26 Mart 2015 Perşembe

TRABZON BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NİN SKANDAL KİTABI “ALİ ŞÜKRÜ BEY”İN YAZARLARI’NA SON CEVABIMDIR!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin KTÜ Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Necmettin ALKAN ve Doç. Dr. Uğur Üçüncü’ye hazırlattığı  “Ali Şükrü Bey-Hürriyet uğruna 39 yıl” İsimli kitapla ilgili Türkiye Yazarlar Birliği’nin internet sayfasındaki Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nden Skandal Kitap: Ali Şükrü Beybaşlıklı yazıma söz konusu kitabın yazarları uzun bir açıklama göndermişler. Açıklama Büyükşehir Belediyesi ve yazarların ortak mahsulü olsa gerek. Çünkü “Eleştirilere cevap”larında Belediye’nin savunuculuğunu da üstlenmişler!

Cevaplarını okuyunca (yazarların çok alındıkları deyimle) “şecaat arzederken sirkatin söyledikleri” ibaresinden çok rahatsız oldukları anlaşılan yazarlara aslında cevap vermeyi düşünmemiştim. Daha önce de naklettiğim Üstad Necip Fazıl’ın hikmetli sözü gereği “ucuna sivrisinek kondu diye 35’lik top ateşlenmez”. Ancak, yaptıkları tarih marangozluğunu bu denli savunabilmelerinden anlaşılıyor ki; müthiş bir anestezi altında his iptaline yakalanmışlardır. Böylece tutarsızlıklarına, Ali Şükrü Bey’e (en hafif tabirle) saygısızlık, iftira ve bühtanlarına son bir cevap daha yazma gereği hasıl oldu.

Burada, kitabın tashih, indeks, kaynakça ve dipnotlardaki ciddiyetsizlik ve yanlışlıklar ile “kitabı yayınlanmasından sonra takriben 16 gün gibi kısa bir süre zarfında” nasıl okuyabildiğim”e değinmeyeceğim. 

Vehimler, ithamlar, iftiralar….

Öncelikle yazarların kitaba yönelik belgeli eleştirilerime ve galiz yanlış ve özensizliklerine makul gerekçeler ve belgelerle karşılık verme yerine, “cevap vermiş olmak için cevap vermek” ve düşmüş oldukları durumdan kurtulma paniğiyle benim vehimlerimden, ithamlarımdan, karalamalarımdan, su-i niyet’li oluşumdan bahisle; kendilerinin “kendi vehminden hareketle uydurduğu olmadık ithamlarla ve iftiralarla bizleri ve kitabımızı itibarsızlaştırmak istemesine sessiz kalamazdık.. Hem şahsımızı hem meslekî kariyerimizi ve hem de asıl olarak yayınladığımız telif eserimizi karalama gayretine karşı cevap vermek zorundaydık” demekle ‘mecburi bir savunmaya mahkûm olduklarını belirtiyorlar. Üstelik eleştirilerimin hiç birisine cevap veremiyor, (eski deyimle) mugalata yapıyorlar. Hz. Mevlâna’nın bir sözünü de benim bakış açıma cevap olarak gösteriyorlar.

Tebrikler!

Kitabın bütünüyle ilgili analitik eleştirisine bile girmedim. Bu yazdıklarım sadece “mukaddime” bâbındadır. Eleştiri yazımdaki bütün iddia ve ispatlarımın arkasındayım. Bunların hiç birisine cevap veremeyen söz konusu yazarlar, gene şecaat gösterilerine devam etmişler.

Ol pazarda sipariş usulû kitap böyle yazılıyor demek ki. Trabzon Büyükşehir Belediyesi de muradına uygun sipariş adresini böylece bulmuş oldu. 

Nâdim olup hatalarını kabul edecekleri yerde, mahalle ağzıyla dalaşmayı tercih eden yazarlar yerine keşke Trabzon Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ücretsiz dağıttıkları 6 bin kitaptan dolayı Trabzon halkından ve Ali Şükrü Bey’in ruhaniyetinden özür dileyen bir açıklama yapsalardı. Böylece seyyiâtlarını belki hasenâta dönüştürebilirlerdi. Ama olmadı. Büyükşehir Belediyesi bakalım bu derin lekeyi nasıl temizleyecek.

