış, 16 Kasım 2011)

8 Kasım 2011 Salı

ŞEHRE MUSALLAT TÜMÖRLER...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlar “yeni yaşama biçimleri” icad ettiği kadar “yeni tümör biçimleri” de icad ediyor… Hayata dair, kültüre-sanata, eşya ve olaya, şehre ilişkin tümörler… Modern zaman şartlarının organik ürünü olan bu tümörlere müdahale etseniz de etmeseniz de sonuç değişmiyor. Etmezseniz “urlaşma” büyüyor-çoğalıyor. Ederseniz ölüme doğru hızl artıyor.. Sonuç: Yeni fakat “insana dair olmayan” bir yaşama biçimi…

Yüzyılımızın büyük düşünürlerinden Heidegger, modernizmle ilgili yazılarından birisinde “modernlik varoluşa saldırıdır!” der. Modernliğin üreticisi de tüketicisi de olan insan, modernizm adına üretip tükettikleriyle varoluşa saldırmıyor, varoluşunu yok ediyor. Böylece ürettiği yeni varoluş biçimleriyle tıpkı mitolojideki “Sisyphos efsanesi” gibi sonu gelmeyen bir cezayla kendisini cezalandırıyor.

Modernite insanın eşyayı ve olayı anlama, kavrama ve kuşatma şeklini bütünüyle allak bullak etti, kaotik-ölçüsüz bir algılama biçimi getirdi.

Modern zaman şehirleri de insanın varoluşunu yok ettiği ceza türlerinden… Kendisini tutsak edeceği hapishaneyi “şehir” adıyla inşa ederken ortaya çıkacak yapının/yapıların/bütünün “şehir” adını vereceği “hapishane labirenti” olduğunu bilse de artık kaçınılmaz olarak girdiği yol onu böyle bir akıbete götürecektir.

İnsanın farklı yaşama biçimlerine göre inşa ettiği modern şehrin her bir objesi şehri kısa sürede bitirip yok edecek “tümör” haline gelmiştir. Modern zaman şehirleri bu tümörlerle bir süre daha yaşayan ve sonunda ‘ölümü beklenen’ bir hasta olarak inşa ediliyor…

Modern zamanların “şehir tümörleri”nin farkına varabilen “tabip”ler de yok! Şehir yöneticileri, bir an önce şehrin ölümünü hazırlayan “tümör üreticileri”… Üstelik ürettikleri her tümörü şehrin sağlığı ve geleceği adına üretiyorlar (!)

Şehir tümörleriyle birlikte bir süre daha radyoterapi ve kemoterapiye tahammül edemeyecek derecede yorgun, bitkin ve ölümünü bekliyor…

Şehrimizin neredeyse bütün organları tümörden ibaret.. Yâni kanserli… Uygulanan tedavilerin hiçbirisi ona yeniden hayatiyet kazandırmıyor, daha da kötüleştiriyor..

Her tarafını tümörler sarmış modern zaman şehirlerini uzaklarda aramaya gerek yok… Etrafımıza bakalım yeter… Ancak “görebilmek” ve “hissedebilmek” kaydıyla…

Bizim “tümör” gördüklerimiz, şehir yöneticileri ve ‘ekalliyette’ olan bir kısım şehir “ekabirleri” için yeni bir “varoluş biçimi”dir.

Çok mu karamsarız? Kaotik ve kasvetli bir şehir tablosu mu çiziyoruz?

Yaşadığımız şehre bakalım… Hangi tümörleri görebiliyoruz?

Başta bütün bir şehirleşme tarzı.. Yâni göğe doğru hızla yükselen, yeryüzüyle beraber ufkumuzu da istilâ eden yerleşim biçimi. Yâni toplu yerleşim siteleri, TOKİ hayalet ve harabeleri.. Apartmanlar…

Başka?

Modern zamanların “mabed”i stadyum… Ve bütün bir şehir halkının kendini uzak tutması gerekirken adeta ‘bulaşıcı bir hastalık’ yayan arenası…

Başka?

Haz ve tüketim cinnetinin yaşandığı AVM’ler… Alış-veriş merkezleri…

Başka?

Dünyanın neresinde olursa olsun, yeni keşfedilen bir tümör bile karşılığını hemen bizde buluyorsa, demek ki bütün tümörler için cazibe noktası haline gelmişizdir.

