25 Haziran 2016 Cumartesi

KADİR MISIROĞLU'NUN İFRÂZÂTLARI..


İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ilim-irfan ummanı olan “Marifetnâmesi”nin karakter tahlilleri yaptığı bir bölümünün başlığı “ihtiyarlık rezaletin beyan eder” şeklindedir.

Bazı muhterislerin âhir ömürlerinde düştükleri halleri görünce büyük Velî’nin bu kerametinin bütünüyle tecelli ettiğine şahit oluyoruz.

Bu muhterisler, erken dönemlerinde hiçbir ağırlığı olmayan ancak birilerine borçlu oldukları şahsiyet ve itibarlarını, yaşlılık dönemlerinde “ihtiyarlık rezaletin”den muhteşem (!) tablolar halinde sergiliyorlar!
Kadir Mısıroğlu’ndan bahsediyoruz…

misiroglu.jpgGençlik devremizin Büyük Doğu kaynaklı fikir havzasına dahil olduğu için kitaplarını okuduğumuz Mısıroğlu’nun yıllar sonra geldiği yer ve yaşadığı hal, psikiyatriye konu olacak klinik bir vak’a ve nevrotik bir haldir. Potansiyel riskler taşıyan bu bünye, yakalandığı hastalıktan dolayı biriktirdiği ifrazâtı salması gibi, içinde besleyip büyüttüğü ifrazatını ahir ömründe kusmaya başladı.

Birkaç neslin fikir dünyasını şekillendiren birçok düşünce, sanat ve siyaset adamını ağır ve seviyesiz bir üslupla tahkir eden Mısıroğlu’nun skandallarına her gün yenileri ekleniyor.

Önce Mehmet Akif’e (yazmaktan haya ettiğimiz) öfke kumkuması psikozu içerisinde “Serserinin teki, P…..nk” diyen bu hâyâ ve edepten yoksun zât, Necip Fazıl’la 25 sene beraberliğim oldu. Necip Fazıl tanıdığım en zeki adam, tanıdığım en cesur adam. Ama tanıdığım en ahlaksız adam!” diyerek, seyyiatlarına en son bu müptezellik ve mülevvesliği ekledi. İnternette pervasızca sergilenen bu konuşma, kendi ahlak ve karakterini ortaya koyan bir belge olarak dolaşıyor!

1993 yılında kendi yayınevi Sebil’den “Üstad Necip Fazıl’a dair” başlıklı bir biyografi küfürnamesi neşreden ve Üstad’la ilgili bütün ifrâzâtını kusan Mısıroğlu, bununla yetinememiş, kendine hayran bir güruhun ısmarlama sorularına verdiği cevaplarda Üstad Necip Fazıl’a karşı kusmalarını eleştiri kılıfıyla sürdürmüş ve nihayet en galiz kusmuklarını ortaya dökmüştür.

“Necip Fazıl’a Dair” 144 sayfalık küfürnamesinin tahliline girecek değiliz. Ancak Üstad’a yaptığı hakareti de aşan- ahlâksızlıklarından bazılarına değinelim. Kendisini son demlerinde “ÜSTAD KADİR MISIROĞLU” olarak pazarlayan bu zâtın edep ve terbiye seviyesini kendi kaleminden okuyalım.

Üstad’a dair bu küfürnamenin her satırı seviyesizlik, hakaret, hilaf-ı hakikat, saptırma, yobazca anlayış, idraksizlik, tezatlar, husumet ve kinle doludur.

Küfürname’sinde Üstad için “… bizim de mensup olmakla müftehir bulunduğumuz İslâmî cephenin kahraman öncülerinden biridir. Üstelik –hususi bir alakaya mazhar olmak suretiyle değilse de- bizim de herkes gibi kendisinden pek çok şey öğrendiğimiz hususu bir bedahettir” diyerek, kendisinin yetişmesindeki emeğini sekerât halinde de olsa ifade eden Mısıroğlu’nun, ilerleyen sayfalardaki kusmalarına bakın:

“Üstad Necip Fazıl’ın küfre karşı meydan okuyuşu, her mü’minin gönlüne su serpiyordu. Ancak bunda bile bazan İslami edepten o kadar uzaklaşıyordu ki; bunu tasvip de bence kolay olmuyordu.”

“…Zaman zaman samimiyetinden şüphe ettiğim olmuştur. Buna bir de İslami ahlak bakımından tasvibine imkân olmayan bir yığın falsolu davranış eklenince benim mizacımdaki bir kimsenin O’nunla beraberliği elbette ahengli olamazdı…”

Üstad’a bu satırları yazan adam, O’na “ahlâksız” diyerek en büyük edepsizliği yapan adam, İslâmî edepten bahsediyor!

Devam ediyor küfürnamesi…

“..Hiç kimseye bir şey öğretmek ve O’nu yetiştirmek için kılını bile kıpırdatmazdı. O’nun öyle bir mes’elesi yoktu. İçindeki canavarı tatmin için konuşacak ve yazacak, siz de bunlardan kendi kendinize ne öğrenirseniz öğrenecektiniz!”

Nerdesin ey idrak, ey edep, ey ahlâk!

Önce “kendisinden pek çok şey öğrendiğimiz hususu bir bedahattir!” yani ispat istemeyen bir husustur, diyeceksiniz; birkaç sayfa sonra da bu ifrazâtı dökeceksiniz! Tutarlılığı birkaç sayfa öteye geçmeyen bu tezat ancak Mısıroğlu patolojisi ile izah edilebilir. Bu halin ismi psikiyatriye “Mısıroğlu sendromu” olarak geçse yeridir!
Mısıroğlu’nun şu satırları adeta kendi hastalıklı ruh halinin fotoğrafıdır: “Ben hep arzu ve ümid etmişimdir ki; çok yaşayıp –ihtiyarlık zaafları dolayısıyla-benliğine hükmü geçebilsin ve onu kontrol altına alabilsin!”
Türlü illetlerle mâlûl Mısıroğlu kafasına ancak şifa diliyoruz. Çünkü sebepler âleminde çaresi olmayan bir maraza tutulmuş bu muhterisliğin tedavisi mümkün değil!

Üstad’ın şiirinden başlamak üzere, sanatına, tarih tezlerine, fikrî derinliğine, siyasî tavrına, vs. vs. yönelmiş bu küllî küfürname aslında Mısıroğlu’nun kendi ruh röntgenini ortaya koyuyor!

