26 Mayıs 2011 Perşembe

"ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI" VE ENDİŞELERİMİZ -II-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kurulması düşünülen “Şehircilik Bakanlığı” ile ilgili endişelerimizi anlatmaya devam ediyoruz.

Türkiye, Osmanlı’dan bu yana 88 yıldır hiçbir “yeni şehir” kuramadı. Cumhuriyet ideolojisi kendi mimarî stilini bile belirleyemedi, oluşturamadı. Şehircilik adına mevcut şehirlerin ya tahribi veya kontrolsüz büyümesinden başka bir şey yapılmadı.

Bugün eğer idraklerimizde “şehir ve medeniyet tasavvuru” olsaydı, bu tasavvuru tasarıma/inşaya dönüştürecek teknik imkânlara sahip olma avantajıyla “yeni örnek şehirler” oluşturulabilirdi. Ama bu müthiş imkânlar heba edildi, boşa harcandı.

Var olan tarihi şehir ve mimarî örneklerimiz, sadece “seyirlik” bir merakın ötesinde, modern zamanlara taşınması gereken, idrak ve inşa edilmesi gereken bir sürekliliği de ihtar eder. Böyle bir idrak olmadıktan sonra kurulacak “Şehircilik Bakanlığı”nın isminin ötesinde bir anlamının olmayacağını söylemeye gerek yok.

Her yeni kurum ve birimin ihdasında aynısı olmuştur ve görünen odur ki aynısı olacaktır.

Tarihsel şehircilik ve mimarî birikimimizden modern zaman şehirleri çıkaracak, yönetici bir irade, teknik kadro ve bürokrasinin bulunmayışı bir yana, böyle bir kaygının olmayışı, ülkemizin tarihî şehir ve mimarî zenginliğini de ‘fosil’ haline getiriyor. Sadece bu vebal bile herkese yeter de artar !

Nasıl bir şehir, nasıl bir şehircilik bakanlığı?.. gibi temel sorularla siyasîlerin ve bürokratların zihinlerini yormaya hâcet yok. Çünkü ortada kendilerinin de bütününü kuşatamayacakları, derinliğini bilmedikleri bir ‘yapılanma’ya gidecekleri anlaşılıyor. Kuruluş yasası, alt birimleri bir yerlerden kopya edilir olur biter. Öyle değil mi ya, Amerika’yı yeniden mi keşfedeceğiz??? Dünyada uygulamaları yok değil ya! Yeni bir kopyalama yöntemiyle iş halledilir (!)

Şehircilikte kopyalama, insanları ‘karbon haline getirmek’le neticeleniyor.

Şehircilik davasında da önce ‘yabancılaşma’, sonra ‘benzeme’, sonra ‘kendi olmama’, sonra da büsbütün ‘yok olma’ böyledir işte. Tedrîci, evrimci bir süreçtir.

İşte böyle bir “mesut cinayet”e yol veriyor/verecek Şehircilik Bakanlığımız.

Ortada henüz sadece ismi var. Ama ismi belirdiğine göre cismi de yolda olsa gerek. Siyasî irade doğuma karar verince doğum hemen gerçekleşir. Vaktini beklemeye, doğum şartlarını hazırlamaya gerek yok. Doğumun sancısız olacağı görülüyor. Ancak, çoğu kez sancısız doğumlar prematüre, spastik, özürlü canlılara sebep olur. Ülkemizin “yapılanma haritası” bunun mebzûl örnekleriyle dolu…

Üzerinde çılgınca dolaştığı hazinelerinden habersiz, gözü sürekli yaban ellerde, onlardan iane ve medet bekleyen bir ülkenin yaşayabileceği dramın sonu kendi hazinelerinden daha da uzaklaşmak ve giderek kendini tanıyamamak gibi bir akıbet olacaktır.

Çünkü “şehir kurmak”tan anladığı “istif depoları” veya “hangar”lar olan bir zihniyetten başka bir şey beklenmez.

Ortada hazmettiğiniz, özümsediğiniz bir tarih, medeniyet, gelenek ve kültür temelli bir şehir idraki yok ki modern zamanlarda inşa ve ihya derdi çektiğiniz şehircilik bakanlığınız olabilsin..

“Tarih ve Medeniyet” kavramını ‘hamaset’ malzemesi yapanlarla, bu kavramdan nefret edenler, aslında aynı kavşakta buluşuyor. Tarihe baktığını zannedenlerin de, tarihten kaçanların da akraba oldukları işin finalinde anlaşılabilecek.

Tarihî idrak; geleceğin inşasıdır, geleceği kurmaktır. Tarihî şehir idraki de, geleceğin şehrinin inşa şartıdır.

Şuuraltı komplekslerden bir türlü temizlenememiş toplumların yöneticileri, “güç zehirlenmesi”nin verdiği kibirle böyle bir “tarih ve medeniyet idraki” ihtiyacından ve bu ihtiyacın doğuracağı “inşa”dan müstağnidirler (!)