“Tarihin, kendini tarihçi nasbedenlere bırakılamayacak kadar ciddî bir iş olduğu”nun altını çizerek, öncelikle kendilerini “tarihçi nasbeden” yazarlara bir daha tarihî hadiselere yaklaşırken sahip olmaları gereken usûl ölçülerine dair bir hatırlatma yapalım:

Tarih; geçmişe ait olayları istif etme tezgâhtarlığı veya olayları keyfince kesip biçme marangozluğu değil, geçmişe derin bir idrak, doğru ve berrak bir bakışla yanaşma, değerlendirme ve yorumlamayı gerektiren bir ilim veya disiplindir. Ancak tarihçiliği değil de tarih marangozluğunu kendinize meslek edinmişseniz önünüze hangi malzeme gelirse kesip biçmeye çalışırsınız ve yorgun düşerek malzeme yığını karşısında şaşılaşırsınız.  Tarihî olaylara zaman olarak ne kadar yakın iseniz, yorum ve hükümde o derece isabet edersiniz. Ama bu tarihçi geçinen yazarların yaptığı gibi, hadiselerin zaman dilimlerine yakın olduğunuz halde, bunları doğru görebilecek, okuyabilecek ve değerlendirebilecek ciddi bir ölçü ve usûle malik değilseniz, bakışınız miyoplukla mâlûl ise, işte böyle kırıp dökersiniz.

Şehir tarihine geçecek bir skandal…

Ali Şükrü Bey kitabının yazarları, bu büyük şehidin hayatına ve şehadetine dair bütün belge ve bilgiler ortada olmasına rağmen ne belgeleri okuma, ne de doğru bir sonuç çıkarma basiret, liyakat, ehliyet ve kabiliyetine sahip olmadıklarını bir kez daha gösterdiler. Böyle iken hakkını veremeyecekleri bu işe girişmeleri kendilerinin olduğu kadar Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin de affedilemeyecek, şehir tarihine geçecek bir skandalıdır.

Açıklamalarında “TBMM arşivi ve Türkiye (Burada bir düzeltme yapalım; ‘Türkiye’ değil, sözü edilen kurumun adı ‘Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’dür) İnkılâb Tarihi Enstitüsü Arşivi vesikaları, TBMM Zabıt Ceridesi, Meslis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, hatırat, dönemin gazeteleri, dergileri ve araştırma eserleri gibi zengin Osmanlıca ve Türkçe kaynakları görmemezlikten gelmenin akılla ve mantıkla bir izahı yoktur.” diyen söz konusu kitabın yazarları acaba hangi arşive girmişlerdir? Hangi mahkeme kararlarını görmüşlerdir? Hangi polis zabıtlarını okumuşlardır?

Kitaplarındaki özensizlikten de anlaşılıyor ki; maalesef Ali Şükrü Bey hakkında yayınlanmış kitapları ve birçoğu sırf akademik unvan almak için hazırlanan tezleri masa üzerine yayıp ‘makaslayarak’ bir kitap ortaya koymuşlardır.

Anlayamadıysanız açıklayayım: Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sonra hadiseyle ilgili birinci elden arşiv çalışması mı yaptınız? Zanlıların yargılandığı mahkeme kararlarına mı ulaştınız? Hayır!

Bu arada kitaba yönelik tenkitlerimizin Necmettin Alkan ve Uğur Üçüncü’ye yönelik olduğunu da belirtmek durumundayım. Beş kişinin kaleme aldığı anlaşılan bu kitapta her ne hikmetse hazırlayanlardan 3’ünün adı kitabın kapağına, jenerik sayfasına, teşekkür edilenler arasına girememiş. Bunlardan Muzaffer Başkaya’nın yazısı, muhteva yönünden, Türkçe yönünden, ciddiyet yönünden kitaba en uygunu ve takdire şayandır. Diğer ikisinin yazılarının ise, kendilerini kitabın yazarları, hazırlayanları ve dahi editörleri olarak gösterenlerden daha az hatalı olduklarını da söylemek gerekir. 