Bakalım şehrimiz daha nice tümörlere kucak açacak…

Bu modern zaman tümörleriyle yaşamaya şartlandırılmış şehir halkı, ölmekte olan kanserli hastaya verilen ‘morfin’in tesiriyle hastalığının farkında olamıyor…

Modern zamanların en anlamlı ve önemli yerleri olan bu “tümör merkezleri”ne karşı alternatifler üretilmiyor değil. Üretilenler daha büyük tümörler… Okyanusu andıran toplu mezarlıklar şeklinde gökdelenlerden oluşan devasa siteler, dev spor kompleksleri, insanların içerisinde kendilerini böcek gibi hissedecekleri korkunç alış-veriş merkezleri…

Trabzon da diğer şehirlerle bu konuda yarışmayı aşmış bir cinnet koşusunda…

Start çoktan verilmiş… Hızla finale doğru koşuluyor…

Öyle bir koşu ki; kazananı ölümle, kaybedeni belki de ‘hayat’la mükafatlandırılacak bir koşu…

Eski hikmet adamlarının “mânalar şehri” diye nitelendirdikleri insan, modern zaman şehirlerinde/şehrimizde “marazlar şehri” haline gelmiş durumda. Yâni tümörler her tarafını sarmış…

Muhakkiklerden birisinin hikmetli bir sözünü hatırlıyoruz:

“O, mülküne kanaat etmedi. Acizliğini bilmeyip tekebbür etti. Haddini o kadar tecavüz etti ki sonunda cezaya müstahak oldu.”

Her yerini tümörler sarması yetmiyormuşçasına, “kentsel dönüşüm”, “marka kent”, “olimpiyatlar kenti”, “futbol ve sanatçı kenti” tekerlemeleriyle tümörlerini kabartmaktan yâni urlarını daha da urlaştırmaktan başka bir şey yapamayan, bu söylemlerle ‘kendinden kaçmaya’ çabalayan, komplekslerini aşamayan bir şehirde insanın bizatihi maddesi de ruhu da “tümör”leşmeye doğru gidiyor.

Tümör ki; verdiği acıyla şehri, varlığı, mekânı, dünyayı, zamanı, öteyi unutturuyor. İdraki iptal ediyor.

Dua edelim de şehrimiz bu tümörlerden ve yeni tümörlerin istilâsından kurtulsun.

Görecek gözlere, işitecek kulaklara, kavrayacak idrake ve hissedecek kalbe sahip olanlar için şehrimizden çıkarılacak çok “ders” vardır.

Sözü Üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla bitirelim:

“Onlar ki her nefeste habersiz öldüğünden;
Gülüp oynamaktalar gelir gibi düğünden!”

Kurban bayramının son gününde şehrimizin “nelere kurban edildiğine” bir de bu gözle bakalım istedik…

(Günebakış, 9 Kasım 2011)

1 Kasım 2011 Salı

" ŞEHRİ YIKIN ! "

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve şehir korkusu olsa gerek!

Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir. Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak, gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.

Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti getiriyor.

Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.

Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.

Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr. Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle okuyabilirler.

Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…

Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu Medeniyetinin taç şehri Konya’da !

Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı” şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde gerçekleşiyor…

Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle dikkatlerinize sunalım:

"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami, mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok ettirmiştir.


Bu gibi târihî yadigârların yalnız müsamaha edilmeyip horlandığı zamanda değil, ayrıca Türk ve İslâm târihinin kara lekesi gibi görüldüğü bir zamanda, Fahrettin Altay elinde bastonuyla Alaaddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği herhangi bir mîmârî âbideye işaretle,

'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar kastiyle yapıyordu...

"Bir gün Şerefeddîn Câmii’nln bitişiğindeki Şerefeddin Türbesinin yıkımına başlanmıştı. Fahrettin Paşa'nın emir ve kumandasıyla kazmalar ve kürekler faaliyete geçmişti. Bu Selçuklu devrinin mahrutî kümbetli türbesi sanki yekpâreleşmiş ve kayalaşmıştı.

Ben bu eski eser cellâdının gölgesi olmuştum. Onu takip ediyordum... Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahrutî kubbe erimiş, ikinci ve mescid kısmı yok olmuştu. Yıkım devam ederken, Selçuklu türbe mimarisinin o vakte kadar bilinmeyen bir hususiyeti ortaya çıkmıştı.

Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri(yayacakları) kötü kokuları dışarıya atmak için mimar, tâ bodrum kattan itibaren hamam tüfekleri tarzında hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbedin üstüne kadar devam ediyordu. Bunları gördüm ve paşaya da gösterdim.


Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şerefeddin'in tabutu göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Selçuklu'nun na'şını alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken paşadan rica etmiştim:

"- Paşam, bu türbe Konya'nın en eski Selçuklu eserlerindendir. (Sahibi de) Camiin ilk bânisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!

"Fakat ona kimse mâni olamazdı."

Tam bir sadist ruh!

Fahreddin Altay sadizminin, Kudüs’ün Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek “Ey Selahaddin dinle, haçlı seferi şimdi bitti! Biz yine geldik.” diyen Fransız Generali’nin sadizminden farkı var mı? İlgilinçtir ki her iki olay da aynı zaman dilimine rast geliyor. Biri Selahaddin Eyyubi’nin kabrini tekmeliyor, diğeri Konya’da Selçuklu Sultanının naşını çıkarıp çöp arabasıyla bir çukura attırıyor.

Rahmetli İ.Hakkı Konyalı’nın “eski eser cellâdı” dediği bu “tarih ve şehir cellâdı”nı takip ederken
yaşadığı dehşeti ve bir şey yapamamanın verdiği ızdırabı tahmin edemiyoruz…

Başka hiçbir ülkede yaşandığına şahit olamayacağımız bu hadise, nesillerin kanını donduracak türden… İnkılâpçılığını şehir ve tarih katliamına endeksleyen bu zihniyet ülkemizde uzun süre hâkim oldu.

Biz işin şehir ve tarih tarafıyla alâkalı olarak söyleyelim ki; tarihi hatırlatan ne varsa yok edilen şehirlerimizde, 80-90 yıl sonra gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, Konya’da Fahrettin Paşa gibi, Trabzon’da Tahsin Uzer gibi “şehir celladları”nın yıktığı yerlerde yapılanlar hiç de onları aratmıyor…

Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde son yıllarda yapılanları gördükçe, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir katliamlarıyla aralarında nasıl bir fark var diye sormak istiyoruz. Onlar neyi imha ettiklerini iyi biliyorlardı, ama bugünün şehir yöneticileri neyi ihya edeceklerini bilebiliyorlar mı? Eğer biliyorsalar vebali de aşmış toplu şehir katliamlarına imza attıklarının farkında olmalılar…

Fahrettin Altay, Tahsin Uzer ve o zihniyette olanlar “neyi yıkacakları”nı biliyorlardı. Bugünün şehir yöneticileri “ne yapacaklarını” biliyorlar mı dersiniz.

Ne dünya görüşü, ne medeniyet, ne tarih, ne şehir, ne zaman, ne mekân, ne de insan derdi olmayanların “şehir yöneticisi” olduğu zamanlarda şehirlerimizde yapılanlara ‘kıyamet alametleri’ demekten başka bir şey diyemiyoruz.

Bugünün şehir yöneticilerine yapılacak en önemli tavsiye herhalde şu olmalı: “Şehir için bir şey
yapmak istiyorsanız; bu zihniyetle şehir için hiçbir şey yapmayın! Şehre yapacağınız en hayırlı hizmet hiçbir şey yapmamak, şehre dokunmamaktır!”

Tarihe ve şehre sorumlu olduğunun idrakinde olanların hatırlamaları gereken “dehşet bir not”a bir de biz şahitlik etmiş olduk.

(Günebakış, 2 Kasım 2011)

25 Ekim 2011 Salı

"MEDENİYET ŞEHRİ"NDEN "TAŞRA KASABASI"NA... -Trabzon ve Fetih-


YahyaDÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Öyle şehirler vardır ki düşünürlerin, şairlerin, seyyahların, sanatkârların onları tam olarak ifadeden aciz kaldıkları kudrettedir. O şehirler kendilerini hangiyüzüyle gösterirse göstersinler “büyüleyici”dirler. Büyünün etkisiyle bir angerçek hayattan koparsınız. Büyünün etkisinden kurtulduğunuzda ise “nasıl birgerçeklik âleminde yaşadığınız”ı ifadede zorlanırsınız.