Yazıklar olsun!

Üstad (Pindaros’un bir mısraını) bu tipler için söylemişti herhalde: “Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!”

Yazıklar olsun!

84 yıllık hayatın özeti Üstad’a karşı ortaya döktüğü bu ifrâzatlar!

Üstad’ın dâvâsının düşmanları bile bu derece saldırgan ve edep yoksunu olmamışlardı! Nihal Atsız’a, H.Hilmi Işık’a ve daha birçok şahsa “âli menfaatleri” icabı medhiyeler düzen bu “tanzimat artığı”nın bir önemli hususiyeti de Cumhurbaşkanı katında itibar görmesi!

Mısıroğlu’nun, Üstad’a karşı bir ömür şuuraltında biriktirdiği hasetten üreyen ifrâzâtını vefatından 30 küsür yıl sonra aynadaki kendi yansımasını tarif edercesine “ahlâksız” iftirası ile kusması, aslında O’nun cümle kapısına bile yanaşamamış olmanın verdiği haset ve cinnetin tezahürü, dışavurumudur!
Megalomani, şizofreni, sendromlarla mâlûl devası olmayan bir illete tutulmuş Mısıroğlu’na son bir tavsiyede bulunalım:

Boş sözlerinle ima ettiğinin kırkta biri kadar kahramansan Osmanlı’nın piç dönemindeki Yunan fesi, kolalı gömlek ve bastonla değil de, ihtişamlı dönemindeki sarık ve kaftanla ahalinin önünde endam eyle. Hatta -sureta- kabadayı “duruş”unu göstermek için bir küheylana binip İstanbul sokaklarında dolaşarak bir orta oyunu da sergileyebilirsin...

Bu galiz ahlâksızlık tepkisiz kalmamalı! Karşılığını görmeli!

Mehmet Kısakürek’in söylediği gibi “Bu milletin ahlakını geri getirmek için deli divane olan Üstadımıza ahlaksız diyen, ahlaksız üstü ahlaksızı affetmeme!” liyiz!

Üstad Necip Fazıl’ın, şimdi tam yerini bulan şu sözüyle bitirelim:

“Bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor veya KUSTURUYOR!”

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-kadir-misiroglunun-ifrazatlari-25855h.htm

17 Haziran 2016 Cuma

BİR NESİL NASIL KAYBEDİLİYOR? veya "BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER?"

Önce Üstad Necip Fazıl’ın “Türkiye’nin Manzarası” isimli kitabındaki “Şuursuz Açlık” başlıklı yazısından bir bölüm alalım, sonra işin “niçin?”ine değinelim.

“Büyük Fransız İhtilâli’nin bin bir ruhî ve içtimaî sebebi arasında dış ve ana müessir açlıktır. Tıpkı maddeyle ruh münasebeti halinde, öbür sebepleri açığa vuran açlık…

16’ncı Lui, bu halin nabzını yoklayabilecek anlayışta değildi. Zevkinde, sefasında, avında, eğlencesinde gezip tozuyordu. Hattâ sefalet manzaralarını görmemek için ‘Versay sarayından av sahasına doğru hususi bir yol yaptırmıştı: Ölüm Yolu… Halk bu yola “ölüm yolu” adını takmıştı.
Bir gün, cicili bicili maiyetiyle at üstünde bu yoldan ava giderken karşısına bir tabut çıkıverdi. Birkaç köylünün taşıdığı bir tabut… Atlar ürktü. Dizginler çekildi. Kral köylülere sordu:

-Tabutta kim var?
-Bir Fransız!
-Neden öldü?
-Açlıktan!

Fransız tarihçisi ilâve ediyor:
-Tabutta Fransa vardı!”

Üstad bu müthiş hadiseyi anlattıktan sonra devam ediyor:

“Türkiye aç mıdır? Değildir; fakat aç olmanın bütün şartlarına maliktir… Esasta açlığımızı hatırlayamayış, şuurlaştıramayışımız da belki belâların en büyüğü halinde, tepki kabiliyetimizi körleştirmekte, idarecilerimize bir nevi teselli vesilesi olmakta ve her an bu hale deva bulma ihtimalini uzaklaştırmaktadır.”

Üstad’ın bu tespitlerindeki “açlık” yerine günümüz “gençliği”ni koyduğumuzda ortaya bir dehşet tablosu çıkıyor.

Günümüz gençliği böylesine bir dehşet tablosunu mu hatırlatıyor bize? Sadece günümüz değil, geleceğimiz için de endişeliyiz!

Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinde “zaman bendedir, mekân bana emanettir” diyerek misyon yüklediği emanete sahip bir nesli maalesef ortada göremiyoruz. İrfanın, kalbin, vicdanın, fikrin, ilmin, dilin, tarihin, coğrafyanın sahibi can çekişiyor! Genç neslin hayat emaresi sadece refleksten ibaret!

Kim bu can çekişen? Kim bunların sahibi?

Ortada “genç nesil” diye gördüğümüz, ihtirasları yaşının ve ahlâkının önünde koşan bir kas ve adaleden ibaret metabolizmaya benziyor.

Olanca enerjisi biyolojik, metabolitik, gastroya indirgenmiş bir gençlik !

Karşımızda nevrotik, şizofrenik, megalomanik, narsist karışımdan ibaret bir ihtiras heykeli var!
Tekrar edelim: Yıllar önce Üstad Necip Fazıl’a “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” diye sorulmuş ve Üstad, zamanın ve bugünün gençliğinin röntgenini deşifre eden bu soruya, şu dehşetengiz cevabı vermişti: “Kurtçukların sardığı bir ceset üzerindeki hayata ne dersiniz? gibi sorudan farksızdır!”
Niçin böyle vahim bir tablo çizmeye çalışıyoruz?

Anlatalım:

İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin, 2016 yılı mezuniyet töreninde Okul Müdürünü protesto için sırtlarını dönmeleri, sonrasında da yayınladıkları bildiri ölümcül bir hastalığın belirtisidir. Medyada oldukça geniş yer bulan lise öğrencilerin bu protesto tarzı, aslında 14 yıllık Ak Parti iktidarının bütün iddia ve söylemlerine rağmen eğitimde meydana getirdiği tablolardan sadece birisidir. Bu tablo, basit bir çocuk-gençlik protestosu şeklinde geçiştirilemeyecek vahamettedir. Bu protesto, tıpkı Fransız tarihçisinin “tabutta Fransa vardı” sözüne eşdeğer bir mahiyet arzetmektedir.