Büyükşehir Belediyesi’ni ağır itham…

Benim, Trabzon Büyükşehir Belediyesi’ni eleştirmemi de hazmedemeyerek “Trabzon’lu olan Düzenli’nin, Trabzon’lu Ali Şükrü Bey’e sahip çıkan Trabzon Büyükşehir Belediyesi’ni böylesine ağır bir şekilde ithâm etmesi oldukça mânidardır.”

Neyin ve niçin manidar olduğunu anlayamadım doğrusu.

“Skandal” olarak adlandırdığım kitapta birinci derecede sorumlu tabii ki Trabzon Büyükşehir Belediyesi’dir. Demek ki sayın yazarlar belediyeyi savunmayı da üzerlerine almışlar. Çünkü Belediye ile ilgili ifadelerimden kendileri daha çok rahatsız olmuşlar!

Galiz yanlışları örtbas etme çabaları…

Cevapta yazarların bir dedektif ve polis müfettişi tarzıyla yazılarımda yanlış bulma telaşına düştükleri anlaşılıyor. Bula bula Ali Şükrü Bey ile ilgili yazdığım yazılardan birinde kullandığım bir fotoğrafın arkasındaki Osmanlıca nottaki tarihi bulan bu sözde tarihçilere boşuna zaman ve emek harcadıklarını hatırlatalım. Çünkü Ali Şükrü Bey’in cenazesinin Trabzon’a götürülürken İnebolu’da çekilmiş söz konusu fotoğrafın arkasına not yazan Lazistan Mebusu Dr. Abidin Bey, 5 Nisan 1923 yazacakken sehven 5 Mayıs 1923 yazmıştı. Yahut da 5 Mayıs 1923, Dr. Abidin Bey tarafından Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’e fotoğrafın gönderilme tarihi olabilir.

Ben Osmanlıca transkripsiyonu değiştirmediğim için 14.1.2015 tarihli söz konusu yazıma olduğu gibi aldım ve doğrusunu “Ali Şükrü Bey’in vefatından bir hafta sonra çekilmiş” notunu düşerek belirttim. Bir çuval pirincin içinde taş arayan hamaratlık ve kendi garabetlerini ve galiz yanlışlarını örtbas etmek için nafile bir çaba bu.

Çok şükür ki iki konuda o da sehven yanlışa düştüklerini kabul ediyorlar.

·        Birincisi; Ali Şükrü Bey’in cenazesinin İnegöl’den değil İnebolu’dan Trabzon’a gönderildiği,
·        İkincisi de; Ali Şükrü Bey’in gene “öldürülme” diye bahsettikleri şehadet tarihinin 27 Nisan değil, 27 Mart olduğu…

Bu nedametten dolayı tebrikler!

Gelelim Batum’da çekildiğini söyledikleri ve Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa’nın adamı ve ittihatçı olduğuna dair “en önemli kanıt” olarak gösterdikleri fotoğrafa…

Ali Şükrü Bey’e İttihatçı itham ve bühtanları…

Yazarlar Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti yönetiminin, ne hikmetse, İttihatçılardan oluştuğunu, Cemiyetin İttihat ve Terakki’nin merkezi olduğunu ispat gayretine düştüler. Bunun içinde Ali Sait Paşa Tahkik Heyeti’nin Ergun Aybars ve bazı araştırmacıların TİTE arşivinden alarak kullandıkları rapora sarıldılar. Raporda yer alan İttihat ve Terakki Trabzon Merkez Heyeti azaları ile Hürriyet ve İtilaf’ın Trabzon Merkez azaları 4 sayfa olarak kitaba derc edildi. Ancak İttihatçılıkla vasıflandırdığı Cemiyetin ne kurucularının, ne de yöneticilerinin listesi yok. (s.257-261)

Bunun iyi niyetle telifi mümkün mü? Millî Mücadeleyi başlatan, vatanın kurtulması için İttihaçısıyla İtilafçısıyla tek yumruk hale gelen ecdadımıza bu haksızlık değil mi? İttihatçı olan Barutçuzâde Ahmet’in yanında bu fırkadan olmayan Şehit Eyüpzâde İzzet yok mu? Ömer Fevzi yok mu? İbrahim Cûdi yok mu? Trabzon Muhaza-i Hukuk Cemiyeti’nin (daha sonra Müdafa-i Hukuk) kurucu ve yöneticilerinin her meslekten, her düşünceden hamiyetperver, vatansever Trabzonlular olduğu malûm. Yazrların bu iddialarında samimi olduklarını, iyi niyet taşıdıklarını nasıl söyleyebiliriz?

