30 Nisan 2012 Pazartesi

ŞEHRİMİZİ COĞRAFYASINDAN AYIRMAYIN

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanların yıkıcılığına en fazla dayanabilen şehirler, herhalde coğrafyasının kendisini koruyabildiği şehirlerdir. Veya coğrafyasına sığınıp, mevzilenebilen şehirlerdir. Herhalde onun içindir ki, eskiler şehir kurarken öncelikle coğrafyanın bu özelliğine dikkat ediyorlardı. İstanbul, Amasya, Bursa gibi medeniyet şehirleri coğrafyasının kendilerini kucakladığı, korumaya çalıştığı şehirlerimizdendir. Ne kadar tahrip edilirse edilsin, kurtçukların ölü bir cesede doğru akın etme-leri şeklinde “kentsel dönüşüm” denilen ‘kutsal kelime’ adına şehre üşüşen iş makinalarının saldırılarına hiçbir şehir direnemiyor. Direnebilenler işte bu coğrafyası ‘muhkem’ olan şehirler… Ülkemiz de dahil olmak üzere modern zamanlarda yeni şehirler kurulamıyor. Modernizm kendi-ne uygun şekilde eski, kadîm şehirleri dönüştürüyor, insan ölçekli değil de insanı korkutan me-kân ölçekli ‘urlaşmış şehir’ler şeklinde kendini var ediyor, sürdürüyor.

 Doğu Karadeniz şehirleri, özellikle de Trabzon bu anlamda coğrafyasının kendisini koruduğu şe-hirlerimizden birisidir. Kendisine dörtbin yıllık tarih biçilen Trabzon’un, bu süreçte varlığını mu-hafaza edebilmesi, kendisini her türlü saldırıya karşı coğrafyasına emanet etmesiyle olmuştur. Cumhuriyet dönemine kadar Trabzon’la ilgili yazılan tüm kitaplarda şehrin coğrafyası değişik tasvirlerle anlatılsa da kendisini geleceğe taşıyan bir süreklilik, coğrafyanın değişmezliği vardır.

Cumhuriyetle birlikte şehirlerimizin değişim süreci hız kazanmış ve önce ‘tarihi hatırlatan ne var-sa tahrip cinneti’ne tutulmuş bir yok edicilik, sonra ‘’kent planlaması’ vurdumduymazlığıyla tarih ve şehir yıkımları, son on yıldır da TOKİ’nin musallat olmasıyla şehirlerimizin silueti çirkinleştirile-rek müthiş bir şekilde istilâya maruz bırakılmıştır.

Bugün can çekişen bir hastanın çırpınışları gibi Trabzon da hayatiyetini korumaya çalışıyor fakat sadece coğrafyası kendisine sahip çıkıyor.

Bir anlamda şehri “şehir” olarak hazırlayan coğrafyasıdır. Coğrafya bir şehrin mekânlarının teşhir ve tezyin yeri… Özellikle dağlar, akarsular ve deniz… Dağların eteğinde kurulmuş veya dağların içine aldığı bir şehir uzun süre kendisini her türlü siyasî, kültürel, mimarî, fiili, vs. istilâya karşı koruyabiliyor. Kendisine ait “şehir kültürü” yabancı etkilere karşı direnebiliyor, varlığını koruya-biliyor.

Trabzon’da da böyle olmuştur. Son yıllardaki topyekûn saldırılara karşı kendini nasıl koruyabilir? Nasıl direnebilir? Şaşırmış durumda. Çünkü bütün bu şehir katliamları, şehir istilaları şehrin dö-nüşümü adına yapılıyor. Yâni, bir yandan kentsel dönüşüm terapisiyle ölümü hızlandırılırken diğer yandan, yapılanlar ölüye “haşmetli bir mezar” şeklini andırıyor.

Coğrafyamızın da bütün hayat damarlarını tıkayan bu kentsel istilâya karşı çıkmanın şehirde hiç-bir karşılığı yok.

Şehrimizin haline de maalesef sadece coğrafyası ağlıyor. Şehir adına coğrafyası ıstırap çekiyor. Nasıl mı?

Coğrafyanın ihtişamına dair Üstad Necip Fazıl, dağlardan bahseden bir yazısında şunları söylüyor: “…Dağlar yine o dağlar.. Korkunç bir ıstırap takallüsü halinde Anadolu ruhunu remzlendiren dağlar… Anadolu bütün ruhuyla bu dağlardadır ve onun devlete karşı ruhundan kopan ferman senin, dağlar benimdir çığlığı işte bu dağlar üzerindedir… İlâhi azameti şekillendiren dağlar ve uçurumlar…”

Üstad, dağların nasıl bir şahsiyet ifadecisi olduğuna dair de 1943’te trenle Erzurum’a giderken şunları düşünüyor: “Penceremin ufkunda bir kar ovası ve ovanın sonunda birdenbire şahlanan dağlar. Bu dağ silsilesi tabiatın sanki kolunu sıktığı ve en müthiş adele kıvrımlarını teşhir ettiği zaman ve mekânı çerçeveliyor…”

 “….Beyaz rengin en bakir örneğiyle daima karlar altında tabiat kuvvetinin yamru yumru adalele-rini fışkırtmış, çıkıntıları apaydınlık ve çukurları kapkaranlık sipsivri başı yıldızlar ve dipsiz mavilik-lerle haleli bu dağlar Anadolu ve Anadolulu ruhunu billurlaştıran dağ bediinin en güzel örneği. Bu haşmet abidesinde derin bir yalnızlık kimsesizlik aşinasızlık sessizlik minnetsizlik; hasret, gurbet, huşunet ve kendi kendisine kifayet, öyle canlı hatlarla tutuyor ki… Bu dağların tepesine yani ru-hunun mahrem noktasına hiçbir süvari çıkamaz. Zira yoldayken eğeri dökülür…”

İşte şehrimiz böyle bir muhteşem güzelliğin ihtişam ve korumasında varlığını korumaya çalışıyor. 

Coğrafyasında bu mânâyı okuyamayanların elinde yok olmaya doğru giden şehrimizi korkarız ki artık dağları da koruyamayacak! Çünkü dağlarına karşı da Moğol ordularının şehirleri istila etme-lerine benzer bir kentsel dönüşüm dalgası hızlanmış durumda.