Bu hadiseyi fırsat bilip ortalığa dökülenler, bildiri yayınlayanlar, destek verenler bir tarafa, “Yeni Gezi”ler için alıştırma denemesi gördüğümüz İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin protestosu çok şey anlatmalı!

Ama kime?

Bu hadise, çözülme/çürüme sinyalleri veren eğitim sistemimize dair bir tümör belirtisi midir? Veya vücutta meydana gelen bir sivilcenin bir karaciğer iflasının habercisi olması gibi, bu hadise de acaba 14 yıllık tek parti iktidarının istikrarsız eğitim politikalarının bir sonucu mudur?

Bu hadise lokal bir hadise midir, yoksa yayılma istidadı gösteren bir tehlike mi? Veya bünye iflasını haber veren bir kılcal patlama, bir ifrazât mıdır?

Lokal bir olayı çok mu büyütüyor, çok mu meş’um hale getiriyoruz?

İster kendiliğinden gelişmiş olsun, ister yönlendirilmiş olsun, bu hadise şu vahim gerçeğin bir dışa vurumu mudur: 14 yıllık eğitim, kültür, gençlik politikalarının yanlışlığı, iflâsı!

“Gezi Kalkışması”ndaki güruhun büyük çoğunluğunun gençlerden oluşması ve bu kalkışmanın neredeyse bir direniş efsanesine dönüştürülmesi, hakkında kısa sürede kitaplar, şiirler yazılması, türküler söylenmesi ve yeni geziler için enerji depolanması karşısında Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Gençlik Bakanlığı acaba ne tedbirler alıyor? Gençliğin irfan ve idrak yollarındaki iltihaplar için hangi çarelere başvuruyor?

Tekrar edelim: 2002 yılında yani Ak Parti İktidarının başlangıcında 6 yaşında olanlar bugün 20 yaşında. Siyasî kaos tarihine “gezi kalkışması”nı ilâve edenler, küllerinden yeniden doğan mitolojik yaratıklar olarak ortalıkta dolaşıyor. Bütün bunlara rağmen “ismiyle müsemma” olamayan ve politikalarıyla potansiyel gezilere militan adayları yetiştiren kamunun üç önemli sacayağı olan Eğitim, Kültür, Gençlik Bakanlığı maarif, irfan ve nesil endişesi taşıyor mu?

Var mı böyle bir derdi, davası, sancısı ???

Eyvah ki; ilgili Bakanlar, siyasiler, bürokratlar tehlikenin farkında değil! Veya yangın karşısında seyrediyorlar!

Peki ya Sivil Toplum Kuruluşu ismiyle ortalıkta boy gösterenler? Onların da birçoğu “kamudan rant kapmak” cinnetine tutulmuş “proje”lerle meşgul (!)

Suçlama değil, vahim tablodan bir kesit gösterip hatırlatmada bulunuyoruz!

Suyun asıl bu yakasını görelim!

Evet “Tabutta Türkiye’nin genç enerjisi vardı!”

Çok mu kötümser ve ümitsiziz? Ne yazık ki eğitim, kültür, gençlik politikalarında ümitvar olmamız için bir sebep göremiyoruz!

Bölünmüş kara yolları, deniz altı tüp geçitler, havaalanları, demiryolları, gökdelenler, plazalar, rezidanslar, AVM’ler, iş kuleleri, köprülerle kendisini tanımlayan ve “muasır medeniyete ulaşma” gayretini cinnet derecesinde sürdürenler, ne yazık ki, bunlara ruh verecek, iddia ettikleri muasır medeniyet (!) yolculuğunu/yürüyüşünü gerçekleştirecek genç nesillere dair bir umut veya bir hayal ortaya koyamıyorlar! Olan sadece hayatı “kazan, tüket, yok et, yaşa” felsefesine endeksli hedonist bir güruhun iştahlarını kamçılamak ve gözlerini daha da açmak! Bu vahim hal hızla yaygınlaşıyor, sadece yaygınlaşmıyor, “rol model” olarak sunuluyor!

İtibarını; kazandığı paraya, aldığı yurtdışı eğitime, öğrendiği yabancı dile, uğraştığı işe, oturduğu eve, partnerlerini ağırladığı ofisine, bindiği otomobile, verdiği davetlere borçlu olan bir nesil hızla yükseliyor!

Adeta haz ve günah üzerine bina edilmiş bir “Babil Kulesi Nesli!”

Bütün “değer”lerin bir işporta malı gibi değersizleştirilip pazara döküldüğü ve sadece ‘kullanım değeri’ne paha biçildiği bir vasatta hangi gençlik, hangi nesil yetiştirilebilir?

Korkarız ki “Yeni Türkiye”nin inşa ettiği ve “Yeni Türkiye”yi inşa edecek nesil, bu nesil olacak!
Kalbini, irfanını, idrakini “doğrular”la besleyemediğiniz, dünya görüşü ve ahlâk telâkkisi veremediğiniz nesiller ne yazık ki karşımıza bir terminatör olarak çıkacak!

Ruhunu dolduramadığınız/doyuramadığınız gençliğin bedeni isyan ve intihar olarak geri dönecektir!
Fuzulî gibi sadece feryâd mı edelim?

“Derd çok, hemdert yok, düşman kavî, tali’ zebun!”

Kaybettik…. Kaybediyoruz… Çözülüyoruz, çürüyoruz, eriyoruz!

Facia karşısında, nelere sahip olduğumuzu anlayamadığımız için neleri kaybettiğimizin de farkında değiliz! Tıpkı “güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” bedbahtlar gibi!

Bünyemiz felç sinyalleri veriyor. Çünkü genç neslin şu üç ana damarı tıkandı:
  • İtikat,
  • Fikir,
  • Ahlâk.
Bu sinyale aldırış eden yok, sinyali doğru okuyan yok!

Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde “Genç Adam!”a seslenişine kulak verelim:

“Sana sürdürülen bu kaba ve nefsani hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hallerinin süprüntü eşyasıdır.
Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül cihazlarını alabildiğine elektriklendirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim de hiçbir gün kurulmadı.