Mekke,Medine, Kudüs gibi ilâhi mesajın tecelli ettiği “taç şehir”leri dışarıda tutarsak, yaşadığımız coğrafyanın bu manâda “taç şehri” İstanbul’ ile birlikte, şehrimiz Trabzon da “bakmayı ve görmeyi bilen” gözler için yüzyıllar boyunca böylesine büyüleyici şehirlerden birisi oldu. Şehrimiz cumhuriyet döneminde, şehrin imar ve ihyasına değil, inkâr ve imhasına yönelik çabalarla tarihselliğinden koparılmış, ‘fethediliş nedeni’ unutturulmuş olsa da bugünlere kadar gelebildi… Çünkü “medeniyet refleksi” güçlü şehirlerin zamana karşı uzun süre mukavemet ve direnme kabiliyetleri vardır.

Bugün Trabzon’un fethinin 550. yıldönümü… Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in deyimiyle “fetih nice kapıları açar”. Açtı da. 550 yıl önce bugün şehrimizin kapıları “medeniyet”e açılmıştı. Gerçek sahibini ve sakinlerini bulmuştu. 26 Ekim 1461’de Fatih Sultan Mehmed’in “meşakkatli” bir şekilde fethettiği şehir “bize ait” olmuştu. İstanbul’un fethinden sekiz yıl sonra, XV. Yy. tarihçisi Neşrî’nin ifadesiyle; Fatih’in “gece gündüz hayalimden gitmez” dediği Trabzon fethedilmişti.

Osmanlı mülkünün en doğudaki taç şehri Trabzon’un kapıları açıldığı gün, medeniyet başkenti İstanbul kendisini en doğuda temsil edecek şehri bulmuştu.

Gene tarihçi Neşrî’nin ifadesiyle Fatih’in “şehri imar etmekle meşgul olun!” emriyle şehir,“isteyenlerin yurt tutması” için bayındır hale getirilir.

Fetih ve kurtuluş kutlamalarının bayağılaştığı, yapaylaştığı, donmuş, ruhsuz ritüeller halinde resmî devlet törenlerine dönüştüğü günümüzde; medeniyet şehirlerimizin fethi münasebetiyle yapılanlar asla “fetih ruhu”nu yansıtmayan etkinliklerle geçiştiriliyor. Veya zorlama “hamaset”lere kurban ediliyor.

Trabzon’da gerek belediyenin gerek valiliğin gerekse de diğer kuruluşlarının “futbol virüsü”ne sevdalı ve bağımlı oldukları kadar, yaşadıkları şehre “aidiyetleri” ve şehre karşı sorumlulukları olsaydı şehrin 550. fetih yıldönümü vesilesiyle önemli “eser”ler ortaya koyabilirlerdi.

Yeri gelmişken, üç Padişah (Fatih, Kanuni ve Yavuz)’la öğünen ve lakırdı şeklinde dile
getirenlerin Trabzon’u istilâ eden futbol virüsünün hazzından kurtulup “kitabı düşünmeye vakti olmadıkları”nın altını çizelim. Kitaba, esere ve şehirlerine dair “kültürel sağlıkları”nın müsait olmadıklarına işaret edelim. 2011 Trabzon Olimpik Oyunları için para, mekân, insan, her şeylerini seferber eden siyasîler ve şehir yöneticilerinden böyle bir şey beklemek mümkün mü?

Bir tarafta İspanya ile “medeniyetler ittifakı” projesinin eş başkanlığını yapan Başbakan, diğer tarafta her yeri hâlâ medeniyet eserleri kokan tarihî şehirlerimizin perişan hali… Futbola, eğlencelere, ‘kebapçı, otel ve market açılışları’na verdikleri önem kadar şehrinin kimliğine dair bir kaygısı olmayan belediye başkan ve yöneticileri…

Halen, ortada “olmayan bir medeniyet”le “medeniyetler ittifakı”na soyunmuş bir ülke
yöneticilerine; (Tarihçi Toynbee’nin deyimiyle) “durdurulmuş medeniyet”in harekete geçebilmesinin öncelikle şehirlerden başlaması gerektiğini hatırlatmaya gerek var mı? Var. Çünkü özellikle tarihî şehirlerimize ne vali gönderirken ne de belediye başkanı belirlerken hiçbir kaygı ve ölçü sahibi olmayan siyasî iradenin dilindeki “medeniyetler ittifakı” kavramının da içi boş, tezatlı, yanlış kurgulanmış bir model-proje olduğuna da vurgu yapmak lazım. Şehirlerimizin haline baktığımızda, bu girişimin “krema tadı” vermenin ötesinde hiçbir tarihî ve zihnî temeli ve geçerliliğinin olmadığına tekrar vurgu yapalım.