Tekrar edelim: “Şehircilik Bakanlığı”na karar veren iradenin “şehir idraki” olduğundan emin değiliz. Gecekonduları ortadan kaldırma adına metropollere yeni yamalar şeklinde “ek”ler yapmak şehir idrakini göstermiyor.

Türkiye, cumhuriyet tarihinde benzeri olmayan bir fırsatı 8,5 yıldır yakalamışken, yâni tek başına bir siyasi irade ile yeni ve yaşanılabilir şehirler inşa edebilecekken maalesef TOKİ ve yerel yönetimlere emanet edilen bu hayatî görev kötüye kullanılmıştır. Şehirlerimiz, iyi-doğru ve güzel bir yüz ve muhtevaya kavuşabilecekken, kötü-yanlış ve çirkin bir silüete büründürülmüş, insanlar kaos ve beton hangarlarda yaşamaya mecbur edilmişlerdir.

İnsanların mı, robotların mı inşa ettiği belli olmayan ‘toplu insan tüketimi’ne memur şehirleri “marka şehirler” veya “vizyon şehirler” olarak nitelemek, iddialarınız ne olursa olsun tarihî şehir mirasımıza tam bir yabancılaşmadır.

Kimileri, bu satırları ‘nostalji’den, ‘fantezi’den, ibaret görse de biz, şehrin tıpkı vücudumuzdaki tüm organlarımızın bize emanet edildiği gibi bir ‘emanet’ olduğunun idrakiyle yazmaya devam ediyoruz, edeceğiz.

Modern zaman şehirlerinin “nasıl inşa edilmesi”ne dair ne kitap okuma ihtiyacı, ne de modern zamanlarda inşa ve ihya derdi çekmeyen, şehir adına okudukları ofis duvarlarındaki plan notları olanların imar ve inşa edecekleri şehirler, insan cesetleriyle dolu morglardan ibaret olacaktır.

Bu şehirlerde yaşayacakların tek bir iradî hürriyeti olacak. O da; ‘şehir kurma’nın ‘şehir yıkma’dan farksız olduğunu anlamayan ‘şehir gardiyan’larını alkışlamaya mahkûm olmak… Böylece sadist bir zevk duyma trajedisine davet ediliyoruz.

Bu eleştirilerimize rağmen, gene de kurulacak “Şehircilik Bakanlığı”nın şehirlerimize musallat yeni bir hayalet olmamasını dileyerek, siyasî ve bürokratik kurucularının öncelikle büyük muhakkik mimar Turgut Cansever’in eserlerini hazmetme zahmetine katlanmalarını tavsiye edelim.

Bir de “tarih, şehir ve medeniyet” sınavından geçirilmeleri…

Kim geçirecek? Kim geçirilecek? O da meçhul ya…

İnşallah endişelerimizde yanılırız!

(1 Haziran 2011)

24 Mayıs 2011 Salı

"ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI" VE ENDİŞELERİMİZ -I-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Medyada “Şehircilik Bakanlığı” kurulacağı haberlerini okuyunca ürperdim. Öyle görülüyor ki seçimlerden sonra yeni bir bakanlar kurulu yapılanmasında öncelikle “Şehircilik Bakanlığı”na yer verilecek. Sonra da bu bakanlık tarafından ‘ulusal yerleşim planları’ (!) yapılacak.

Ülkemizde devlet eliyle ihdas edilen her kurumun, yeni sorun alanları açmaktan, toplum üzerinde yeni baskı mekanizmaları oluşturmaktan, hayatı daha da kaosa sürüklemekten başka bir şey getirmediği bir gerçek. Bu gerçek literatürümüzde ‘kamunun hantallığı’ sözüyle de yer almıştır. Bugüne kadar önce “nafia”, sonra “imar ve iskân” daha sonra da “bayındırlık” olarak hizmet veren bakanlıklarımız şehirlerimizi ne kadar mamur ve bayındır hale getirmişlerse, yeni kurulacak “şehircilik bakanlığı” da “devlette devamlılık esastır” kavlince (!) memleketimizi bayındır kılmaya devam edecektir diye düşünüyorum.

Ne kadar bayındır ve mamur olduğumuz ortada…

Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’dan devralınan muazzam tarihî şehir mirasımızı 1950’lere kadar redci bir anlayışla “nasıl yokederim” diye hesaplar yapan ve gerçekleştiren; 1950’lerden sonra da “şehir imar planları”yla birçok tarihî şehrimizin dokusunu bozan ve arabeskleştiren, 1980’lerden sonra ‘metropol’ görmemişliğiyle saldırarak şehirleri betonlara emanet eden, 2000’den günümüze kadar ise “kentsel dönüşüm” adıyla TOKİ ve yerel yönetimler marifetiyle tarihî şehir mirasımızdan büsbütün habersizlikle hiçbir canlının uzun süre yaşayamayacağı beton ormanları meydana getiren bir zihniyet halen icraatlarına devam ediyor.