Sen yalnız düşün!
Suç senin değildir!
Suçu irca edeceğin vâhitleri düşün!”

İşte bütün mesele!

Başlığımızdaki “Bir nesli nasıl mahvettiler?”, 1940’larda CHP iktidarının mahvettiği bir neslin ıstırabını yüreğinde hisseden rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin kitabının ismi. Yetmiş küsür yıl sonra tekrar aynı cümleyi tekrarlamamak için (geç kalınsa da) “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz” hikmetince iş başına!

Peki çare?

Uzaklaştığımız, yabancılaştığımız, terk ettiğimiz ve giderek tanıyamadığımız “evimize geri dönmek, temellerini sarsmadan yeniden inşa etmek!”

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-bir-nesil-nasil-kaybediliyor-veya-bir-nesli-nasil-mahvettiler-25761h.htm

10 Haziran 2016 Cuma

BARBARLAR ŞEHRİ İSTİLA ETTİ!

Yahya Düzenli

Üstad Necip Fazıl “Satıhta süslenmek isterken ruhta kuruduk!” demişti. Tarihî şehirlerimizde bile zaten kalmayan siluet ve ruh, modern zaman barbarları tarafından öldürüldü, öldürülüyor ve görünen o ki öldürülmeye devam edilecek!

İş makinaları, beton mikserleri, kule vinçlerle donanmış, bütün savaş araçlarını kuşanmış biçimde hızla üzerimize doğru gelmekte olan şehir katliamcılarına karşı “Barbarlar şehri istilâ etmeden” demeye bile vakit bulamadan şehrimiz/şehirlerimiz düştü!  Hem de sesi, dili, rengi “kendisine benzeyenler” tarafından düşürüldü!

Öyle bir düşürülme ki, dirilişi olmayan bir mevt…

İnsanın şehir, medeniyet, mekân ve mimarî idraki öylesine ifsat edildi, hatta yok oldu ki; kadîm geleneğimizin kodlarına yabancılaştı.  Ondan uzaklaşıp koparak tıpkı bir eroin bağımlısı gibi AVM’ye, Rezidanslara, gökdelenlere, toplu sitelere, iş kulelerine aidiyet duymaya, onlarsız yaşayamaz hale geldi

Bu hal insanın “eserinin kurbanı” oluşu, “mekânda kendini kaybedişi”dir. 

Böylece ne şehir, ne medeniyet, ne gelenek, ne mekân idraki kaldı. Daha da vahimi varlık idrakini kaybettik.

Kaybedince de şehrin, üzerinde tezyin edildiği toprağı kaybettik!

·         Toprağa yabancılaştık!
·         Toprağı tanıyamaz hale geldik!
·         Çünkü şehirde toprak kalmadı!
·         Toprağa, semadan düşmüş garip bir göktaşı gibi bakıyoruz, onu tanıyamıyoruz, artık onu unuttuk.
·         Yeryüzünde hayatın kaynağı olan “anâsır-ı erbaa”nın bir unsuru olan toprak barbarlar tarafından yok edildi!
·         Toprak artık müzelerin salonlarında sergilenecek! Geleceğin nesilleri gezdikleri müzelerde gördükleri toprak parçası karşısında “toprak diye bir element varmış” diye hayret edecekler!

Kim mi toprağı imha eden, yok eden?

Barbarlar! Şehir istilâcıları!

“Barbarlar”ı duyunca tarihî hafızamız hemen Haçlılar ve Moğolları hatırlatıyor!

Oysa onlar sadece gördüklerini yok etti, mevcudu mahvetti. Modern zaman barbarları geleceğimizi zehirliyor, çocuklarımızın hayatlarını yok ediyor!

Modern zamanlarda şehir istilâları “kentsel dönüşüm”, “marka şehir”, “dünya kenti” illüzyonlarıyla yapılıyor, çekici hale getiriliyor ve cellâdına aşık olan mahkûm yığınlara çaresizce benimsettiriliyor!

Şehir; yaşanmaya değer hayatın tecelli edeceği mekân değil artık. Çöpe atılmış konserve kutuları içerisinde yaşama mücadelesi veren canlılar gibi, barınma ve biyolojik/metabolitik ihtiyacını gidermek için yaşayan insanın sığındığı beton atıklar çöplüğü…

Kıyamet sahneleri gibi toprağı istilâ etmiş AVM’ler, plazalar, rezidanslar, iş kuleleri, güvenlikli sitelerin arasında sürünen insan sadece biyolojik bir  canlı haline gelmiş

Tıpkı, kutup ayılarını avlanma usulünde olduğu gibi…

Kutup ayılarını avlamak isteyen avcılar iki tarafı keskince bilenmiş ve bal sürülmüş bir bıçağı, ayıların geçtikleri yola belli aralıklarla dikine döşerler. Ayılar bu lezzetli bıçakları yalamaya başladıktan bir müddet sonra dilleri kesilip kanamaya başlar. Kendi kanına karışan balın lezzetiyle hissizleşen ve yalamayı sürdüren ayılar bir müddet sonra kan kaybından yere yığılırlar.

Şehrin mahkûmlarına kurulan bu tuzağın şehvetiyle şehirlerimiz mahvediliyor! Hem de “Tarih, Medeniyet, Yerli, Milli, Selçuklu, Osmanlı” şarkılarıyla… İşin tuhafı; şehir ve medeniyet konusunda sürekli tarihe ric’at etme, tarihte kurulup yükselmiş, yıkılmış şehirleri örnek gösterme müptelalığı hastalık haline gelmiş! Oysa medeniyet, tasavvurun ötesinde yaşayan bir vakıadır. Hızla kendisine doğru gelen yangının ortasında korkunç akıbeti göremeyip, bir kaçış yolu olarak medeniyet hamasetine sığınırken, tarihî birikiminden yeni şehirler üretemeyenlerin söylevleri sadece “kendi sesinin yankısına hayran” narsist sayıklamalar olarak kalacaktır.

Bir filozof  İnsanlar kendilerini çevreleyen en yakın şey hakkında artık düşünmez; ona sadece katlanırlar”  demişti. Biz de etrafımızı kuşatan şehir katliamlarına katlanmıyor, şehrimizle beraber katlediliyoruz!