Başbakan, 2011 genel seçimleri öncesi Trabzon’a geldiğinde (31 Mayıs) yaptığı konuşmada şöyle demişti: “ Fatih’i, Fatih Sultan Mehmet olan; Valisi, Yavuz Sultan Selim olan, Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın doğum yeri, medeniyet şehri Trabzon’u selamlıyorum. Anadolu’nun fethi, Trabzon’la tamamlandı. İstanbul’un fethi, Trabzon’la anlam kazandı… Bu sene, inşallah, Trabzon’un fethinin 550. yıldönümünü kutlayacağız. Fethin 550’inci yıldönümü şimdiden kutlu, mübarek olsun diyorum.” Her ne kadar hamasî de olsa bu cümleleri önemsediğimizi söyleyerek Başbakan’ın bu ifadelerinin ilgili Bakanlar, siyasiler ve Belediye Başkan ve yöneticilerine bir şey hatırlatmadığı, hiçbir mesaj vermediği belli.

1461’de fetihle birlikte adına kitaplar yazılar, sayfalar açılan Trabzon’da maalesef kitapların sayfaları kapatılıyor. Birkaç istisna dışında kitaba yer yok. Ama, Belediye başkanlarının yaptığı hizmetleri(!) “beşûş” çehreleriyle poz vererek anlattıkları broşürler-kitaplar şehrin her yerini istilâ ediyor…

Fethin 550. yılı münasebetiyle çok şeyler yapılabilirdi. Çok şeyden kastımız: Top atışları, kılıç-kalkan ekipleri, bayağılaştırılmış, ilkokul müsamereleri şeklinde törenler değil…

Trabzon’un “Medeniyet Şehri” olduğu zamanlardaki Osmanlı Vali ve Belediye Başkanları ile
diğer unvan sahibi yöneticilerindeki bilgi, birikim ve irfan ile bugünün “Taşra Kasabası”na çevrilen Trabzon’un Vali, Belediye Başkanı ve yöneticilerini bir mukayese edin.

Trabzon var gücüyle;

Kültür deyince eğlencenin,
Marka deyince futbolun,
Turizm deyince keyif ve oburluğun baskın olduğu bir taşra kasabasına dönüşüyor…

Bizim Trabzon’umuzla siyasî zevatın ve birilerinin Trabzon’u aynı değil…

Trabzon’un fethinin 550. yılı nedeniyle yapılması gereken ilk şey şu olmalıydı: Hâlâ tam
olarak basılmamış olan Yavuz Sultan Selim Divanı, Kanuni Divanı ve II. Bayezid’in divanı Trabzon Belediyesi veya Valiliği’nce bir arada mükemmel bir baskı ile orijinal metin, transkripsiyon ve bugüne uyarlanmış dille “Fethin 550. yılı” notuyla yayınlanabilirdi.

Ayrıca, dünyada şehir tarih ve kültürü ile ilgili hem nitelik hem de sayı olarak en yoğun birikime sahip Trabzon’a dair tüm yerli ve yabancı eserlerin “Trabzon Kütüphanesi” olarak Trabzon’a kazandırılması. Bu hiç de zor bir şey değildir.

Bu ve bunlar gibi daha birçok şeyi yapmak imkân değil zihniyet meselesidir.

Maalesef; belediye başkan ve yöneticilerinin böyle bir şehir derdi, kültür ve medeniyet dertleri yok. Ki; onlardan böyle bir girişim bekleyelim! 2011 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları için gereksiz birçok yayın enflasyonuna sebep olanların fetihle ilgili bir programlarının olmayışını “zihniyet”lerine vermek gerek…

Karadenizli bir Başbakan, Çevre ve Şehircilik Bakanı ve etkin siyasetçi, işadamı ve bürokratlara rağmen Trabzon’un medeniyet şehrinden bir taşra kasabasına dönüştürülmesi affedilebilir bir suç değildir.

Şehrimizin Fatih’i 550 yıl sonra şehrimize bakıp; “Yazık! Ben bu şehri boş yere fethettim.’ mi desin? Ne ürpertici bir cümle.