Sadece şehirciliği sözkonusu ederek söyleyelim ki; “devlet gücü”nü elinde bulunduran bu zihniyet, zaman zaman düşünce farklılıkları gösterse de bir sürekliliğin nihaî durağı olarak şehircilik bakanlığında kendisini yeniden gösterecek. Böylece, karakteri aynı fakat şekli her defasında değişik ‘kurgu yaratık’lar gibi şehirlerimizin kâbusları sürekli yüz değiştirip geri dönüyor.

Şehircilik davamızda, öncelikle hangi dünya görüşüne bağlı, hangi tarihe ait, hangi medeniyete mensup olduğuna ya “red-inkâr” veya “müphem-belirsiz” cevaplar vermiş her iki yakanın aslında birbirinden farkı yok. Gücü elinde bulunduranın ‘güce endeksli’ iktidar sarhoşluğuyla şehirlere musallat olmasının bedelini çok ağır bir şekilde hem bugünkü hem de gelecek nesiller ödeyecek.

Ne yazık ki, tüm cumhuriyet tarihi boyunca ve bugün yakalanan müthiş atmosfer, imkân ve fırsata rağmen şehircilik davamızda yeni bir “anlayış”, yeni bir “yol”, yeni bir “üslup” getirilememiş, insanımız “yaşanmaya değer şehir”lerde değil de “soğuk hava deposu”ndan ibaret şehirlerde “konserve kutuları” şeklinde mekânlara hapsedilmiştir. Varlıklısı da öyle, dar gelirlisi de.

Şehir ve mekân algımızda önce idrak kanalları yok ediliyor, sonra hafıza siliniyor, sonra da önümüze dikilen “nekropol”ler bize “yaşamamız gereken ideal mekânlar” olarak dikte ediliyor. Biz de “nekropole prangalı mahkûmlar” olarak biyolojik hayata devam ediyoruz.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden bu zihniyetin siyasî yüzü dönemsel olarak değişse de şehir algısı hep aynı kalıyor. Neyi inşa edeceğine dair bir şehir idraki olmadığı için, önüne gelen her şeyi yıkan ve yerine ağzının suyu akarak fotoğraflarda seyrettiği batının metropollerini kopyalamaya çalışan bu zihniyet marifetiyle şehirlerimiz bugün yaşanamaz hale gelmiş durumda.

Bu iki zihniyetten biri, yaptıklarıyla kökleri imhayı bilinçli sürdürürken, diğeri köklerinden habersiz bir gafletle şehirlerimizi “mamûl istif deposu” haline getiriyor. Mamûl yâni, şehirde kullanıma hazır nesneler…

Endişeliyiz… Endişelerimizde de haksız olduğumuzu düşünmüyoruz. Çünkü söz konusu süreç, şehirlerimizin inşa ve ihyasını değil, ortada kalan son tarihî şehir mirasının da imha ve iptalini ilzam ediyor, zorunlu kılıyor.

“Şehircilik Bakanlığı” kurulmasına ilişkin karar, şehir derdi olanların sevinmesi gereken bir karar olmalıydı. Ama biz aksine düşünüyoruz…

Şehirlerimize bir “hayrı”nın olmayacağı şimdiden belli olan bu bakanlığın, isminin ötesinde “şerr”inin olacağını şimdiden görür gibiyim. Kehanet sahibi değil, olanlardan hareketle olabilecekleri tahmin etme gibi bir idrakle bunu söylüyorum.

Şehir derdi olan herkesin de son yıllarda “kentsel dönüşüm”, “marka şehir”, “toplu konutlar”, “vizyon şehirler”, “uydu kentler” adına yapılanları görünce aynı şekilde endişelerinin artacağını düşünüyorum.

Hiç şüphem yok ki Türkiye yeni “Şehircilik Bakanlığı”yla yeni ve hantal bürokrasi stoğunu artırmaya, yeni şehir kaoslarına, zevksizliklerine sahne olacak. Korkarız ki bu bakanlığın yönetim kadrosunu büyük ölçüde TOKİ ve mevcut Bayındırlık Bakanlığı bürokrasisi oluşturacak. TOKİ “plânlı kentleşme ve konut üretimi programı kapsamında başlatılan konut seferberliği ile; 2003-2010 arasında 81 il 800 ilçede 496.421 konu” yaptığını, bunun “100 bini aşkın nüfuslu 19 şehir demek” olduğunu ‘göğsünü gere gere’ anlatıyor. TOKİ, bundan sonraki hedefini ikinci 500 bin konut olarak açıklıyor… Hele bir de “Şehircilik Bakanlığı”mız kurulursa vay şehirlerimizin haline, vay memleketin haline!

“İnsan depolamak için beton kutuları, aralarında bir miktar yeşil alan/park, cami, okul, kreş ve sağlık ocağı.” Şehirden anladıkları bunların toplamı. Bu toplamdan bir “ruh” ortaya çıkıyor mu? Tasarlayanlarda olmayan şey tasarlananlarda olabilir mi?