Topraklarımıza/şehirlerimize musallat olan modern zaman barbarları, kan kokusu almış vampirler gibi nerede bir toprak kokusu alsa oraya musallat oluyorlar.

Şehir diye, kendimizi ait hissedeceğimiz yaşanmaya değer bir mekân kalmadı!

Şehirlerimiz gök dikenleri ile istilâ edilmiş tümör galerisi haline geldi.

Antik kentlerin nekropolleri modern şehirlerin metropolleri ile yer değiştirdi! Hatta nekropoller çok daha mâsum! Ölü dilleriyle metropollere “ne kadar azmanlaşırsan azmanlaş, bir gün benim gibi olacaksın!” diyor ama anlayan da, aldıran da yok!

Siyasîler, yerel yönetimler, Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, müteahhitler, konsorsiyumlar, grouplar, mimarlar ve daha birçok ilgili kuruluşlar… Bunların vesayetinde kendilerini yarınlarda hangi “şehir hapishaneleri”nin beklediğini bilemeyen mâsum çocuklarımız!

İkazın, ihtarın hiçbir önemi ve karşılığı yok. Tarihte “modern zaman barbarları” olarak yer almak istemiyorsanız, arkanızda bıraktığınız seyyiat ve menhiyatlarla birlikte şehri terkedin!

Eğer bir tarih ve medeniyet idrakiniz varsa yaşadığınız şehrin “Ümmü’l Kura”dan yâni “Şehirlerin Anası”ndan bir parça, bir emanet olduğunu hatırlar ve nâdim olursunuz!

Yoksa bir hayalet gibi şehir hep peşinizde dolaşacak ve size vicdanınızı hatırlatacak. Tabii vicdan yerinde et parçası taşımıyorsanız!

Bir zamanlar yeryüzünün yaşanmaya değer şehirlerini coğrafyasında barındıran Endülüs’ü (Sevilla) gezen S. Zweig’in  şu gözlemleri, şehirlerimizi katledenlere hiç mi bir şey söylemeyecek:

“… Endülüs’e geldiğinizde sanki güneşin içine atıyorsunuz adımlarınızı. Güneş sizi sıkıca sarıp sarmalıyor, ışıkları yüzlerce aynada bütün çevreye yansıyor… Gülümseyen Sevilla, değerli ve büyük geçmişini koruyan bir kent… Bu kent ressamlara renkli yaşamıyla öylesine bol bir coşku, müzisyenlere öylesine heyecan verici ritimler, ruhlarını canlandıran öylesine sonsuz bir sevinç armağan ediyor ki… Kendi olağanüstü olan bir şehirde niçin olağanüstü şeyler yaşanmasın? “

Kime sesleniyoruz?


Muhayyel bir şahsa, mevhum bir hedefe mi? Katliâm ortada, katiller ise savaş kazanmış kahramanlar gibi ortalıkta dolaşıyor! 

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-barbarlar-sehri-istila-etti-25662h.htm

9 Haziran 2016 Perşembe

“İRFAN” BİR VADİDE “KÜLTÜR” BAKANLIĞI ÇOK BAŞKA VADİDE!

 Yahya Düzenli

Tanzimat’tan beri yâni 1839’dan bu yana irfanı kaybettik. Kendimizi doğrudan inkâra başladığımız bu yabancılaşma tarihinden 84 yıl sonra da müthiş bir kırılma ile zorla atıldığımız yabancı bir dünyada ilk kaybettiğimiz irfânımız oldu. İrfanımız yâni varlık idrakimiz…

İrfanı kaybetmek; insanı kaybetmek, geçmişi, bugünü ve geleceği kaybetmek demek. Erken cumhuriyetle başlayıp 1940’lı yıllarda hızla devam eden rejimin kültür katliamları, irfanıMIZI yok etme operasyonlarıyla nesillerin idrak ve hafızalarını ifsâd etti, yok etti. Öyle bir ifsâd ki, nesillerin din, tarih ve medeniyet köklerini kurutmayla işe başlamış ve ortaya bütün değerlerini kaybetmiş devası bir katliâm tablosu çıkmıştır.

Nedir irfanla kaybettiğimiz? Üstad Necip Fazıl’ı dinleyelim…

Üstad Necip Fazıl “Kitap” başlıklı bir yazısına “Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta, kitap…” cümlesiyle başlıyor ve “Kitap yazamıyoruz! Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemmiyet ağırlığını yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz. Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle dolu…” diyerek durum tespit ediyor.

Devamla; “Sahtekârlığa metelik vermeyiniz! Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair ve münekkit; riyazî bir kat’iyetle namevcuttur. Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden, örgüleştiremediği şiirin şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden iğreniyorum!” diyor.

Yazısının sonunda da nihai hükmü veriyor: “Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap istemiyoruz.”

Daha sonra “Türk İrfanı” başlığıyla yazdığı bir yazısında da şu tarihî ikazları yapar:

“İnsanoğlunun ruh ve kafa mahsulüne verilen isim; İrfan… İrfan, insanın temel sermayesi, kâinat manzumesindeki üstün yerini tutan ana cevheri, biricik vücut hikmeti…

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir muamma!... Zira o, dünya irfan zeminiyle esaslı bir temasa geçememek öksüzlüğünden başka, bir de kendi öz kökünü elden kaçırmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir hâdise!... Çünkü o, başlangıç noktasının muhtaç olduğu tohumları, en kısa devre içinde filizden tarlaya ve harmandan değirmene intikal ettiremediği takdirde, kendisini mazi ve istikbalden tecrit eden bugünkü yalnızlık hâliyle tam bir kısırlığa düşecektir.”

Sözün burasında, erken Cumhuriyet devrimlerinin amacı olan gelecek nesilleri tarihî irfan havzasından koparmak ve irfanını yok etme yolunda epey yol alındı ve hedef büyük sapmalar meydana getirmeden gerçekleştirildi.

Buna karşı irfanımızı diri tutmak, nesillerin idrak kanallarını yeniden inşa etmek için başta Üstad Necip Fazıl olmak üzere bazı ilim ve fikir adamları verdikleri mücadelelerle münferit de olsa feryâdlarını, haykırışlarını yükseltmişlerdi.