Üstad Necip Fazıl’ın 1943’de “İstanbul’un Fethi” başlıklı yazısındaki ihtarı hatırlıyoruz: “490 sene evvelki medeniyet ve şahsiyet hamlemizi anarken, onu bu defa sade mekân planında değil zaman planında da, yani ruh ve kafa âleminde de daha ileriye, daha gerçeğe ve şahsiliğe götürmeye mecbur olduğumuzu şuurlandırmalıyız! Biricik davamız budur!” Üstad’ın bu ihtarını “biricik dava” addedip üzerine alan şehir yöneticimiz var mı?

Fetih, “açmak” demek. İmar, inşadan önce “idrak” demek… 550 yıl önce bize açılan
şehri, biz gelecek nesillere “kapatıyoruz.” demektir.

550 yıl önce “gerçek ruhu”na sahip olan şehir 550 yıl sonra ruhunu kaybediyorsa, sadece şehir değil, biz de hep birlikte ölüyoruz demektir!

(Günebakış, 26 Ekim 2011)


20 Ekim 2011 Perşembe

11 mitolojik tanrının AKYAZI OLİMPOSU...

Yahya DÜZENLİ



Antik mitolojide şehirlerin hikâyelerine göz attığımızda; tanrıların şehre dair her şeyin belirleyicisi ve mutlak hakimi olduklarını görüyoruz. Tanrıların gazabına uğrayan antik şehir halklarının nasıl cezalandırıldığını, tanrılarla “iyi geçinen” şehirlerin ise tanrıların yönetiminde/gölgesinde varlıklarını sürdürdüklerini okuyoruz.


Mitoloji böyle…


Modern zamanlarda da değişen bir şey yok… Modern fetişler, mitolojik tanrıların işlevini görüyor.


Trabzon bu modern zaman fetişlerine teslim olan, “mit”lere tazîmde rakip tanımayan şehirlerden birisi haline geldi. En önemli mit veya fetiş; futbol “yaşayan mitolojik değer” olarak şehri peşine takıp götürüyor.


Şehrin 11 mitolojik tanrısının yaşadığı “Avni Aker” adlı ARENA’sı yetersiz kalınca Tanrılar için denize nazır, lebiderya AKYAZI isimli modern bir OLİMPOS yapılması kararlaştırıldı. Planlamalar tamamlandı. Şehrin en büyük projesi ve en önemli “kentsel dönüşümü” için hummalı çalışmalar başlatıldı.


Öyle ya… Şehri kasıp kavuran, istilanın da ötesinde dönüştüren futbolun 11 mitolojik tanrılarının yeni mekânı AKYAZI OLİMPOSU şehrin en önemli projesi olmalıydı !Mimarlar Odası’nın başvurusu sonucu mahkeme’nin durdurduğu Akyazı OLİMPOS inşaatının yeni bir kararla devam edecek olmasını Çevre ve Şehircilik Bakanı sevinçle karşılayarak “Akyazı projesi mutlaka tamamlanacak. Namludan çıkan mermi geri girer mi? Herkes destek olmalı. Trabzon’un yüzde 95’i bunu istiyor.” diyor. Hatta Bakan bir Trabzon seyahatinde (uzun süredir bir amentü gibi tekrarlanan o meşhur söze gönderme yaparak) “Trabzon’un bir spor ve futbol şehri olduğu” nu söylemeden geçemiyor.


Trabzon Valisi “Akyazı’ya Trabzonlular sahip çıkmalı” diyor. Belediye Başkanı “dev bir proje” olarak nitelendiriyor.


Biz, Bakan, Vali ve Belediye Başkanı’nın evrâd ve ezkârına katılmıyor, onlar gibi düşünmüyoruz. Bakanın ifadesiyle; istemeyen % 5 içinde bulunuyoruz.


Akyazı OLİMPOS’unda Trabzonspor için 40 bin kişilik stadyum, 3 bin seyircilik kapalı spor salonu, 1 adet doğal, 1 adet sentetik yüzeyli çim futbol sahası, 6 adet açık tenis kortu, 1 adet 3 bin seyircili centerkort, basketbol ve voleybol sahaları ile sporla ilgili diğer sosyal donatı alanları yer alıyor.