Veyl şehrimizin haline! Yazımızı gene Üstad’ın cümleleriyle bitirelim: “Âlemde, bütün istikametlerin birbirine dolandığı ve bütün mânaların birbirine bulandığı böyle bir devir hayal edemem. Öyle bir dünyadayız ki, hiçbir zaman, mekân, nisbet ölçüsü kalmamış gibi bir şey… Gel de eşya ve hâdiseleri tek tek ayık-la ve eski vahitlerine kavuştur! Müesseseler görüyoruz! Vücut hikmetleri ve ünvanlarıyle alâkaları kalmamış… Yok da diyemiyor-sun; çünkü var!... İşler ve hareketler görüyoruz! Niçin ve nasıl olduğu, nereden gelip nereye git-tiği belli değil… Olmadı da diyemiyorsun; çünkü oldu ve olmakta!.. İhtiyaçlar ve zaruretler görü-yoruz! Devlet gibi yığılmakta ve hiç el sürülmemekte… Böyle kalır da diyemiyorsun; çünkü kalma-sına imkan mevcut değil. ”

 Şehirlerimiz, şehrimiz de böyle bir kaosun fanusunda gününü gün ediyor!

 Ne diyelim? İnsan var olacaksa şehir de var olacak! İnsan değişecek, başkalaşacaksa şehir de değişecek ve başkalaşacak! Önemli olan “insanın ve şehrin kendi kalarak değişmesi”!

 Artık insan olarak “elimizle müdahale” edemediğimiz, “dilimizle muhalefet” edemediğimiz, “kalbimizle murakabe ve muhasebe” edemediğimiz bir şehirde yaşamakla ölmek arasında fark var mıdır?

 Ne olur coğrafyamıza bari dokunmayın! Coğrafyamızı şehrimizden ayırmayın!

(Günebakış, 2 Mayıs 2012)

24 Nisan 2012 Salı

FÂZIL VE MARÎZ ŞEHRİN YÖNETİCİSİ...

Yahya Düzenli

Ankara’dan iki günlüğüne geldiğim Trabzon/Çaykara’daki köyümde yazım üzerinde düşünürken, gözüm köydeki kütüphanemde bulunan Farabî’nin insan ve varlığa ilişkin “El-Medinetü’l Fâzıla” isimli küçük fakat önemli eserine ilişti. Hâlâ “klasik” olma özelliğini sürdüren bu eserin her satırı bugünün yöneticilerine, özellikle de şehir yöneticilerine önemli bir “yol haritası” niteliğinde.

Farabî’nin kitabı aslında model bir “şehir devleti” felsefesi niteliği taşıyor. “Medine”den kasdı “site devleti”dir. Sembolik ifade ve benzetmelerin derinliği ve yol göstericiliğinde sürüklendiğiniz kitaptan (isminin ötesinde) bugünün şehir yöneticilerinin haberi var mıdır bilemiyorum. Olsa bile bu eseri derinliğine okuyup kavrayabildiklerini hiç zannetmiyorum. Çünkü eğer okunup kavranabilseydi şehirlerimiz böylesine ifsat edilmezdi.

Bu yazımda Farabî’nin 1100 sene önce yazdığı kitabından “Fazıl ve Marîz şehrin yöneticisi”ne ilişkin birkaç paragrafla günümüz iklimine bakınca, “artık gelmesi mümkün olmayan fazıl şehir yöneticileri’yle mebzûl miktarda çoğalan marîz şehrin yöneticilerine dikkat çekmek istiyorum. Medeniyet iklimimizde hikmet adamlarının, âriflerin, mutasavvıfların yâni varlığı kemaliyle kavrayanların “insan-kalp-şehir” benzetmesi ve aralarındaki organik ilişkiye dair önemli birikime sahibiz.

Farabî de Medinetü’l Fâzıla”sında (bugünkü karşılığıyla ‘Erdemliler Şehri’nde) insan ve şehir ilişkisini ontolojik ele alır.

İşte size Farabî’nin şehre ve şehir yöneticilerine dair o ‘eskimez tesbitleri’nden birkaç damla:

“Fazıl şehir, tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar. Bir vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaradılışı ve kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalb varsa ve bu hâkim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların her biriyle sıkı münasebette bulunan diğer uzuvlar varsa ve bu son uzuvlarla ilgili olan ve emirleriyle hareket eden aşağı derecede uzuvlar varsa ve bu tâbî uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa, şehir de böyledir; yâni şehri teşkil eden unsurlar, yaradılışta çeşitli ve birbirlerinden üstün yapıdadırlar..”

“… Fazıl şehrin reisi gelişi güzel, herhangi bir adam olamaz… Fazıl şehirde reislik sanatı, gelişigüzel, herhangi bir sanat veya herhangi bir meleke olamaz.”

Soralım ve sorumuzu her paragraftan sonra tekrar edelim: Şehrimizde böyle bir “Fâzıl şehir Reisi” görebiliyor muyuz?

“… Fazıl şehir reisinin sanatı öyle bir durumda olmalı ki, reise hizmet teklif edecek mahiyette bulunmasın ve o sanattan daha yüksek bir sanat mevcut olmasın. O sanat istihdaf ettiği (he-deflediği) gaye itibariyle diğer sanatlara rehberlik edecek mahiyette olmalıdır. Ve fazıl şehirdeki bütün işlerin hedefi, reisin bizzat kendisi olmalıdır. Onun başka kimselerin hükmü altına girmeyen bir insan olması lâzımdır. Fakat reis öyle mükemmel bir insan olmalı ki hem akıl olsun, hem bilfiil mâkul olsun ve muhayyile kuvveti tabiatiyle mükemmeliyetin en üstün derecesine ulaşmış olsun.”

“… Fevkinde hiçbir kimse bulunmayan Reis: o, fazıl şehrin önderidir”

Şehrinizde böyle bir “Fazıl şehir Reisi” görebiliyor musunuz?

Burada insanın aklına Üstad Necip Fazıl’ın o meşhur ve müthiş tesbiti geliyor: “Bana gözü olmayan şoför mü, bediî idraki bulunmayan belediye reisi mi zararlı diye sorsalar ikincisini gösteririm.”

Şehrinizde böyle bir Fazıl şehir reisi görebiliyor musunuz?

Farabî, Fazıl Şehrin Reisi’nin özelliklerini öylesine derinleştiriyor ki, bugünün Belediye Başkanlarında bu özelliklerden birini bile görmek mümkün değildir. Önemli bir özelliğe dikkat çeken Farabî kadîm şehir muhtevalarını kavrayıp“eskilerin izlerinden gitmeyi” şart koşuyor. Farabî yaptığı şehir tasniflerinde “Fazıl Şehir”in karşısına Câhil şehri koyar. Ve bu şehrin insanlarının marîz yâni hastalıklı olduklarına vurgu yaparak“kötü istidatlar kazandıkları”nı söylüyor.