Haftaya bu konuya devam edeceğiz…

(Günebakış, 25 Mayıs 2011)

15 Mayıs 2011 Pazar

TUTKU, BAĞLILIK VE ŞEHİR İDRAKİNE DAİR...Veya 'ŞEHİRDE DEPOLANAN İNSAN…'

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Batı şehirleri ile doğu şehirleri arasında, iki ayrı dünya görüşünden kaynaklanan temel idrak ve inşa anlayışında en önemli ayrıntı: Birisinde; şehir karşısında insanın kendisini âciz, mağlûp, mahkûm hissetmesi; diğerinde ise varlığını idrak ettiği, onunla kalbî bir ilişki kurduğu şehre varlığını hâkim hissetmesidir.

Şehirlerin kuruluşundaki bu tarihsel gerçeklik, şehirlerin genlerine müdahale edildiği modern zamanlara kadar devam etti. Bugün ise şehrin, insanın kendisini cansız bir nesne gibi depoladığı ‘hangar’a dönüştüğünü söylemek abartılı mı olur? Batıda kimi şehirler kuruluş felsefelerine uygun olarak varlığını sürdürürken, bizim şehirlerimiz tarihselliklerinden, insana ait olandan ve insanın muhtaç olduklarından giderek uzaklaştırılmışlardır.

İnsanın hâkimiyetindeki şehirle, şehrin egemenliğindeki insanın var olduğu bu düzlemin referansı ‘dünya görüşü’ydü. Dünya görüşü olabilmesi için öncelikle “görecek meleke” ve “görülebilecek dünya”nın idraki gereklidir.

Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılanları gördükçe, artık kemikleri bile kalmamış insan cesetlerini saklayan antik zaman “nekropollerinin” çok daha “insanî” olduğunu söyleyebiliyoruz. Düşünün, bu nasıl bir trajedidir.

Çünkü yapılanları gördükçe günümüzün şehirlerine bakarak “burada insanlar yaşıyor” demekte zorlanacağız, “burada insanlar yaşıyordu” diyerek nekropollere neredeyse hasret kalacağız.

Şüphesiz tarihsel kültürümüzde “nekropol”lere yer yok. Yani kibriyle hayata meydan okuyan taştan şehirler bizim “dünya algımız”a yabancı. Bizim kabristanlarımız hayatın bâkiliğini değil, fâniliğini insana hatırlatırdı, hissettirirdi. Şimdi ise şehir tasarım ve dönüşümünde kabristanlar da hayatın dışına ‘atıldığı’ için şehirde “var olmak” için mi “yok olmak” için mi bulunuyoruz sorusuna bile doğru cevap veremiyoruz.

Bugün “hangi dünya görüşü”ne dayandığı meçhul, arabesk, anlamsız bir şehir anlayışının hüküm sürdüğü ülkemizde, insanla diğer varlıkların “nasıl yaşadıkları”nın hiçbir anlamlı bir izahı neredeyse kalmamıştır.

Yazıma şehre ilişkin kategorik bir sınıflama ile başlamamın nedeni: Oldukça zor metinler üzerinde çalışan, onları Türkçeye kazandıran kadîm ve çalışkan dostum Ahmet Aydoğan’ın tercümesini yaptığı Max Weber, Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Don Martindale’den çevrilmiş önemli yazılarının olduğu “Şehir ve Cemiyet” isimli kitabını dikkatlere sunmak içindir.

Batı şehirleriyle ilgili temel metinler arasında sayabileceğimiz kitabın önsözünde “Şehir her zamanki gibi günümüzde de çapulların iştahını kabartmakta, bu bir vakıa ve inkârı kabil değil; fakat yaşadıklarımız günümüzün çapullarının şehre yozlaşmanın daha da şiddetlendirilmesinden başka bir katkısı dokunmayacağını göstermektedir", diyor Aydoğan ve Goncourtların Paris’e seslenen uzun bir parafını aktarıyor.

Bir şehrin “ne olduğu”ndan çok “nasıl görülmek istendiği”ne, şehrin mânâsına, insan-şehir ilişkilerine kadar önemli ipuçlarını bulabileceğimiz bu paragraf, “batı şehri”nde nelerin önemsendiği, şehrin neleri barındırdığı, neleri çağrıştırdığına vurgu yapıyor.

Tarihî kültürümüzde şehir de dahil olmak üzere, inşa edilmiş olan her şeyin kendi “zatı”yla ne olursa olsun, “neye davet ettiği”, neye sebep olduğu ve neyi işaret ettiğine göre anlam kazandığına burada tekrar vurgu yapalım.

Şimdi kaynağını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum: “İnsanlar yaptıklarınızı unutur, hissettirdiklerinizi asla!” Bu cümleyi şehre adapte ettiğimizde; şehirlerin insana hissettirdikleri ile insanın şehirlere hissettirdikleri karşılıklı olarak unutulmaz bir ilişki içerisindedir. Bizim şehir idrakimizin ekseni de bu ilişkidedir.

Bu bilinçli bir aidiyet midir?

Aidiyet; bağlılığın şuurlaştırılması ve davranışa dökülmesi halidir. Alelâde tutkunun ‘bağlı’lık olmadığı, davranış biçimi haline gelmemiş reflekslerin de kontrolsüz mekanik hareketten ibaret olduğunu biliyoruz.