Kendileri kaynak gösterdiklerini söylüyorlar. Zengin kaynak kullanarak en bilimsel çalışmayı yaptıklarını söylüyorlar. Öyleyse neden o dönemi, Sivas Kongresi’nden itibaren kitaplaştıran ve dönemle ilgili hemen her çalışmaya kaynaklık eden Mahmut Goloğlu’nun kitaplarına, özellikle de serinin 5. Kitabı olan Türkiye Cumhuriyeti adlı eserine bakılmadı? Ahmet Demirel’in, konuyla birebir alâkalı doktora tezi ‘Birinci Meclis’te Muhalefet/İkinci Grup’ adlı eseri mehazlar arasında neden yok? Millî Mücadele’ye çok önemli katkıları olan İstikbal Gazetesi’ni ‘İttihatçıların yayın organı’ (s. 263) olarak gösterirken neden sahibinin hatıralarına bakılmadı? Prof. Mesut Çapa’nın bu husustaki ‘Faik Ahmet Barutçu’ kitabı da bilimsel bulunmamış olunacak ki göz ardı edilmiş!..

Biz bu tarihlerde İttihat ve Terakki’nin faaliyetlerine son verildiğini, yöneticilerinin mahkeme edildiklerini biliyorduk. Tarihçilerimizden öğreniyoruz ki Trabzon’da yayın organları da varmış! Müthiş tarihçilerimizden istirhamımız bu ilmi (!) ve dahi bilimsel bilgileri lütfedip ‘Milli Mücadele’de İttihatçılar’ kitabı yazarı Erik Jan Zührer ile de paylaşsınlar! Sanırım çok memnun olur! Tarihçilerimizin bu müthiş bilimsel çalışmalarından mutlaka istifade edecektir!..   

Bırakınız olayları okumayı, önündeki tarihi fotoğraftaki şahısları bile tanıyamayıp mal bulmuş mağribi saikiyle -bir alzeimer’li hasta gibi- Bakû Konsolosu İbrahim Tali Bey’i Ali Şükrü Bey’e benzetip eline şeker verilmiş çocuk gibi, “Oooooh şimdi Ali Şükrü Bey’in Enver Paşacı ve İttihatçı olduğunu ispat ettim” yaveleriyle  coşkuya kapılanların sevinçleri hâlâ kursaklarında duruyor! Bu nasıl bir hazımdır, anlaşılır şey değil!

Tarihçi geçinenler değil de tarihçi olanlar fotoğrafların da önemli bir tarihî malzeme olduğunu bilmeleri gerekir. Bu fotoğrafı ilk defa yayınlayan General Sami Sabit Karaman “İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa” kitabının 31. sayfasında fotoğrafın altında “Enver Paşa ve Rüfekasının Batum’da çekilmiş fotoğrafları” ifadesini kullanmıştır. Kadir Mısıroğlu’nun da bu fotoğrafı muhtemelen buradan Ali Şükrü Bey isimli kitabına alıp altına yanlış bir ifade olarak “Enver Paşa’nın Batum’da bir kısım arkadaşları ile çektirdiği fotoğraf. Sağdaki Ali Şükrü Bey merhum, sol baştaki İzmir suikasdinde asılan Lazistan Meb’usu Ziya Hurşid Bey’dir.” yazmasından yola çıkan sayın yazarlar kesin bir delil olarak bu fotoğrafa sarılmış olmalılar.

Kitap yazarları “…eğer fotoğraf hatalıysa yukarıda zikrettiğimiz kitaplarda da hatalı kullanılmıştır. Düzenli, çok daha önce bu kitaplarda kullanılmış olan fotoğrafı ne için eleştirmemiştir, kendisine sormak isteriz.  Bununla beraber sanki sadece bir fotoğraftan yola çıkarak Ali Şükrü Bey’in İttihadçı olabileceği yorumuna ulaştığımız algısı oluşturma çabasını kötü niyetine bağlıyoruz.” diyorlar.