Bu tip şehir yöneticilerine ilişkin ilginç bir hususa da dikkat çekiyor: “Hastalar arasında derdini bilmediği için kendisini sıhhatli zanneden kimseler bulunduğu gibi, ruh hastaları ara-sında da hastalığını bilmeyen, bilakis kendini üstün ve ruhunu sahih zanneden, kendinden başkasına kulak asmayan kimseler vardır.” Ruhen marîz yâni ‘hasta’ olan şehir yöneticilerine ilişkin ise “Ruhen marîz olanlar-irade ve alışkanlıkla kazandıkları bozuk tahayyüller yüzünden kötü işlere ve kötü temayüllere teşnedirler; güzel ve üstün şeylerden tiksinir, hatta onları tasavvur edemez olurlar” der.

Bu kez şöyle soralım: Şehrinizde acaba böyle bir “Cahil şehir reisi” görmemek için ne yapmalıyız?

Şehirlerimizin ve şehir yöneticilerinin hallerini görünce Farabî’nin şu cümlelerini de hatırlatmadan edemiyorum: “Zamanın ters, yarenliğin faydasız; her reisin bezgin ve her başın hasta olduğunu görünce; evime kapanıp şerefimi kayırmayı kâr bildim. Yanımda saklı duran ve avucumda ışıldayan, hikmet şarabından içerim. Sofra arkadaşlarım mürekkep şişeleridir; sazım onların şakırtısıdır. Bu arada dünyadan göçmüş hikmet erbabının sohbetiyle neşelenirim.”

Faziletli şehirle marazlı şehir (veya faziletler şehri ile marazlar şehri) arasındaki farkı Farabî’nin aynasından özetle böyle okuyoruz.

Şimdi, isterseniz bir de 10. Yüzyıl insanı Farabî’nin gördüğü şehir ve şehir yöneticileriyle 21. Yüzyıl insanları olarak bizim gördüğümüz şehir ve şehir yöneticilerini bir mukayeseye çalışa-lım, ne dersiniz!

(Günebakış, 25 Nisan 2012)

16 Nisan 2012 Pazartesi

ALİ ŞÜKRÜ BEY TRABZON’DA NİÇİN HATIRLANMAZ?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirler, kendisini temsil edecek şahsiyetlerle anıldığı gibi, bu şahsiyetler de gittikleri yere şehirlerini taşırlar, temsil ederler, yâni şehirleriyle anılırlar. Son Osmanlı Mebusanında ve devamında Birinci Mecliste Trabzon Mebusu olan Ali Şükrü Bey de bu türden ismi şehriyle bütünleşmiş şahsiyetlerden birisidir.

Birinci meclisin bu “misyon sahibi” meb’usu (milletvekili)’nun 27 Mart 1923 tarihinde katledilmesinin üzerinden 89 yıl geçti. Neredeyse bir asra yakın bu süre içerisinde, Meclisteki birkaç yakın arkadaşı hariç, kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan, aynı grup içinde bulunan milletvekilleri bile, katliamı karşısında sessiz kalmışlardır. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve Lazistan Mebusu Mehmet Necati bey hariç, daha önce yanında olan hiçbir arkadaşı vahşice katledilmesinin ardından tek bir kelâm etmemiş, sessizliğe bürünmüşlerdir. Garip bir tecellidir ki yakın arkadaşları olan başta Mehmed Akif, Hasan Basri Çantay, Eşref Edip suskunluklarını hiçbir zaman bozmamışlardır!

Trabzon’un Boztepesi’ne defnedilen bu şecaat sahibi şahsiyet, ne yazık ki Trabzonlularca da ‘yok’ sayılmış, görmezden gelinmiştir. Hatta kabri yarım yüzyılı geçen bir süre mezbelelik içerisinde bırakılmıştır.

O; temsil ettiği misyon ve savunduğu “dava”dan taviz vermez tutumuyla kendisini şehadete götürecek kadar gözü kara ve basiret sahibiydi!

O; 39 yaşında genç ve kâmil bir şahsiyet olarak şehrini temsil için seçildiği gibi, şehadet için de seçilmişti!

Niçin mi? Onu Üstad Necip Fazıl söylesin:

“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânaları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir??? Şehit Ali Şükrü'yü, arkasından boynuna bir ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırtmak ve başına bir balta indirtmek suretiyle öldürten şahıs, bu işde alet olarak Giresun'lu Topal Osman'ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz!”

Meclis’te susturulması mümkün olmayan Ali Şükrü Bey, tasarlanmış bir katliâmla ancak susturulabildi! Falih Rıfkı’nın Çankayası’ndaki cümleleriyle “Ali Şükrü bir deniz kurmayı olduğu halde en azılı olanlardan biri idi. 26 yaşında Meclis’e gelmişti. Cüretli ve atılgandı. Bir sağlık kanunu tartışmasında: “Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız!” diye haykırmıştı.” Falih Rıfkı devam ediyor: “Meclis’te sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal’e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollayarak Ali Şükrü’yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur…” Tarih: 27 Mart 1923. Cesedi 2 Nisan 1923 günü Çankaya sırtlarında bulunur. Fail-i meçhul değil fail-i malûm ve meşhur bir cinayet !

Bugün şehadetinin 89. yılında o Trabzon’un Boztepe’sinde münzeviliğini sürdürmekte ve bize o kabrinden (Tıpkı kendi çıkardığı Tan gazetesinde ölümünden iki ay önce yazdığı yazıda sanki bugünleri görür gibi) şöyle seslenmekte:

“Türkiye’nin maruz bırakıldığı müşkiller, suikastler arkasında hazırlanmış olan felaketlerin dehşeti, şark akvamının bize karşı olan tarihi, ananevi, milli duygularını canlandırdı. Türkiye, hürriyetin, istiklalin bir timsali, istikbalin bir kâfili ve İslam esasâtının, medeniyetinin fedakâr bir muhafızı suretinde bütün dimağlarda teressüm etti… Kökü vicdanlarda, dalları tarihin, ilmin lâyemut simalarında olan bu intibah ağacı elbette yaşayacaktır…”

O hayatıyla olduğu gibi ölümüyle de hatırlanması ve örnek alınması gereken bir dava adamı, bir şehid! Evet O; hayatı ve davasıyla verdiği mesaj kadar ölümüyle de “büyük mesaj” vermiştir ve vermektedir. Ama hafızasını ve dilini kaybeden bir şehir ne yazık ki onun mesajını okuyamıyor, anlayamıyor! Veya anlamak istemiyor !