Gelelim bugüne…

14 yıllık tek parti iktidarının, artık hareket kabiliyeti kalmamış, ömrünü tamamlamış bir otomobil gibi, adeta araç mezarlığı haline getirdiği Kültür Bakanlığı, 14 yılda 7 Bakan değiştirerek, nasıl bir kültür/süzlük politikasına sahip olduğunu ortaya koydu. Bu Bakanların içerisinde en manidâr olanı da soldan büyük ümitlerle transfer edilen Bakanın, diğerlerine nispeten 6 yıl gibi en uzun süreli Bakanlık yapmış olması ve bakanlığın “sol”a teslim edilmesi! Bu mantıkla Kültür Bakanlığı ehemmiyetsiz bir fantezi sayılarak en önemsiz bakanlık olarak addedildi ve adeta “bizde kültür yok, kültür solun işidir” kompleksiyle terkedildi, içi boşaltıldı.

Ne acıdır ki 2002-2016 arası tek parti iktidarının kültür politikalarından çıkardığımız sonuç; Kültür Bakanlığı’nın Karayolları, havaalanları  ve HES’ler kadar olsun bir ehemmiyete haiz olmadığıdır. 14 yıllık iktidarın Kültür Bakanlığı icraatları (!) ortada.

Meselâ, bu bakanlığın önemli icraatlardan(!) birisi olan bazı özel tiyatrolara yardım babından yaptıkları maddi destekten en fazla payı alan bir sol-kemalist-ateist tiyatrocunun 2008-2009 yılında tanıtım broşüründe şu satırlar yer almaktaydı: “bu oyun T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığının maddi destekleriyle oynanmaktadır”. Broşürün arka kapağında ise payına düşeni zevkle aldıktan sonra iktidara hakaret edercesine “Dinciler iktidara geldiklerinde siz neredeydiniz diye size soracaklar bir gün!”  yazıyordu.

Bu, icraatlardan sadece küçük bir ayrıntı..

Ayrıca, iktidara gelir gelmez, Milli Eğitim Bakanlığı’nda olduğu gibi kitap yayın politikasını terk eden Kültür Bakanlığı, ne yazık ki geçmiş dönemlerin Adalet Partisi, ANAP, hatta DSP iktidarlarında basılan bazı telif, tercüme ve Osmanlıcadan transkrip edilmiş kıymetli kitapların bile basım ve yayımına paydos demiştir!  Hem de zamanın müsteşarı (bugünün milletvekili) bir divan edebiyatı Profesörü marifetiyle…

Kültürün en önemli yayılma vasıtası kitap yayını kültür bakanlığınca durduruluyor!

Niçin? Kitabın çimento, demir, kalas kadar değerinin olmadığı bir iktidarın kültür politikası ne yazık ki genç nesillerde Gezi Kalkışması olarak ortaya çıkmıştır. 

İrfan’ın temel kaynağı olan kitabı terkeden; kendi isminin de İrfandan bozulma Kültür olduğunu bile farkedemeyen bir iktidarın,  olanca gayretini, enerjisini bölünmüş yollar, kentsel dönüşümler, havaalanları, demiryolları, Köprülere vermesi neye benziyor biliyor musunuz? (Üstad Necip Fazıl’ın teşbihiyle) “Su bulunmadan boru döşeme”ye.   

Eskilerin ehl-i irfan, ehl-i marifet dedikleri “insan-ı kâmil”e fidelik yapacak ne bir teşebbüs, ne de bir eser ortaya koyamamış, genç kuşakların ruhlarını bırakın beslemeyi olanı bile boşaltmış Kültür Bakanlığı’nın hali aslında 14 yıllık iktidarın büyük ve dramatik fotoğrafıdır.

Yara derinde!

Ne yazık ki bırakın derinliğini, vücuda yayılan yaranın bile farkında olmayan Kültür bakanlığı, nesillerin ruh gıdası olan irfanı yok eden illetlerin bünyeyi sarmasına aldırmıyor bile!

Gene bir röportajında Üstad’ın “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” sualine verdiği “Kurtçukların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?' gibi bir sorudan farksızdır" cevabı, nesillerin nasıl bir kültürsüzlük katliamıyla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yeter!

“Kültür”den ansiklopedik malumatfuruşlukları değil, derin irfânı kasdettiğimiz herhalde anlaşılıyor!

İktidar sahipleri, bir türlü “dudak tiryakiliği”nden vazgeçemedikleri ve her yerde kullana kullana bayağılaştırdıkları Üstad Necip Fazıl’ın şu müthiş mısralarındaki mes’uliyet duygusundan bir pay sahibi midirler?

“Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.”

Kime, ne söyler bu yakıcı mısralar! Hangi yara, hangi yük? Anlamaları bile imkânsız!

İrfanın kaybolmasıyla birlikte idrakin yok olması mukadderdir.

Nesillerimiz böyle bir azabı yaşıyor ama ne yazık ki çektikleri azabın farkında değiller! Çünkü, müthiş bir kültür uyuşturması altında hissiz hale gelmişlerdir!

Bir nesil mahvoluyor ve “Yeni Türkiye”nin nâtıkları seyrediyor! Herhalde “Yeni Türkiye, irfanı kaybolmuş nesillerin eseri olacaktır!”

Rahmetli Serdengeçti’nin “Bir nesli nasıl mahvettiler?” isimli kitabı geliyor insanın aklına! Onlar taammüden yok ettiler, bunlar tegafülen mahvediyor!

Sadece genç nesillerde mi irfanı mahvettiler? Hayır! “Halk irfanı” denilen, her biri büyük ârif Yunus Emre’nin duyuşuyla duyan, diliyle konuşan o ma’şeri irfan da giderek yok oldu!

Bunun vebali mevcut iktidarın, öncelikle ve bilhassa Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı, TTK, TDK ve diğer ilgili kuruluşlarındır!

Dememiz odur ki; tek parti iktidarının Kültür Bakanlığı, 14 yıldır Bakanların mesire yeri olmaktan başka bir icraat ortaya koyamamıştır. Zaten ismine eklenen Turizm, meselenin irfan olmadığını ispata yeter! Bakanlık var gücüyle istatistiklerle ve turizm gelirlerini artırmak için uğraşmaya devam etsin! Turist sayısı, otel kapasitesi, vs.nin verilerini tutsun yeter! Bir de “İnanç Turizmi” olarak nitelendirilen iğrenç bir kavram sapması yok mu, insanın tüyleri ürperiyor! Kültür, turizme boğduruluyor. Çünkü para turizmde var!