Trabzon AKYAZI OLİMPOSU doğan her çocuğun kutsanacağı tanrısal mekân olarak bugünlerde inşaatına yeniden başlanıyor.


AKYAZI OLİMPOSU’nun deniz kenarına yapılması da herhalde Deniz tanrısı POSEIDON’a olan saygıdan kaynaklanıyor olsa gerek! Yaşadığımız şehir kadar OLİMPOS’a tutkulu ve 11 mitolojik tanrının gazabından korkan başka bir şehir var mı bilemiyorum.


Sanki şehrin tek ihtiyacı 11 mitolojik tanrının yeni mekânı Akyazı OLİMPOSU imişçesine bütün kaynaklar burası için seferber ediliyor. Olimpos’un projesi ve yeri hazır…


11 FUTBOL TANRISI’nın haftalık ayin için toplanacağı AKYAZI için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, siyasiler, belediye başkanı ve bir kısım şehirli var gücüyle çalışıyor (!).


OLİMPOS’a karşı çıkan herkes aforoz ediliyor. Bir yazımda “Şehrin 11 Azizi” demiştim. İfadenin hafif kaldığını fark ederek gelişmeleri ve “gerçeği” görerek tanımlamamızı “11 mitolojik tanrı” olarak düzeltelim…


Yunan Mitolojisinde de OLİMPOS; tanrıların yaşadığı dağdır. Bu dağda tanrıların sarayları bulunuyor. Olimpos Tanrılarının en büyüğü ve sahibi Zeus… Gökyüzü tanrısıdır. Şimşek ve gök gürültüleri onun eseridir. Olimpos tanrılarından 11’inin ismini verelim: Zeus, Apollon, Artemis, Hermes, Ares Demeter, Poseidon, Adonis, Dionysos, Alkyone, Asie. Birkaç da yedek tanrı adı sayalım: Asklepios, Athena ve Auroa.


Büyük ihtimalle yakında modern zamanların AKYAZI OLİMPOS’unda futbol ayininin tanrıları boy gösterecek…


TS Kulüp Başkanı’nın “Futbol, Trabzon’da din gibidir! Değerler sıralamasında Türkiye, Atatürk, din gibi ilk sıralarda gelir” sözü de neredeyse yazıtlara geçti. Bu söz’ün bütün Trabzon halkını kapsamaması gerektiği hususunda bir itiraz şerhi düşerek, bizim “Akyazı şehrin yeni Olimpos’u” tesbitimizi doğrular nitelikte olduğunu söyleyelim..


Bütün bir şehri sürükleyen, fetişleşmiş “futbol miti”ni asla eleştiremezsiniz. Olimpos’un 11 tanrısına karşı söz söyleyemezsiniz. Avni Aker ARENAsı ve AKYAZI OLİMPOS’una en küçük bir eleştiri aforoz sebebidir.


İlginç olan bir husus da: Günebakış’ın yaptığı bir ankette şehir halkına sorduğu “Trabzon için Akyazı mı daha önemli, yeni bir üniversite mi?” sorusuna katılanların % 60,5’u Akyazı cevabını veriyor.


Şehir nasıl böylesine şartlandırılmış insan hayret ediyor.


Bu sonuç, şehrimizin akıbetinin “hayrolmayacağı”na işaret eden en önemli delillerden birisi. Şehri Olimpos tanrılarına “inandırma ve şartlandırma süreci” şöyle işliyor:


Önce 11 mitolojik tanrı şehir halkına “ölümsüz”, onların futbol ayinleri de “kutsal” olarak telkin edilip, inandırılır. Sonra her hafta sonu ‘futbol ayini’ için şehir halkı OLİMPOS’a doğru yola çıkarılır. Küçük çocukları olanlar onları “hayatın gerçeğine” hazırlamak ve alışkanlık kazandırmak için yanlarına alarak ‘huzur ve haşyet’ içerisinde coşkulu bir şekilde tezahürat yapılan OLİMPOS’a girerler. Âyin 90 dakika ile sınırlıdır. Ruhî ve bedenî bütün melekelerinizi vecd halinde bu 90 dikakaya konsantre etmelisiniz. Şehrin 11 tanrısı ile diğer şehirlerin tanrılarının karşılaştığı futbol ayini (galibiyet veya mağlubiyete bağlı olarak) bazan şölene bazan de kaosa döner. Şehrin yayın organları bu konuda sürekli âyine katılım çağrısı yaparlar. Sayfalarında bol bol tanrı ikonaları yayınlarlar. Tanrıların birbirleriyle olan mücadelelerinden resimlere yer verirler. 90 dakikalık OLİMPOS AYİNİ sonunda gelecek haftanın ayini için tekrar hazırlık yapmak üzere herkes evlerine, işyerlerine doğru döner. Ertesi günden itibaren yayın organlarında, evlerde, işyerlerinde, caddelerde, hastane ve hapishanelerde, kışlalarda, vs. Olimpos’taki futbol ayini değerlendirilir, yorumlanır. Ölümcül hastalar bile kendilerine anlatılan o haftaki ayinle hastalığını unuturlar.