Ali Şükrü Bey, asıl bugünlerde hatırlanması ve tıpkı Üstad Necip Fazıl’ın “İbret, Gayret!” başlığı altında (şehadetinin 27. yılında 1950’de) yazdığı gibi; “Azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacaktır. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman, belki bu hesaplardan birini teşkil edecektir.“ 1980’li, 1990’lı yıllarda TBMM’de onunla ilgili konuşanların, katlinin araştırılması için uğraşan milletvekillerinin başına neler geldiğini biliyoruz.

Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in cenazesi Ankara’dan Trabzon’a gönderilirken arkadaşı, onun gibi yürekli, cesur Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey kollarını açarak: “Âl-i Trabzon! Sana albayraklı bir gelin gönderiyoruz” demişti. Ali Şükrü Bey’in cenazesini Trabzon’a göndermek üzere orada bulunan Lazistan Mebusu Mehmet Necati Bey de toplanan kalabalığa şöyle hitap ediyordu:

“Elvedâ ey millet şehidi! Elvedâ ey hürriyet kurbanı! Bugün cismin ebediyen bizden ayrılıyor, aramızda bir aslan gibi, bir timsal-i hamiyet ve şecaat gibi dolaşan o mübarek vücudun bugün bizlere veda ediyor! Fakat mahzun olma! Ruhun nâm-ı mübarekin fenâpezir (ebedî olmayan) dünyada ebedî bir hayat kazandı.

Ey mübarek hürriyet şehidi ne mutlu sana ki, mezarın vatanın sinesi, milletin kalbi oldu. Sen kendin için ölmedin! Milletin uğrunda, hürriyet uğrunda kendini feda ettin! Milletin yaşaması için sen öldün, hürriyetin payidâr olması için sen can verdin!

Ey büyük şehid-i hürriyet, o kement sana değildi! O kement milletin boynuna atılmak istenmişti. Sen buna rıza gösterseydin ölmeyecektin!

Aç kefenini ey mübarek şehid! Bir kere daha o kahraman simanı görelim! Güzel gözlerinden bir kerecik daha olsun kalbinin elemlerini okuyalım. Hakkın lisanı olan mübarek diliniz, bir kerecik daha bize hürriyet ve istiklal ayetlerini okusun!...

Ey şehid-i hürriyet biz belki günahkârız, belki sana karşı hakkıyla vazifemizi yapamadık. Lakin sen bizi affeyle ve bize huzur-u hakta şefaat et. Senin payene elbette bizim gibi küçük kullar erişemez. Çünkü senin mekânın kalb-i millettir, arş-ı ilâhidir.

Ey Şükrü’nün matemli diyarı! Ey hüzünler içinde gözyaşı döken fedakar Trabzon! Sizin en kıymetli evladınızın cenazesini size gönderdiğimizden siz de bizi affediniz.”

Tan Gazetesi’nde 5 Nisan 1923 tarihinde yayınlanan bu hitabenin sonunda gazete şu notu ilâve eder: “Necati Beyefendi bu nutku irad ederken hem kendileri ağlıyor, hem de otomobildeki naaş-ı mübarekin etrafına toplanan bütün Ravli halkı ve şehid-i mağfurla birlikte giden Lazistan ve Trabzon mebusları Ziya Hurşid, Doktor Abidin, Nebizade Hamdi Beyler dahi hüngür hüngür ağlıyor idi…”

Ali Şükrü Bey’in 1923’teki matemli diyarı, bugün ondan habersiz! O; ölümü göze alan bir dava adamı olarak şehrine “şehadetle” geri döndü ama Trabzon bugün maalesef O’na yüzünü dönemiyor!

Veya şöyle düşünelim: Tarihimizde benzeri az görülecek malûm bir suikast’le ancak susturulabilen Ali Şükrü Bey’in kabrini bile ziyaret etmekten imtina ederek, ‘bir gören olur, başıma bir şey gelir’ endişesi var oldukça onun kabri önünden geçmeye, ona bakmaya bile yüzümüz olamayacaktır!

Ali Şükrü Bey’i katleden Topal Osman bunca cürmüne rağmen öldürülüşünün 89. yıldönümünde Giresun’da devlet töreniyle (Vali, Belediye Başkanı, Garnizon Komutanı, Üniversite Rektörü, Emniyet Müdürü, vs. ) bir “kahraman” gibi anılıyor. Anma töreninde konuşan Giresun Üniversitesi tarih bölümü öğretim üyesinin şu sözleri oldukça manidar: “"Dikkatle incelendiğinde kahramanların olayları nasıl yönlendirdiği görülebilir. Bu şekilde kahramanlar yaşadıkları döneme damgasını vururlar. İşte bugün ölümünün 89. yılında andığımız Topal Osman Ağa bu kahramanlardan biridir. Osman Ağa başardığı muazzam işlerle 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğine damgasını vurmuş ve hayatı günümüze kadar tartışma konusu olmuş eşsiz bir kahramandır..”

Topal Osman’a bu övgüler karşısında insanın nutku tutuluyor!

Trabzon’da ise Ali Şükrü Bey’in kabri önünde bütün bir şehir halkı ile birlikte resmî zevat ile üniversiteler, STÖ’ler, vs. herkes suskun.

Demek ki Ali Şükrü Bey’i anmak ve davasını anlamak bugün bile cür’et, cesaret istiyor! Peki Trabzon Ali Şükrü Bey’e vefa borcunu ne zaman ödeyecek? O’na vefasını ne zaman ve nasıl gösterecek?

Trabzon bugün futbol takımına sahip çıktığı kadar ne acıdır ki Ali Şükrü Beye sahip çıkamıyor. Hatta yeni nesiller onu hatırlamıyor bile! Niçin? Çünkü hafızasından yakın tarih bilinci silinmiş bir şehrin insanları için o, hatırlanamayan bir şahsiyet olarak şehrin zirvesinde duruyor.

Önümüzdeki yıl şehadetinin 90. yılını idrak edeceğimiz Ali Şükrü Bey için şimdiden “Mahkeme-i Tarih” çapında bir etkinliğe hazırlanmak, onu bütün yönleriyle ele alıp tanıtmak Trabzon olarak onun aziz hatırasına sahip çıkıldığını gösterecektir.

Ali Şükrü Bey bugünün siyasilerine gösterilmesi gereken bir “adam” örneğidir. Kendisine Cenab-ı Hak’tan rahmet diliyoruz.