“Ait olma” ait olunandan izler taşımaktır. Ait olunanla ruhî ve kalbî bir ilişki kurabilmektir. Aidiyetin kemâli; varlığınızın ait olduğunuzla yeni bir varoluş biçimine ulaşmasıdır. Neye yönelik olursa olsun aidiyetin muhabbetle olan ilişkisi doğrudandır. Eğer şehrinize olan aidiyetiniz muhabbetten kaynaklanmıyorsa bu hal sadece “tutku”dan ibarettir.

Bu anlamda, yukarıda bahsettiğimiz Ahmet Aydoğan’ın çevirdiği “Şehir ve Cemiyet” isimli kitapta Goncourtlar’ın batı şehirlerinin sembolü olan Paris’e seslenişini okuyalım:

“Ey Paris! Sen ki dünyanın kalbisin, merhametli, kardeş büyük şehirsin. Rikkatli düşüncelerin, bir zamandan kalma merhametli âdetlerin, fakirler menfaatine verilen temsillerin var.
Zengin gibi fakir de senin hemşehrindir. Kiliselerin İsa’dan bahseder; kanunların eşitlikten, gazetelerin ilerlemeden bahseder; bütün hükümetlerin halktan bahseder; ama sana hizmet ederken ölenleri, senin lüksünü meydana getirmek için kendilerini feda edenleri, sanayiinin yarattığı dertlere kurban gidenleri, senin uğrunda çalışmak, sana rahatlığını, zevklerini, debdebeni temin etmek için ömürlerini harcamış olanları, senin canlılığını, gürültünü meydana getirmiş, ömürlerinin zincirini senin hükümet merkezi olarak devamına vakfetmiş olanları, sokakların kalabalığı ve büyüklüğünün ahalisi olmuş olanları sen bak nereye atıyorsun!

Bütün mezarlıklarında, bir duvar dibine gizlenmiş böyle, utanç verici bir köşe var; o insanları alelacele bu yerlere tıkarsın ve toprağı üzerlerine o kadar hasisçe atarsın ki, tabutlarının ayak uçları bile meydanda kalır! Sanılır ki, merhametin onların son nefesleriyle birlikte sona ermektedir, ‘meccani’ olarak gördüğün son iş temin ettiğin hasta yatağıdır; hastaneden sonra, sen ki o kadar muazzam ve muhteşemsin, o insancıklara ayıracak bir yer bulamıyorsun! Yüz sene önce şifahanelerinin çarşafları altında can çekişenleri bir araya atardın, şimdi de ölenleri birbiri üstüne yığıyorsun!..”

Batı şehirlerinin insanı “ezmesi”nden, yok etmesinden bahsederken, acaba içerisinde yaşadığımız şehrin/şehirlerin de Goncourtların seslendiği Paris’ten farkı kalmış mıdır?

Şehri nasıl kurgular ve kurarsanız, şehir de size öyle karşılık verir.

Yukarıdaki satırlar, öncelikle şehrimizin yarınını inşa etmeye değil de “yarınını tüketmeye” memur şehir muktedirlerine ve şehir ahalisine ithaf olunur.

Şehir bize, biz şehre ait olamıyorsak, bizim şehrimizle, şehrimizin de bizimle kalbî bir “akdi” yok demektir.

Ahmet Aydoğan dostumuzla çevirdiği kitap üzerine telefonda konuşurken, şehirlerimizin bugün düşürüldüğü hal ve onları bekleyen hazin akıbetle ilgili söylediği sözle bitireyim. Hassasiyetlerini bildiğim Ahmet kardeşim, kendi şehrine gitmekten korktuğunu, çünkü “içimde öyle bir hicran yarası var ki doğduğum yere gidemiyorum.” diyordu. Kendimizi “bağlı” ve “ait” hissettiğimiz şehrimize gidemeyecek hale gelmişsek şehrimizin bize, bizim şehrimize veda vakti gelmiştir.

Artık insan şehirden kaçıyor demektir, ama onun kollarına doğru; artık şehir insana ihanet içindedir, ama okşamaktadır da onun zaaflarını.

Refah vadeden cehennemden, uğursuz labirentlerden, taşların ürkütücü geometrisinden, seslerin vahşetinden, sessizliğin endişesinden, muktedir ve hoyrat ellerin buyurganlığından, mekânın iffetine dahledenlerin gafletinden ve dahi ruhumuzu senden önce kabzetmeye gelen vandalların tasallutundan koru bizleri Rabbim.

(Günebakış, 18 Mayıs 2011)

10 Mayıs 2011 Salı

ŞEHİRDE "GURUR DUYMA" SENDROMU..

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bazı gerçekler “söyleyene göre”, bazıları da “söylenen”e göre dikkat çeker, önem kazanır. Bizim gibi “kimin söylediği”yle meşgul olan toplumlarda/şehirlerde gerçeklerin dikkat çekmesi “söyleyen”le kaim.

Şehrimizde de “ne söylendiği”nden çok, “kimin söylediği” önemli.. Özellikle de futbolda..