Yani öyle bir itirafta bulunuyorlar ki sormayın!

KitapTa (s. 266) “Ali Şükrü Bey’in bu ifadelerde belirttiği ‘Enver Paşa ile görüşmedim’ iddiası gerçek dışı gözükmektedir. Zira Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa ile çekilmiş bir fotoğrafı bulunmaktadır. Bu fotoğraf onun Enver Paşa ile ilişkisinin olduğunun KANITIDIR. Batum’da çekilen fotoğrafta Ali Şükrü Bey ile birlikte, Ziya Hurşit, Enver Paşa ve birkaç arkadaşı bulunmaktadır. Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa’yı yurda sokma düşüncesinde olan Trabzon’daki ittihatçı erkan lehine faaliyetleri, Mustafa Kemal Paşa’nın sıkı muhaliflerinden olması ve Enver Paşa ile Batum’da çektirdiği fotoğraf düşünüldüğünde böyle bir mektubun doğru olması ihtimal dahilindedir….

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Ali Şükrü Bey, Trabzon’da Enver Paşa ile ilişki içine girmiş ve Enver Paşa Batum’a geldiğinde, yanına gidip görüşmüştür.”

Kitapta bunları yazanların, bana verdikleri cevapta ise;

“Ali Şükrü Bey kitabında Yahya Düzenli’yi en fazla kızdıran bölüm Ali Şükrü Bey’in İttihâdçı olup olmamasıyla alakalı tartışmalardır. Burada özellikle bir fotoğraf meselesini ön plana çıkarmıştır. Fotoğraf, Ali Şükrü Bey’in İttihatçılarla yakın işbirliği içinde olduğu düşüncesini belirtmek için kullanılmıştır. Kullanılan fotoğraf Ali Şükrü Bey’in İttihâdçı olabileceğini gösteren verilerden sadece biridir. Fotoğrafın Batum’da değil de Bakü’de çekildiği, Ali Şükrü Bey değil de İbrahim Tali olduğu iddialarının zaten farkındayız.”

Bu ifadeler karşısında akıl, vicdan, insaf, tarih çıldırmasın da ne yapsın!

Bu ifadeler skandal değil de nedir?

Ali Şükrü Bey’i ittihatçı gösterme aşkıyla kitaplarına “makaslama” olarak koydukları (sh 258-261.) heyet listelerinin kitaba niçin alındığı, neyi ispat etmek istedikleri sorgulanmalı değil mi? Acaba bu listelerde Ali Şükrü Bey’in ismini bulabilmek ümidi olabilir mi? Bulamadılar, bulsalardı “mal bulmuş mağribî” sevinciyle gözleri yaşaracaktı, ama olmadı.

İstikbal Gazetesi ile ilgili yorumlar ve yönlendirmeler de baştan aşağa yanlış ve saptırma. İdman Gazetesi’nin Enver Paşa fotoğraflı kapağının seçilmesi de görüşlerine uygun ‘muhkem’ bir delil arama niyetinin ürünü.

Daha önce de belirttim, tekrar söylüyorum: Enver Paşa ile ilgili ortada birçok kitap, kendi mektupları, hatıratı ve diğer hatıratlar bulunmaktadır. Bunların hiç birisinde Enver Paşa’nın Ali Şükrü Bey ile ilişkisinden söz eden birbilgi ve belge yoktur.

Bu konuda kendilerine yeni bir delil de şudur:

Bir hafta önce (23 Mart 2015) söz konusu kitapla ilgili kendisiyle istişare ettiğim Prof. Dr. Ali Birinci, Murat BARDAKÇI ile görüştüğünü ve Bardakçı’nın kendisine “ENVER PAŞA’NIN 750 SAYFA CİVARINDA MEKTUPLARINI YAYINA HAZIRLADIĞI”nı ve “BU MEKTUPLARIN HİÇ BİRİSİNDE ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN İSMİNİN BİR KEZ DAHİ GEÇMEDİĞİ”ni söylediğini belirtti. Önümüzdeki aylarda yayınlanacak mektuplar acaba söz konusu yazarların bu konuda Ali Şükrü Bey’e bühtan ve iftiralarından dolayı yüzlerini kızartabilecek midir?