İlgilenenlere konu ile ilgili okuma kitapları: Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, Kadir Mısıroğlu; Ali Şükrü Bey, İsmail Hacıfettahoğlu; Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, Ahmet Demirel; Yılların İzi, Mahir İz; Çankaya, Falih Rıfkı Atay; Trabzon’da Muhalefet, İsmail Akbal; Kazım Karabekir Anlatıyor, Uğur Mumcu; Ali Şükrü Bey Cinayeti, Ahmet Kekeç; Birinci Meclis’te Muhalefet, Ahmet Demirel; Birinci Mecliste Muhalefet İkinci Grup, Ahmet Demirel.

(Günebakış, 18 Nisan 2012)

10 Nisan 2012 Salı

FALLMERAYER VE TRABZON İMPARATORLUĞU TARİHİ... -185 yıl sonra nihayet türkçede-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehir tarihlerine ilişkin yazılmış eserler arasında mukayeseli bir çalışma yapılmış mıdır bilmem ama bildiğim o ki, bizim tarihî şehirlerimiz kadar zengin tarih, kültür, sanat ve mimarîye rağmen yazılan eser bakımından bu kadar kısır bir ülke yoktur. “Şehir” dendiğinde aklımıza Farabî’nin “Medinet-ül Fazılası” ile Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden başka bir eser gelmiyor. Son yıllarda Turgut Cansever’in kitapları da olmasa şehirlerimize ilişkin muhtevasıyla hatırlayabileceğimiz eserlerimiz maalesef yok. Kadîm yerleşimlere, şehirlere mekân olmuş coğrafyamız ne yazık ki bu kısırlığı hak etmeyen bir talihsizliğe sahip. Şehirler, yaşanabilirliği ve geçirdiği medeniyet dönemleri kadar, yazılabilirliğiyle de kendisini sonraki zamanlara ve nesillere aktarırlar.

Medeniyetlerin tecelligâhı olan şehirler, bütünüyle ait oldukları medeniyetin rengini, kokusunu, iklimini taşırlar. Yazılmayan şehir yaşanmayan şehir gibidir. Yaşanan şehirler de mutlaka yazılmaya muhtaç, yazılmayı bekleyen sayfalar olarak ilgililerini bekleyen şehirlerdir.

Bu anlamda Trabzon, Mekke, Medine, Kudüs, Roma ve İstanbul’dan sonra hakkında en fazla kitap yazılmış şehirlerden birisidir. Bu eserler de ne yazık ki yerlilerin değil, yabancı seyyah, tarihçi, mimar, filolog ve oryantalistlerin yazdıklarıdır. Hakkında yazılan ilk eserin M.Ö. 300’lerde kaleme alındığı göz önüne alındığında, 4500 yıllık sözlü, 2300 yıllık da yazılı tarih ve bilgi birikimi olan bir şehrin ‘yerliler’ince ciddi eserler ortaya konulmadığı bir yana, yazılan bunca eser de Türkçeye çevrilmemiştir ne yazık ki.

Bugün hamasetle hayata tutunmaya çalışan, ısrarla enerjisini toprağa vermeğe, insanının sesini ve heyecanını stadyumlarda tüketmeye mahkûm edilen bir şehrin insan, kültür, sanat envanteri giderek kısırlaşmıştır desek “dile getirilmeyen” bir doğrunun altını çizmiş oluruz.

Yazımızda söz konusu ettiğimiz Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”, hakkında önemli eserler yazılan Trabzon’un tarihî bir dönemine ışık tutar mahiyette bir eser. Alman filolog Jakob Philipp Fallmerayer’in 1827’de Münih’te basılan bu eseri yazılışından 185 yıl sonra, Türkçeye çevrilişinden de 66 yıl sonra (1946) nihayet Türk Tarih Kurumu’nca güzel bir baskı ile geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Almanya’da yayınlandıktan sonra Kopenhag ‘daki Danimarka Kraliyet Akademisi tarafından da altın madalya ile taltif edilmiş olan bu eserden (çok özel ilgililer hariç) ne yazık ki, yaklaşık 200 sene sonra haberdar olabiliyoruz.

Türk Tarihi Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Ali Birinci’nin iradesi, Trabzon’la ilgili önemli eserlerin sahibi İsmail Hacıfettahoğlu’nun ile Doç. Dr. Celalettin Yavuz tarafından Almanca aslından yeniden gözden geçirilerek, Doç. Dr. İbrahim Tellioğlu’nun raportörlüğünde yayına hazırlanan “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”, Ahmet Cevat Eren’in 1946’daki çevirisinin yeniden gözden geçirilmesiyle Trabzon Tarihi’ne dair kitaplar arasında yerini nihayet aldı.

Aslında kitabın tercüme nüshaları 66 yıl niçin TTK kütüphanesinde bekletildi bilemiyoruz. Ama kitabın son on yıllık yayın serüveni de tam bir yılan hikayesi…

İsmail Bey’in 2001 yılında yeniden gözden geçirilip Trabzon Belediyesi tarafından yayınlanması talebi önce sözlü olarak kabul edilmesine rağmen yazılı müracaattan bir hafta sonra Türk Tarih Kurumu’nun o zamanki Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu imzasıyla “Bu eserlerin tercümeleri Türk Tarihi Kurumu tarafından yayınlanmak üzere yaptırıldığı için başka bir kurum tarafından yayınlanması mümkün değildir.” cevabı veriliyor.

Daha sonra 2008 yılında gene İsmail Hacıfettahoğlu’nun bu kez Prof. Dr. Ali Birinci’nin başkanlığındaki Türk Tarih Kurumu’na aynı taleple müracaatının karşılık bulmasıyla bu önemli eser ortaya çıkarılabildi.

Şu gerçeğin altını çizelim ki; TTK eski başkanı Prof. Birinci olmasaydı bu eser hiçbir zaman yayınlanmayacaktı. Onun için başta Trabzon’un ve şehir tarihiyle ilgilenenlerin Ali Hocaya teşekkür borçları var.

Kitabın yazarı Fallmerayer ile ilgili bilgiler kitabın girişinde A.Cevat Eren tarafından veriliyor. Birçok şark dilini bilen ve ilk defa 1832 yılında İstanbul’a gelen Fallmerayer “Türkçeyi kucağında bir çocuk gibi beslediği”ni söyler.