AKYAZI OLİMPOSUnun şehre yeni “fetiş”ler yeni ”mit”ler kazandıracağından şüphemiz yok! Bundan başka da bir şey getirmeyecek.


Şehrimizi istila eden “futbol virüsü”nün daha da çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına sebep olacak.

Trabzon, gerçekten antik mitolojilerin modern fetişlere dönüştüğü ender şehirlerden birisi olarak “mitolojik kent” haline geldi. 2011 Avrupa Gençlik Olimpiyatları için şehre yapılan 500 trilyonluk müthiş harcamayla Başbakan bile öğünüyor.


Yeri gelmişken tarihî/mitolojik bir not daha düşelim: Olimpiyatlar, ilk kez M.Ö. Antik Yunanistan’da en büyük Tanrı Zeus onuruna düzenlendi. Olimpos’ta yapılan tapınak ve çeşitli spor müsabakaları ve kutsal oyunlarla süren bu etkinlik 4 yılda bir tekrarlanıyordu. Yapılan bunca yatırımdan ve harcamadan sonra şehir “Olimpiyat Tesisi Mezarlığı”na dönüşmüş durumda. Gelecek nesiller bu tesisleri “TRABZON OLİMPİK HARABELERİ” olarak herhalde hayretle, ibretle seyredeceklerdir. Trabzon’u da Antik sporların ve mitolojik 11 tanrının şehri olarak anacaklardır.


İşte bir medeniyet şehrinin ruhu ancak bu şekilde tedrîcen, hissizleştirilerek, yanlış yöne kanalize ederek, yavaş yavaş yok edilir!


Önce ARENA ve OLİMPOS ayinleri şehrin üzerine bir radyasyon gibi yağdırılır ve şehrin bünyesi bu radyasyonla dolar, şehir halkı da radyasyonla yaşamaya alıştırılır. Ona bağımlı hale getirilir. Zehirletilir. Sonra tedavi için 11 mitolojik tanrının şifa vereceğine inandırılarak her hafta OLİMPOS’a “moral seanslar” için yönlendirilir. Böylece tüm şehir halkı OLİMPOS FUTBOL AYİNLERİ’ne uygun, yatkın ve tutkun hale getirilir.


Şehri Olimpos’tan ve Futbol ayininden kurtarmadıkça bugünü ve geleceğine umutla bakmak mümkün görülmüyor.


Endişemiz: Akyazı yeni ümitlerin değil yeni virüslerin üreyeceği bir kutsal mabet olacağı yönündedir.


Yazımızı antik söylevlerdeki gibi şehir ve şehir halkına seslenerek bitirelim:


“Ey şehir! Ey şehir halkı!


Kendi helâkini elleriyle hazırlayan bir halk olarak tarihe geçmek istemiyorsan şehrine sahip çık!


Senin adına şehrine yapılmak istenen şeylere “hayır” deme hakkın olduğunu da unutma !


Mitolojik mekanlar ve tanrıların büyüsünden kendini kurtar! Seni Olimpos’a davet eden ulaklara ve şehir yöneticilerine itibar etmeme gibi bir onurun olduğunu düşün !


Helâkin ve kurtuluşun neye itibar ettiğine ve neye itiraz ettiğine bağlıdır !”


Eski Roma’da her yerde SPQR yâni “Roma halkı ve Senato” sembolü vardı. Şehrimizin de her yerinde sadece TS var.


Eskimeyen ölçüdür: “Haddini aşan her şey zıddına döner!”


Yanarız şehrin haline ve akıbetine! Sözümüz: Yazdıklarımızın “ruhunu” kavrayabilenlere…