Trabzon, yakalandığı ve görünen odur ki uzun süre çıkması mümkün olmayacağı spor/futbol anaforunda savrulmaya devam ediyor. Futbol uğruna modernitenin ‘antik eğlenceleri’yle kendinden geçmeye devam ediyor. Sahip olduğu “kadîm medeniyet değerleri”ni bir kenara bırakıp, modern zamanların ‘afyonu’ olan futbolu ‘kutsal etkinlik’ olarak büyük bir ihtimamla sürdürüyor. Aslında işin sahibi “küçük bir seçkin azınlık” ancak, şehir halkı öyle bir koridora sokulmuş ki, futbol topunun gittiği yöne doğru ‘mecburi istikamet’e mahkûm edilmiş. Küçük bir azınlığın itibar ve imtiyazı, bütün bir şehir halkının adeta varoluş/yokoluş davası haline gelmiş durumda.

Bu tablonun özeti şu: Ne yazık ki Trabzon futboldan başka şahsiyet bulacağı bir alanda varlık gösterememeyi kabul etmiş bir şehir olarak kendini futbola prangalamış. Sanki şuuraltına “sadece futbol ve türevleriyle varolabilirsin!” cümlesi kazınmış.

Son aylarda yeni bir gezegenin fethine çıkmış gibi hummalı bir hazırlığın içinde gördüğümüz Trabzon, insanının enerjisini adeta yok etmek için var gücüyle gene kutsal (!) futbol ayinlerine devam ediyor.

Bu hazırlığın sebebi: 2011 Avrupa Gençlik Olimpiyatları. Şehrin rüyalarında bir imge daha var Trabzonspor'a ortak çıkan: Olimpiyatlar...

Modern zaman ayinlerinden böyle bir etkinliğin Trabzon’da sergileniyor olması şehre ne katacak henüz tahmin etmek zor? Bilemiyoruz. Bildiğimiz, epey şeyleri daha götüreceğidir. Trabzon’un “tarihî hafızası”nı unutmasına önemli katkısı olacak. Bundan şüphemiz yok. Bizim derdimiz de bu. Malûmatfuruşluk yapıp da “turist akını olacak, ekonomik hareketlilik artacak, Trabzon tanıtılacak” gibi şehir için hiçbir kalıcı etkisi olmayacak paketlenmiş cevaplara itibar etmiyoruz.

Geçtiğimiz hafta bir televizyon kanalının 2011 olimpiyatlarıyla ilgili yönelttiği soruya Vali: “Trabzon deyince akla ilk gelen Trabzonspor'dur” cevabını veriyor. Ve Gençlik olimpiyatlarıyla Trabzon’un spor temelinde ilişkisini kurarak açıklamalarda bulunuyor.

Sonra da ülkemizin spordan sorumlu Trabzonlu Bakanı aynı TV muhabirine mütebessim bir ifade ile: “Trabzon’un spor kenti olma özelliği katlanacaktır.” açıklamasında bulunuyor. Valinin, özellikle de bakanın ne kadar mutlu oldukları bütün kimyalarından okunuyor.

Biz Vali ve Bakan gibi düşünmüyoruz, düşünemeyiz, düşünmemeliyiz, düşünmeyeceğiz.

Niçin?

Çünkü bizim “şehir” diye bir derdimiz var. Şehir diye dersimiz var. Bizim şehrimiz “arena-stadyum” değil..

Şehir derdi olanların, bağlamından kopmuş yukarıdaki ifadelere katılması mümkün değil.

Çünkü Trabzon deyince akla Trabzonspor gelmemeli.

Bakanın ve Valinin vehmettiği ve zannettiği gibi Trabzon için “spor kenti” olmak “belirleyici bir özellik” değildir.

Trabzon’un kadîm bir “medeniyet şehri” olduğunu görebilenler, şehri doğru okuyabilenler, hafızasını bugüne taşıyabilenler spor adına, futbol adına şehrin itildiği girdabın farkında olurlar.

Sürekli tekrarladığımız gibi Trabzon’un değiştirilemeyen, değiştirilmeye çalışılsa da direnen muhtevasında hâlâ canlı olan “gen”lerinde “medeniyet şehri” kimliği gizlidir. Peki, şehre bugün bakarak soralım: Trabzon medeniyet şehri midir? Hangi medeniyet? Hangi şehir? Hem sormak hem de cevap vermek cüret ister. Niçin? Çünkü (Cemil Meriç’in deyimiyle) “Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ''Ben Avrupalıyım'' demeğe başladı, ''Asya bir cüzamlılar diyarıdır… Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: ''Hayır delikanlı'', diye fısıldadılar, ''sen bir az-gelişmişsin…”

Şehrimizin tarihselliği ve güncelliğiyle durumu aynen bu şekilde.

Ne söylemek istiyoruz? Kime söylüyoruz?

Trabzon’u ısrarla “spor ve türevlerine mahkûm ve mecbur etmek” isteyen bir proje var. Bu proje bütün zihinleri işgal etmiş durumda.

Şehir halkı da değişik adlar ve etkinlikler altında uygulanan bu projelerle “gurur duyması” için uygun hale getiriliyor!