Fallmerayer 1840 yılı Haziran’ında deniz yoluyla Trabzon’a gelir. A. Cevat Emre’nin cümleleriyle: “1840 yılının Haziran ayında Regensburg’dan Tuna yoluyla Karadeniz’e çıktı. Buradan kendisinin ‘Cennet’ diye tabir ettiği Trabzon’a geldi. 15 yıl evvel kudretli kalemiyle tasvir ettiği Trabzon’u iki ay gezdi. Eski kralların ve yeni fatihlerin tarihi eserlerini buldu. Fallmerayer bu seyahatinden avdet ettikten sonra (1843-1844), Münih Akademisi risalelerinde neşriyatta bulundu. Trabzon ve havalisi hakkında bu neşriyat henüz bizde bilinmemektedir. Hepsi birer tetkik mevzuu olan bu eserin incelenmesine şiddetle lüzum vardır.”

Fallmerayer 1847’de çok sevdiği Trabzon’a tekrar gelir. Sultan Abdulmecid kendisine iltifat eder ve padişah tuğralı bir “şeref beratı” verir.

Kendisine verilen orijinal beratın metni şöyledir:

“Nişân-ı şerîf-i âlî-şân-ı sâmî-i mekân-ı sultânî ve tuğra-yı garrâ-yı hakanî nefeze bi-avni’r-Rabbânî hükmü oldur ki;
Bavyera Üniversitesi mu’allimlarinden olub li-ecli’s-seyâha Dersaadet’ime gelmiş olan işbu râfi’-i refî’-i tevkî’-i âlî-şân-ı hakanî Mösyö Fallmerayer -zîdet hürmetuhu- Ashâb-ı hüner ve ma’rifet ve erbâb-ı dirâyet ve kiyâsetden olmağla ve bu makûle ma’ârif-mendânın taltîf ve tatyîbi şi’âr-ı memdûha-i ma’ârif-perverî iktizâsından bulunduğuna binâ’en Mücerred nişâne-i mevâlât olmak üzere taraf-ı müstecmi’u’l-mecd ve’ş-şeref-i şehriyârânemden bir kıt’a nişân-ı zî-şân verilmiş olmağın işbu berât-ı Mekârim-semât-ı şehriyârânem dahi tasdîr ve i’tâ kılındı, tahrîren fî evâsıt-ı şehr-i Cemâdiyelûlâ sene erba’a ve sittîn ve mi’eteyn ve elf , be-makâm-ı Kostantiniyye’l-mahrûse [h. 11-20 Cemaziyelevvel 1264 = m. 16-25 Nisan 1848]”

Günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş şekli:

“Padişah emri şudur ki,

Bavyera Üniversitesi hocalarından olup seyahat amacıyla İstanbul’a gelmiş bulunan ve kendisine tarafımızdan bu belge verilmiş olan, saygınlığının artmasını dilediğimiz Mösyö Fallmerayer, marifetli, yetenekli ve zeki bir insan olduğu ve onun gibi irfan sahibi kişileri ödüllendirmek adetimiz bulunduğu için, dostluk hislerimizin bir göstergesi olarak ulu ve şerefli katımızdan kendisine bir nişan verilmiş ve yüce işaretlerle süslü bu berat takdim edilmiştir.

1264 yılı Cemaziyelevvel ayı ortaları“

19. yy. Osmanlı dünyasında sultan Abdulmecid Fallmerayer’i tanıyor, takdir ediyor ama bugünün bırakın ilgili devlet kurumları, üniversiteler ve tarih-kültür çevrelerini, Trabzon’lu kültür-sanat adamlarının Fallmerayer’den haberi yok! Bu utanç, bu ayıp bize yeter!

Konumuz Trabzon’un tarihi değil söz konusu ettiğimiz kitabın tanıtımı olduğu için, burada sadece Fallmerayer’in Trabzon’un en eski dönemlerine dair ciddi iddialarından bir cümle ile yetinelim: “…Şehrin en eski hali gibi konumu hakkında da bilinmeyen hususlar çoktur. Trabzon, eski dünyanın pek az ziyaret edilen saklı bir bölgesinde, dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir. Vaktiyle Asya ve Libya’yı zapt etmek için Bactra, Babil, Ninova, Ecbatana ve Persepolis’ten hareket eden cihangir ordular hiçbir zaman Trabzonluların kutlu kentine giremediler. Muharip kavimlerle meskûn, geçilmez ormanlı boğazlar Trabzon’u arkada uzanan Asya’dan ayırmakta, korkunç Kafkasya ve haşin Karadeniz, tabiatın seçtiği bu bahtiyarlık ve sessizlik diyarını kuşatmaktaydı…”

Trabzon’un M.Ö. 2000’lere kadar uzanan tarihi derinliği ilk defa Fallmerayer tarafından ifade edilmiştir. Bu tarihi ile birlikte özellikle Trabzon’un Komnenler dönemini ayrıntılarıyla anlatan eserin önsözünde Fallmerayer, “Trabzon halkının tarihinde çok takdir edilen Roma saltanatının en son eserini tanımlıyoruz” diyor ve şu önemli tesbitleri yapıyor: “Trabzon tarihinin önemli dönüm noktaları hakkındaki bilgiler veren birçok nadir kitaplar vardır. Bunların başlıcaları, Paris, Viyana ve Venedik kütüphanelerinden elde edilen ve henüz basılmamış Grekçe, Türkçe, Farsça el yazmalarından çıkarılmış olduğuna bilhassa dikkat edilecek olursa, bunun için yardımlarıyla katkı sağlayan saygıdeğer kimselere alenî teşekkür borçluyum. Bu kitapların temininde, yerliler arasında herkesten önce ve özellikle Münih’in Ludwig-Maximillians Üniversitesinin değerli ve bilgin müdürü Dr. Harter’i saygı ile anıyorum. Paris’te ‘Kırmızı Kartal’ şeref madalyası şövalyeliğini kazanan ve Fransız Kitabeler ve Görkemli Bilimler Akademisi üyesi K.B. Hase’yi, vakit ve zahmetleriyle büyük fedakarlıklarda bulunarak Fransız Kraliyet Kütüphanesinin sayısız Grek el yazmalarını incelemekte gösterdiği iyiliği ve gerekse genellikle Trabzon hakkında verdikleri aydınlatıcı bilgiler için saygı ile anmağa ve Eugenicus’a, Trabzon’a olan seyahatnamesinin diplomatlara mahsus bir itinayla yapılan kopyasını diğer birçok yararlı yazılarla birlikte yazara göndermiş olmasından dolayı teşekkür borçluyum. Yazar, Von Sacy vasıtasıyla İran tarihçilerinden Yezdli Şerafeddin Ali’nin Trabzon tarihine ait orijinal yazı metinlerini elde etmiştir. Viyana’nın zengin Şark el yazmalarının müstensihi Von Kapidor’un lütuflarıyla ve yabancılara karşı insanî tutumlarından dolayı, Alplerin beri tarafındaki ülkelerde çok takdir edilen Venedik’teki St. Marco Kütüphanecisi Abbate Bettio’nun yardımıyla, henüz keşfedilmeyen Kardinel Bessarion’un ve Senatör Recanati’nin yazmalarından daimi surette yararlanmam lütfunda bulundu..”