Tarihine, medeniyetine, diline, şehrine, vs. dair kendi kaynaklarını farkedip onları okul çağındaki çocukların her tahsil devresine göre sınıflandırılmış eserler/edisyonlar olarak ortaya koyamamış, içselleştirip hazmettirememiş, yâni nesillerin irfan havzası oluşturma ihtiyacını bile hissetmemiş bakanlıklar siyasîlerin mesire yeri değil de nedir? Mesire yeri yâni keyf ve dinlenme, seyir ve piknik yapma alanı(!)

Çelebi! Böyle olur bizde irfan dediğin!

İşin mugalatasına kapı aralamadan bir edebiyat münekkidimizin (C.Meriç) kültür ve irfan mukayesesine dair cümlelerini hatırlıyoruz:

"Kültür, Batı'nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil, bukalemun. İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır, önyargıların ve yalanların. Kültür, irfana göre, katı, fakir ve tek buutlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Batı, kültürün vatanıdır. Doğu, irfanın… İrfan, Batı intelijansiyanın 'Gnoz' (gnose) adını verdiği 'ilm-i Ledün'dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın heybeti karşısında, 'Sübhane. Maarefnâke hakkı marifetik, ya Maruf' diye çırpınıyorlardı."

İrfan-Kültür arasında etimolojik allâmelik yapmak değil muradımız.

Kültür sefaletimize ilişkin, gerçek midir kurgu mudur bilemiyorum anlatılan bir hadiseyi aktaralım: Türkiye’den bir siyasî heyet bazı temaslar için denize kıyısı bulunmayan bir Avrupa ülkesine gitmişler. Orada söz konusu  ülkenin “Denizcilik Bakanlığı” olduğunu görünce, Türk heyeti istihza ile muhatapları siyasîlere şöyle der: “Nasıl olur, sizin denize sınırınız olmadığı halde Denizcilik Bakanlığınız var?”  Tabii hemen cevabı da alırlar: “Sizin de Kültür Bakanlığınız var ama?”

İster gerçek, ister kurgu olsun maalesef olmayan irfanın var olan bakanlığı herhalde sadece bizde bulunuyor!

Hamasetin tavan yaptığı, “tariiiiih, medeniyyeeeeet” nutuklarının ayyuka çıktığı, ama tarih ve medeniyetimize ait hazinelerini mahzenlerde çürüten anlayışın tarih ve medeniyet kavramlarını tadsız bir sakız haline getirmenin ötesinde yaptığı nedir acaba?

Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Sinema Genel Müdürlüğü…

Ve daha birçok Enstitü, Kütüphane, vs. gibi irfana yataklık edecek kurumları harekete geçirebilecek önemli birimlere sahip olmasına rağmen hiçbir şey yapmayan Kültür Bakanlığı, adeta mevcut bakanlıklar içerisinde “kenar mahalle” olarak tutulan müzelik bir dekor malzemesi gibidir.

Bakanlık yetkilileri belki de “şunları yapıyoruz görmüyor musunuz?” türünden bir refleksle savunmaya geçebilir. Bunun hiçbir önemi yok! Çünkü 14 yıllık “kült” ortada!

Sadece Süleymaniye Kütüphanesi’nin rafları arasına sıkıştırılmış binlerce yazma ve matbu eser gelecek nesillerin nazarlarını beklerken, bu konuda hiçbir çaba göstermemek olsa olsa bize mahsus bir Kültür Bakanlığı’nın marifeti olsa gerek!

Yazma Eserler Kurumu’nun “ismini yalancı çıkarmamak için” yayınladığı bazı seyirlik eserler de bugünün nesillerinde irfan hissini asla uyandırmayacak biçimde seçilmiş, sadece “kütle” ve “cesamet”ten ibaret. Hangi ölçüye, hangi ihtiyaca binaen yayınlandığı bizce meçhul çoğu bugün için gereksiz eserler…

Devlet tiyatrolarında 14 yıldır hangi irfan kanalını açtınız?

Bu tiyatrolarda Üstad Necip Fazıl’ın eserleri sahnelenmiş midir? Sadece zevahir i kurtarma cinsinden bir eseri hariç… Oysa, büyük dâvâsını her türlü fikir ve sanat vasıtası ile sürdürmüş Üstad’ın 1930’lı yılların sonlarında, şedit CHP iktidarlarında bile eserleri sahneleniyor, seyredenlerde tesir bırakıyordu. Bugün ne Devlet Tiyatroları’nda ne Üstad’ın eserleri var, ne de Üstad’ın tesir gücünü tiyatro diliyle anlayan bir nesil…

Niçin? Çünkü, Kültür Bakanlığımız ile Eğitim Bakanlığımızın nesil yetiştirmek ve irfan diye bir kaygıları, dertleri yok..!

Niçin? Çünkü, "melâli anlamayan” bir nesil türettiler de ondan!

Melâli yani, kederi, hüznü, kalbi, derdi, faniliği, gözyaşını, derinliği, masivayı.. Hülâsa, irfânı..

14 yıldır nesillere irfan havzası kazandırmaya yönelik ne bir tarihî, ne bir fikrî, ne bir edebî muhtevalı eser ortaya koyamamış bir Bakanlıktan beklenen de herhalde “turizme çıkmak” olsa gerek! Bunun devamı da ruhu diri tutulan ve her an harekete geçebilecek gezilerdir!

Gene Üstad Necip Fazıl’ın “İrfan İşinde Plan” başlıklı yazısından bir bölümü (faydası olmasa da) Kültür Bakanlığı’nın ilgililerine hatırlatalım:

“İrfan davalarımızın, kemiyet çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son mektep, talebe, inzibat, ahlak, terbiye, bilgi, kitap; tercüme, lügat, usûl, (program)… Bu karmakarışık kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mesele birçok değil, biricik:

İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün meselelerin bağlı olduğu ve mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana plân!!!

Bize bu plândan haber versinler! Tanzimat’tan beri böyle bir kök telâkki ve ana plân ıstırabiyle başı ağrıyan tek bir maarif büyüğü görmedik!

Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez, hatıra derhal kök gelmeli… Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki sıkı münasebet kadar, binlerce irfan meselesinin, onlara can veren ana görüş manzumesiyle alâkası var.”

Üstad’ın bu tesbit ve teşhislerini bile anlayacak idrak var mı diye –çekinerek- soruyoruz.

Bu konuda Kültür Bakan/lığı/mıza Üstad Necip Fazıl’ın Tanrı Kulundan Dinlediklerim isimli eserindeki Türk İrfanı, İrfan İşinde Plan, Yine Türk İrfanı, Ve Türk İrfanı başlıklı yazılarını mutlaka sindirerek okumalarını tavsiye ediyoruz. Ola ki biraz anlarlar. Tabii böyle bir dertleri varsa, sancıları varsa…

İşte Üstad’ın irfana dair bazı tespitleri:

“Türk irfanının birinci temeli, kaybetmek üzere bulunduğu öz kök… Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a ve Tanzimat sonrasına kadar gelen devre içindeki yüksek irfan verimleri…

Hiçbir inkılâb şekli tanımıyoruz ki, herhangi bir topluluğun mücerred his ve fikir kıymetlerini temsil edici irfan cevherine karşı harekete geçmiş olsun… Her şeyden evvel bu gerçeği kavramak zorunda değil miyiz? Rus kültürü Komünizmadan, İtalyan kültürü Faşizmadan, Alman kültürü Nazizmadan, Fransız kültürü Büyük İhtilalden başlamaz. Tamamiyle aksine, bu inkılâblar, gerilerinde kültür diyebilecekleri ne bulmuşlarsa, kadife zeminler üstünde ve altın mahfazalar içinde himaye etmişler ve yeni kültürlerini de ona eklemeye bakmışlardır.

Bizse köke, onun ruhuna doğru bir kanal açmak ihtiyacına düşmemiş bulunuyoruz.

Hemen beş on gerçek mütehassıs bulup, eski devrenin yüksek irfan mahsullerini, bir itfaiye otomobili hıziyle bugüne taşıtmak zorundayız.

Nasıl ve neyi mi taşımak?

(Osmanlıcadan Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti açıp, tarih, edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve ilmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna maletmek!...

Birkaç şubeden birer misal halinde, bir Âşık Paşa’yı, bir Evliya Çelebi’yi, bir Fuzulî’yi, bir Mevlana’yı, bir Katip Çelebi’yi, bir İbrahim Hakkı’yı yetiştirmiş bir milletin, neticede bunlardan hiçbirine mâlik olmayışını, hangi mâzeret izah edecektir?

Babadan kalma irfana bağlı olmak veya olmamak değil, fakat sahip olmak şart… Tarih, o irfana sahip olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler!”

Üstad’ın bu ikazlarını okumanın bile zihinlerini yoracağı siyasîler ve kadrolarla ehl-i irfanın yetişmesi muhâl yâni imkânsız görünüyor!

Tanzimatçı’ar ve Erken Cumhuriyetçiler “neyi yıkıp yok edecekleri”ni iyi biliyorlardı. “Yeni Türkiye”nin bânileri “neyi niçin yapmak zorunda oldukları”nın idrakinde midirler? Yollar, köprüler, havaalanları, demiryollarıyla bayındır hale getirmeye çalıştıkları arsanın üzerinde, varlık idraki ve irfanı yok edilen, kas ve ihtirasa endekslenen nesillerin akıbetini hiç mi düşünmezler?

Ölçülüp, biçilip, tartılıp, istif edilip, sayılıp, sarılıp, satılabilenlerle kurulacak “Yeni Türkiye”de ehl-i irfan ve ehl-i idrake yer var mı acaba? Unutulan kavramlarla söylersek; keyfiyeti kemmiyete kurban etmek!

14 yıllık seyyiâtlar ve enkazdan sonra… Görev yeri değişen eski Eğitim yeni Kültür Bakanı Nabi Avcı, bir türlü Maarif’e çeviremediği Eğitim Bakanlığından sonra inşallah Kültürden İrfan’a doğru mevcut bakanlığın rotasını çevirip yol almaya başlar. Tabii kaptanlık marifeti, iradesi ve geminin su almaya başlamasındaki vehameti görebilme basireti varsa! Biraz ümitli olmak için kendimizi zorluyoruz!

Ama bu konuda ilk belirtiler ortaya çıkıyor gibi… Mevcut Bakan, memleketi Eskişehir’de yaptığı konuşmada (30.5.2016) “Bazı arkadaşlar görev yerlerini değiştirdiler. Ben de onlardan biri olarak şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini üstlendim. Şimdi medyada arkadaşlar muhtemelen ‘Kültür ve Turizm Bakanı olarak bakalım Eskişehir’e ne mesaj verecek?’ diye bekliyorlar. Mesaj şu; Napçaz netçez, o turistleri buraya getçez” mesajı veriyor. Yorumsuz (!)

Her tıp kitabı okuyanın doktor; her trafik el kitabı okuyanın da kaptan olamaz. Bunu gibi, mesire yerlerinde piknik yapmakla da bakan olabilirsiniz ama sadece etrafınıza “bakmak”la kalırsınız. Bugüne kadar gelen Kültür Bakanlarımızın profili böyle. Yeni Bakanın restorasyon mu operasyon mı yapacağı konusunda halihazırda bir düşünce ortaya koyamıyoruz.  Bakanlığını nasıl istikametlendireceği şimdilik meçhul! Bu bile ürperti verici!

Ümitvâr olamıyoruz. Çünkü 14 yılın bilânçosu: “Ba’de harâbü’l-Basra”!!! türünden icraatlar pek çok. Acaba şöyle mi desek: Kültür meselesi, Kültür Bakanlığına bırakılamayacak kadar mühim bir dâvâdır!

Eğitim, kültür, şehir ve gençlik… Bu dört büyük meseleyi tahsis edilmiş bakanlıklarına rağmen halledemeyen iktidarlar kendi sonlarını kendileri hazırlarlar!

Tarih en vâzıh ve doğru şahidimizdir!

Evyahlar olsun “irfan”ını kaybeden “kültür” bakanlığına!

Gene Üstad’la bitirelim: “Günün, her mes’eleyi susturması gereken, fakat kimse tarafından düşünülmeyen ve üstelik kulak asılmayan büyük dâvâsı budur!”