Önümüzdeki aylarda yayınlanacak mektuplar, acaba söz konusu yazarların bu konuda Ali Şükrü Bey’e bühtan ve iftiralarından dolayı yüzlerini kızartabilecek midir?

Kaynak Kullanma ve Tarihçiler…

Ali Şükrü Bey’le ilgili bugüne kadar hazırlanan kitapları-çalışmaları okumadıklarından veya  miyopluktan olsa gerek yazarların şu iddiasına bakın: Bugüne kadar Ali Şükrü Bey hakkında yapılan hangi çalışmada böylesine zengin bir kaynakçadan istifade edilmiştir! Kendisini, elini vicdanına koyup; Ali Şükrü Bey hakkında yapılan diğer çalışmaların kaynaklarıyla bizim kaynaklarımızı bir mukayeseye davet ediyoruz.”

Kitaplarında akademik formatta dipnot bile veremeyen söz konusu kitap yazarları’nın ‘kendinden menkul kerametleri’yle hâlâ nasıl savunma yapabiliyorlar hayret ediyorum.

Bir haksızlık yapmayalım diye kitabın kaynaklarına yenden baktık. Karşımıza iki ayrı başlık altında, mükerrer kaynaklarla şişirilmiş alışılmadık bir kaynakça çıktı. Yazıldıktan sonra okunmadığı, kitap ciddiyetinden uzak kaynakçadan ‘Millî Mücadelede Trabzon’ kitabının Sabahattin Özel’in değil de Selâhattin Özçelik’in olduğunu öğreniyoruz!..

Ali Şükrü Bey’i Vakfıkebir’lilerin mebus olarak istemedikleri meğerse bir güvenilir kaynağa, 1925 doğumlu Mustafa Kemal Sayıl’ın 1919 yılı hatıralarına dayanıyormuş!... Kendileri katiyen, ama katiyen kötü niyetli asla olamaz değil mi? Pek ciddi kaynaklarından biri de Serezli Hamdi Ülkümen’in ‘Hümanit Atatürk’ü… Bu kişi yerine seçildiği kişiyi şehit edilen Mehmet İzzet Bey olarak değil de Serhat Bey diye verse de (s. 15), Milli Müdafaa Vekilini Köprülü Kâzım (Özalp), değil de Kazım Karabekir olarak belirtse de içeriği yazarların görüşlerine uygun olduğu için olsa gerek son derece ciddi bir kaynak sayılmış ve azami şekilde istifade edilmiş. Karabekir’in İstiklal Harbimiz, İstiklal Harbimizde İttihat ve Terakki Kitapları ise bu süper tarihçilerimizce ciddiye alınmamış(!)

Ali Şükrü Bey’i itibarsızlaştırma için ileri sürülen bir başka husus, Meclis-i Mebusan’da seçime itiraz edildiği, soruşturma heyeti gönderildiği hususudur. (s. 176) Trabzon seçimlerine itirazlar olduğu, baskı yapıldığına dair şikâyetler bulunduğu ve soruşturma heyeti gönderildiği doğrudur. Ancak bununla ilgili kişi Trabzon’dan mebus seçilen Kurmay Binbaşı Hüsrev Beyle alakalıdır.  Halit Bey’in baskısıyla seçildiği iddiaları tahkik heyetinin raporunda, Karabekir’in kitaplarında olmasına rağmen yazar bunları görmüyor, görmek istemiyor. Hatta Hüsrev Bey (Gerede)’nin günlüklerine dahi itibar etmiyor.

Çarpık kaynaklarla Ali Şükrü Bey’in hatırasına gölge düşüren bu yazarlar ilim haysiyeti adına bir kez daha sesleniyorum:

Yanlış yaptınız, büyük vebale girdiniz. Lütfen bunu kabul edin. Yapacağınız çalışmada önce sağlıklı bir şekilde lütfen kaynakları taramayı öğrenin. Hatıraların hisleri barındırdığını unutmayın. Dünyaya gelmeden önceki olayları anlatan hatıraları(!) mehaz gösterip komik duruma düşmeyin. Kitabın ciddi iş olduğunu, ciddiyet istediğini unutmayın.