Bir şehrin nelerle gurur duyduğu veya niçin gurur duyduğu da ayrı bir meseledir. Bu “gurur duyma” psikozu, sadece şahsiyet kompleksine yakalanmış insan ve şehirlerin şuur altlarında vardır. Kontrol altında bulundurulmak istenen şehir ve toplumlarda bu kompleks sürekli diri tutulmak istenir.

Trabzon da bu “gurur sendromu”na sokulmuş şehirlerden birisi durumuna getirilmiştir.

Futboluyla gurur duyar. Tereyağıyla gurur duyar. Balık çeşitleriyle gurur duyar. Yani reflekslere ve gastroya indirgenmiş bir “gurur” şehri. Ne hazin!

Şehirlerin “ne yaptıkları”, gelecekte “nasıl hatırlanacakları”nın göstergesidir. Kadîm medeniyet şehirlerinin bugün bile “medeniyet değerleri”yle hatırlanıyor olması, onların modern zamanlarda hâlâ bu değerleri yok edecek veya bastıracak değer üretemediklerini de gösterir.

Ama Trabzon bu konuda bir ilk’i başarıyor.

Kadîm medeniyet değerlerini bastırarak, üzerine “futbol değerleri” koymakta oldukça mahir bir çizgi geliştiriyor. Şehrin büyükleri (!) de bu işin öncüsü.

Üstad Necip Fazıl’ın Sakarya için söylediği mısrayı, biz şehrimiz Trabzon için söyleyebiliriz:

“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”

Bir medeniyet şehrinin paryalaşması işte böyle olur. Geçmişine adeta ihanet eden “bugün” ve “yarın” inşasına çalışmak. Bunun öncüsü FUTBOL!

Ve bununla “gurur duyma”sı için manipüle edilen şehir!

Trabzon Trabzon’a iade edilmedikçe, futbol şehrin silüetini karartıcı bir etkinlikten ‘sadece bir etkinlik’e dönüştürülmedikçe akıbet hayr değildir.

Yazımı bitirirken “gurur”la “mağrur”luğa dair küçük bir etimolojik kapı aralayalım: Gururun kelime karşılığı; aldatma, aldanmadır. Mağrur ise; gafil, aldatılmış, kandırılmış, anlamındadır. Şimdi, niçin gurur duyup mağrur olmamızın ne anlama gelebileceğini bir de bu karşılıklarıyla düşünmeye ne dersiniz?

(Günebakış, 11 Mayıs 2011)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

ŞEHİR, VARLIK VE BİLİNÇ KOMASINDAKİ İNSAN

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yaşadığı yerin farkında olan, yaşadığı yere bağışıklık kazanan, yaşadığı yerle bütünleşen, yaşadığı yeri terk etmeyen, zorla çıkarılsa bile tekrar oraya dönebilen yegâne varlık insan mıdır? Bu soruya herkes “evet” diyebilir. Doğrusu da budur. Çünkü yaşadığı yerin farkında olan, niçin orada yaşadığının hesabını verebilen tek şuurlu varlık insandır.

İnsanın yeryüzündeki varoluşuna anlam katan önemli bir gerçek olmasına rağmen hakikatte yaşadığı yerin “idrakinde” midir insan? Bu soruya “olmalı” demek zorunda kalıyoruz. Çünkü insanın taşıması gereken sorumluluk, yaşadığı yere, yani şehrine karşı böylesine bir ‘farkında’lığı, bağışıklığı, bütünleşmeyi, terk etmemeyi gerektiriyor.

Aidiyet, mensubiyet, mes’uliyet bunu gerektiriyor.

Ancak; insanın çoğu kez gösteremediği bu duyarlılığı gösterebilen varlıklar/canlılar da var.

Bitkileri toprağından koparıp başka bir yere naklettiğinizde uzun süre oraya intibak edemezler, sararıp-solarlar, durgunlaşırlar, direnirler, yaşamaya çalışırlar. Hayvanlar da bunun gibi, yaşadıkları yerden koparıldıklarında yeni yerlerine karşı yabancıdırlar. Çoğu kez de taşındıkları yere uyum sağlayamayıp ölürler. O’nun için varlıklar için esas olan, anlamlı olan, yaşadıkları iklimin dışına çıkarılmamalarıdır.

Peki, insan dışındaki canlıların yaşadıkları yeri terk etmemeleri, yaşadıkları yere adeta varlıklarını adamaları oraya aidiyetlerini mi gösteriyor?

Bitkilerin ve hayvanların var olabilmeleri için gerekli yere olan vazgeçilemez bağımlılıkları, bağlılığın ötesinde bir varoluş sebebidir. Bağımlı olmak, gayr-i iradî bir tutunuş, bağlılık ise iradî bir tercihtir.

İnsanın diğer canlılarla arasındaki temel fark bu tercihi yapabilen varlık olmasıdır. Ait olduğu yeri, olması gereken yeri tayin edebilmesi ve onunla bütünleşebilmesidir.