Trabzon’la ilgili Tarihçilerin bile adını duymadıkları bu eserleri, metinleri ve yazarları ilk defa duyuyoruz! Bu nasıl bir vurdumduymazlıktır bir düşünün!

Yazık ! Dünya çapında bir “Trabzon Kitaplığı” dünyanın dört bir yanına savrulmuş bulunuyor. Bırakınız kadîm medeniyet yazmalarını-kitaplarını, Osmanlı dönemine ait yerli kronikleri bile yayınlamamış, onlardan bile belki habersiz bir üniversite, bilim, kültür, siyaset, iş dünyasının şu müthiş ilgisizliğini bir düşünün!

Fallmerayer, “Tabiat ve sanatın tüm çekiciliklerinin kaynaşmış olduğu dünyanın cenneti” olarak tanımladığı Trabzon’a dair şiirimsi ifadelerinde de “Bu huzur dolu yerde ömrünü geçirenler bu sihirli bahçenin ebedi baharında ebedi tazelikler solmadığından, ölmezlermiş” diyor. Yaklaşık 350 sayfalık kitaptaki bazı Latince ve Grekçe ifadelerin Türkçeye çevrilmemiş olmasının bir eksiklik olduğunu hatırlatarak eserden bazı önemli alıntılar yapalım.

Trabzon’un bu tarihsel ticarî rolü, jeostratejik konumu yanında “kültürlerin karşılaştığı” bir merkez olarak da önemine vurgu yapıyor Fallmerayer. Bu konuda şu önemli tarihsel gerçekliklerin altını çiziyor: “Bir zamanlar Seleucia ve Ctesiphon, Cufa (Küfe) ve Basra, İsfahan ve Tebriz’i bir sihirli sopayla İran ve Babil çöllerinde yükselten aynı Hindistan ticareti, Trabzon’u da insan ve unsurların kaynağı haline getirmişti. Trabzon bir antrepo, başlıca bir yığınaklanma bölgesi ve Caffa ve Tana gibi bir dünya ticaret merkeziydi. Karadeniz’in doğusundan Hindistan ve Çin’e kadar uzanan Asya devletlerinin piyasaya sürebildikleri ne kadar değerli eşya varsa, Trabzon’un mağaza ve pazarlarında sırayla yığılıydılar. Grek memleketlerinin servetlerini Garp memleketlerinin ürünleriyle mübadele etmek için tüm Garp devletlerinin gemileri Komnen devletinin sahillerine gelirlerdi. Bağdat ve Kahire’den altın işlemeli kumaşlar, Hindistan ve Çin’den pamuklu ve ipekli dokuma, Seylan ve Golconda’dan inci ve mücevherat, Sicilya, Flandern ve İtalya’dan havlular, Almanya’dan cam ve çelik ürünleri, Megrelistan’dan keten ve bal, Kırım Yarıdaması’ndan buğday, Floransa’dan erguvan ve genellikle Pisa, Venedik ve Floransa atölye ve sanat evlerinde ne üretiliyorsa, Trabzon pazarlarını dolduruyordu. Büyük bir çoğunluğunun Trabzon’da ikametgah kurduğu yabancıların akını çok şiddetliydi. Bessarion’a göre, tüm Avrupa ve Asya’nın ticaretiyle meşgul olan milletlerin din, dil ve kıyafetleri Trabzon pazarında görülmekte ve yerlilerden hemen ayırt edilmekteydi.”

“Vaktiyle Babil ve İskenderiye’de olduğu gibi, yabancı milletlerden Trabzon şehrine akınla insan geliyordu. Bunlar dünyanın servetini getiriyorlar ve nihayetinde yerli kültürle sanat üretimini alarak ihraç ediyorlardı. İhraç edilenler arasında bilhassa işlemeli elbiseler, çeşitli renkteki ketenler, yün ve ipek ipliklerden üretilmiş renkli kumaşlar mevcut olup, bunlar Trabzon halkının çok yüksek bir sanat yeteneğine sahip olduğunu işaret etmekteydi.”

Fallmerayer’in yazdığı ve bugüne taşıdığı Trabzon’la bugünkü Trabzon’u düşünün !

Âh Trabzon!

Venedik’in antik kütüphanelerinde bile adın anılıyor, önemin kavranıyor ama bulunduğun coğrafyada çekim merkezi olamıyorsun!

Veyl! Veyl ki; Sen bütün enerjini “meşin top”a ve 11 gladyatörün stadyumuna akıtacak hale mi gelmeliydin?

(Günebakış, 11 Nisan 2012)

3 Nisan 2012 Salı

RUHANİLİĞİ TERKEDİLMİŞ ŞEHİR...


YahyaDüzenli
duzenliyahya@gmail.com

Medeniyet seyyahı Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kudüs’ü anlatırken Hristiyanlarca kutsal sayılan bir mekândan bahseder ve “Hikmet bu kim bu kadar zib ü ziynet ile ruhaniyet yokdur, gûya bir temaşagâhdur” der. Yâni “hayret verici olan, o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, daha çok seyirliktir” der. Seyahatname’sinde anlattığı Bursa için ise “Hâsılı Bursa ruhaniyetli bir şehirdir” der. Evliya Çelebi’nin bu müthiş gözlem-tespitlerini tüm şehirler ve şehir mekânları için ölçü kabul edebiliriz.

Muhakkik Mimar Turgut Cansever de bir medeniyet mimarı kimliğiyle “İnsanı insan yapan bakma tavrıdır!” der.

Modern zaman şehirlerine ve onların neredeyse mabedleri haline gelen AVM’lerine, devlet yapılarına, özel mekânlarına, okul, sosyal tesis, vs.’lerine Evliya Çelebi’nin bu “ruhanilik” gözleminden yola çıkarak baktığımızda; bırakın ruhaniliği, ruhanilik diye bir şeye ihtiyaç hissedilmediği, ruhaniliğin terk edildiği bir yüzyılda şehirde Kafka’nın (sabah uyandığında kendisini bir böcek gibi gören kahramanı) Gregor Samsa’sı gibi yaşıyoruz.

Ruhanilik… Yâni eşyanın, şehrin/mekânların size kendisini hissettirmesi… İnsanın eşya/şehir ile canlı temas kurması… İnsanın şehir ve mekân karşısında kendisini yabancı hissetmemesi… Şehirle, mekânla konuşabilmesi… İnsanın şehrin dilini anlaması, şehrin de insanın diline aşina olması… Varlığın anlamının kavranması, hissedilmesi… Şehirde/eşyada/mekânda bulunan muhtevanın size kendi kokusunu verebilmesi… Nihayetinde şehir ruhu, medeniyet kaynaklı olarak ‘yaşanmaya değer’ bir hayat verir şehre…

Ruhanîliğin etimolojisine baktığımızda; nefes, soluk, rüzgâr, güzel koku gibi anlamları da kuşatıyor. Bu anlamlarıyla bile şehirlerimizin birçoğu ruhanîliğini kaybetmiştir. Varolan sadece iskeletleri… Biz ise “bakma tavrı”mızı kaybettikten sonra şehirde hangi mekana, hangi gözle bakacağımızı da kaybettik. Adeta gördüğümüzü zannediyoruz, ama aslında bakışımız “körleşmiş”.

İşin bir diğer tarafı: Görme tavrınız, referansınız bir medeniyet tasavvurundan kaynaklanıyorsa, modern zaman şehirlerinin hangisine bakarsanız bakın Evliya Çelebi’nin bahsettiği “ruhanîliği” asla göremeyeceksiniz, göremiyoruz.

Görebilmek için önce görecek idrak, sonra görecek göz, sonra bakma tavrı gerekli. Devamında gördüğüyle rabıta (içsel bağ) kuracak bir bünye, yâni ruhanîlik gerekli. Bakma tavrımız olsa bile, bu tavrın yöneleceği bakılacak ve ruhunu hissedeceğiniz mekân gerekli.

Modern zaman şehirlerinde ve mekânlarında ruhanîlik yok! Medeniyet şehirlerinin ise “ruha ihtiyacı” yoktu. Çünkü onların dokularına nüfuz etmiş bir ‘medeniyet ruhu’ vardı.

Şehirlerimiz niçin ruhaniliğini kaybetti? Veya yeni şehirlerimizde niçin ruhanilik yok? Çünkü medeniyet idraki, şehir telâkkisi, mekân bilinci ve bunların sürekliliğine ilişkin şehir yöneticilerinde hiçbir bilgi, birikim, derinlik, estetik, muhteva yok. Kaygıları da yok. Onun için ortaya çıkan yapılar, insanın üzerine yürüyen, insanın üzerine çöken, adeta insanı yok etmek için inşa edilen ahir zaman alametleri gibi…

Evliya Çelebi’nin hayret ettiği ve “o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, seyirliktir.” cümlesini bugünün şehir yöneticileri beyinlerine, ruhlarına kazımalılar. Yaptıkları mekânların “nasıl bir ruha sahip olması” gerektiği üzerinde kafa yormalılar.

Şehir yapılanmalarında yol gösterici kılavuz niteliğindeki bu cümle, ruhanîliğin tasarımı aşmış bir tasavvurdan kaynaklandığını da içeriyor.

Üstad Necip Fazıl bir yazısında “satıhta süslenmek isterken ruhta kuruduk” der. Şehirlerinizi, mekanlarınızı ne kadar görkemli yaparsanız yapın, ne kadar süslerseniz süsleyin, size ruhanîlik kokusu vermiyor, sizinle ruhanî bir bağ kuramıyorsa ‘ruhta kuruma’ başlamış demektir.

Peki, “ruhsuz bir dünya”da inşa edilen şehir ve mekânların nasıl bir ruhu olabilir? Ontolojik çatlama şeklinde çıkış, huruç olabilir mi? Henüz medeniyet kökleriyle bağlarını bütünüyle koparmamış şehirlerimizde eski mekânlarla yeni inşa edilecek mekânların ‘ruh yakınlığı’nı, ruh yansıtıcılığını sağlamak, öncelikle yeni mekânların, eskinin ‘bugün yaşayan’, bugüne taşınan ruhuna sahip çıkılmalıdır.

Ruhsuz bir şehre ruh taşımak, şehrin tarihselliğinde yatan ruhaniliğini keşfetmesine bağlıdır.

Hacı Bayram-ı Velî “ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin ruhuna işaret ediyordu. Şehrin ruhu, şehrin tüm mekânlarına işlemiştir, sinmiştir. Tıpkı oksijenin hayatımızı kuşattığı gibi şehrin ruhu da şehri kuşatır. İnsan gibi şehir de “ruhu” ile vardır. Ruhun terk ettiği insan nasıl ki “insan” değil “ceset” ise, şehir de ruhunu terk ettiği an veya ruhu şehri terk ettiği an cesetten ibaret kalır.

Şehrin ruhu varsa dili vardır, sırrı vardır. Dünü ve yarını vardır.

“Kentsel dönüşüm” denilen istilânın şehirlerimizi kasıp kavurduğu ve hiçbir tarihsel değer, norm, kural tanımadığı bir dünyada ruhanîliğin yeri yok. Sadece seyirlik ve metabolitik mekanlardan ibaret bu dönüşüm ruhanîlik yerine insiyakî (içgüdüsel) bir refleksle izah edilebilir. Ne yazık ki dönüşe dönüşe kendini tanıyamaz ve yaşanamaz hale gelecek olan şehirlerimizde sadece ‘yiyecek arayan’ sürüngenlerden başka canlı kalmayacak!

Yaşadığımız şehrin ruhanîliğinin her geçen gün kaybolmaya başladığı bir zaman diliminde, ‘değişim, dönüşüm’ çılgınlıklarına kurban edilmesinin önüne maalesef geçilemiyor. Bunun nedeni siyasî olmaktan önce idrakî’dir. Siyasîlerde ve yerel yöneticilerde tarihsel bilinç, şehir ve medeniyet idraki olmayınca ortaya ‘kentsel dönüşüm’ denilen, insanın ve şehrin kıyameti yâni kaosu çıkıyor.

Ne kadar süslenirse süslensin modern zaman şehirlerinden ve mekanlarından ruhanilik yansımıyor!

Eskilerin “vaaz-ı cedid değil, keşf-i kadîm lazım” dediği, kadîm ve kalıcı olanı yeniden ortaya çıkarma yönünde zihinleri zorlamak gerekiyor. Tabii böyle bir zihin varsa!

(Günebakış, 4 Nisan 2012)