Aidiyet iradî bir tercih midir, yoksa bir refleks mi? Aidiyet; insan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, nerede olursa olsun uzaklaştığı yere, yani kendisini nisbet ettiği yere ait hissetmesidir. Aidiyet maddi ilişkinin ötesinde bir ruhî hissediştir. Aidiyeti patolojik-travmatik bir ruh hastalığına dönüştürmeden bağlılıkla, mensubiyetle ilişkilendirebilmek insana mahsus bir duygudur.

Bir varoluş şartı olarak aidiyet duygusunu kaybeden insan, kendine de yabancılaşmıştır. Ruh aidiyetinin bittiği yerde ait olunan şey artık taşınamaz bir yük haline gelir.

İnsanın şehir karşısındaki durumu da budur.

Bazen insanın iradesiyle, düşüncesiyle gösteremediği reflekslerin, hayvan ve nebatlarca ortaya konulduğunu görünce insan hayrette kalıyor, donakalıyor. İnsandan gayri bütün varlıklarda irade, tercih ve düşünce melekesinin olmadığı malûm. Peki, böyle olmasına rağmen niçin insan, ‘yerinden koparılması’na karşı doğal olarak vermesi gereken tepkiyi veremiyor da hayvan ve bitkiler tepki verebiliyor?

Verdikleri tepkilerden varlıkların muhtevalarını yakalayabiliriz.

Bilim adamlarınca reflekslere dayalı, insiyakî dediğimiz tepkilerin kaynağı ‘şuuraltı’ olarak ifade ediliyor. Aslında her varlık ‘ne için yaratılmışsa’ o çizgide hayatını devam ettiriyor. Kimi biyolojik, kimi zoolojik, kimi metabolik… İnsan ise irade sahibi olarak ‘varlıkların seçkini’ kimliğiyle davranışlarının hesabını verebilir varlık olarak yaratılmıştır. Her şeyin kendisine sunulduğu, eşya ile ilişkilerini ölçülendirebilen bir varlık olarak insan, ‘yaşadığı yer’in çoğu kez farkında bile olamıyor.

Tekrar edelim: İnsan dışındaki canlılar da, şartlar ne olursa olsun doğup yaşadıkları şehri asla terk etmezler. O şehirle bilinçdışı bir bağları vardır. Buna ister içgüdü deyin, ister başka bir şey. Sadece insan; davranışlarının ‘niyet’ denilen şuurlu bir temele, iradî bir merkeze dayandırır. Onun için insan yeryüzünde sorumlu tek varlıktır. Hayatının manası ve hesabını vermek zorunda olan tek varlık… İlginçtir ki bazen insanın göstermediği davranışı, tepki şeklinde diğer canlılar gösterebilir. Şehre bağlılık, şehre ait olmanın ‘içgüdü’ denilen şuur dışı tabii sevkle gerçekleştiği bu reflektif tavırlar, modern zamanların insanının ibretle, dehşetle ders alması gereken tavırlardır. Bazı canlıların, bulundukları ‘yer’i, şehri terk etmeme adına verdikleri refleksler bu tür davranışlardır.

İnsanın ve diğer canlıların yaşadıkları yerle ontolojik bir ilişkiyi sağlamasında ‘yaşadıkları yer’in yani şehrin de önemli bir payı vardır. Çünkü yaşanılan yer/şehir, insanın orayı terk etmemesini sağlayan bir kozmik yapıya sahiptir. Bu kozmik yapı insanla anlam ve değer kazanır.
Bizim özellikle vurgu yapmak istediğimiz: Niçin insan, diğer canlıların verdiği tepkileri verme iradesi gösteremiyor?

Modern zamanlar; toprağından koparılan insanla, toprağından koparılan bitki ve hayvan arasındaki ontolojik cevabın/tepkinin insanın aleyhine geliştiğini gösteriyor.

İnsanın hayvandan aşağı düşebileceği, tepkiler verebileceğini yaşadığı çevreden, şehir gerçekliğinden de böylece görebiliyoruz.

Sorumlu olmayan canlılarla sorumlu olan varlıklar arasındaki fark ‘iradî tercih’tir.
Şehrinden koparılan insanın fizikî yaşama şartları değişse de, ruh dünyasındaki aidiyet şartlarını yaşatması onu diğer canlılardan ayıran en önemli ‘fark’tır. Ancak, bu farkı gösterebilmesi vereceği ‘tepkiler’e bağlıdır.

Modern zamanların kaosu kendisini bütünüyle şehirde gösteriyor. Bu kaosta, şehri terk etmemek, öncelikle şehrin farkına varmayı gerekli kılar.

Bitki ve hayvanlar kadar olsun, insanın modern zaman şehirlerinde vereceği tepkiler yok mu?

Yoksa bu derin bilinç komasından çıkamayacak mıyız? Rehberini kaybetmiş, iklimini terk etmiş, şaşkın, pejmürde ruhlar olarak mı yaşayacağız bundan böyle?

Soru da sende, cevap da... ey modern şehirlerin mazlumları/mahkûmları!

(Günebakış, 4 Mayıs 2011)