Tezat ve tenakuzlarının farkında bile değiller…

Kitaptaki şu ifadeler (Uğur Üçüncü)  ancak kendini tarihçi zanneden birisinin kaleminden çıkabilir:

“Ali Şükrü Bey’in İttihat ve Terakki’ye katılıp katılmadığını ortaya koyan kesin verilere sahip değiliz. Bunanla beraber İttihat ve Terakki Cemiyeti ve yan kuruluşlarına mensup kişilerle yakın ilişkiler kurmuş, hatta kendisi de bu kuruluşlar içinde çalışmıştır. Aslında askerlik hayatını yaşadığı süreçte zabitler arasında İttihat Terakki’ye girmek kaçınılmazdı. O da bu rüzgâra kapılmıştır. Devrin modası haline gelmiş İttihatçı/Enver Paşa bıyığı bırakanlardan biri de oydu. Uçları yukarı doğru bükülen bıyığı ile ittihatçılığın alamet-i farikalarından biriydi.” (s. 256)

Bir bilim adamının paragrafın başında “kesin verileri sahip değiliz” deyip ilerleyen cümlelerde bıyıktan yola çıkarak “Uçları yukarı doğru bükülen bıyığı ve ittihatçılığın alamet-i farikalarından biriydi” ifadelerini kullanması akılları donduran bir tezattır!

 Eleştiri yazımdaki iki paragrafımı aynen tekrarlıyorum: İlmin, idrakin, insafın, vicdanın ve tarihin çarpıtılmaktan da öte yerle bir edildiği böyle bir hüküm nasıl verilebilir? Ali Şükrü Bey’in İttihatçı olduğuna dair ortada hiçbir belge olmamasına rağmen bu satırları yazabilen adamlara ne yazık ki tarih profesörü, doçenti ünvanı verilebiliyor ve kendilerine yazı/kitap hazırlattırılabiliyor!”

Tarihî bir fotoğraftan bir skandal hüküm çıkaran bu bilim adamları(!)nın Üniversite kürsülerinde hâlâ nasıl tarih dersleri verebildiklerine hayret ediyoruz!”

Şuur altlarındaki Ali Şükrü Bey’i ısrarla ittihatçı gösterme sendromlarının  tedavi olmaz bir hastalık olduğu anlaşılıyor. Çünkü; “Düzenli’ye şu sualleri de sormaktan kendimizi alamıyoruz: Velev ki Ali Şükrü Bey İttihâdçı idi. Onun İttihâdçı olması suç mudur? Ali Şükrü Bey’in İttihâdçılarla birlikte hareket etmesi hatta -naçizane görüşüme göre- İttihâdçı olması onun vatanı için yaptıklarına gölge mi düşürecek? Onu Trabzon’un bir büyük şahsiyeti olarak görmekten vaz mı geçeceğiz?”

Ali Şükrü Bey’i “İttihatçıların ve Enver Paşa’nın adamı” ve Meclisteki temsilcisi-tetikçisi;  Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’le olan mücadelesinin/muhalefetinin bir aracı gibi göstermeleri ve sonuçta benim çıkarımımla “öldürülmeyi hak etti!” noktasına getirmelerini de bir “niyet okuması” olarak görebilirler.

Ali Şükrü Bey’in Trabzon’da futbol takımı kadar önemi yok..

Benim “kitaplarına yönelik itham ve iftiralarımın çeşitli nedenleri olabilir”miş. “Niyet okuyucusu olmadıkları için bir şey söyleyemiyorlarmış ama ben bu karalama metninde bir tanesini itiraf ediyormuşum. O da, bir arkadaşım (Ali İhsan Kartal) vasıtasıyla kendilerinin talep ettiği Ali Şükrü Bey’le ilgili yazılarıma müdahale etmeleri imiş.

Ben, söz konusu yazımda bu hususu zaten ifade etmiştim. Yazılarımı kendilerine göre kesip ortada “benim olmayan metin” kalması üzerine “asla yayınlamayın” demiştim. Bu benim talebim idi. Beni böylesine kızdıran da bu müdahaleleri imiş.

Yalan ve bühtanın böylesi demek ki tarihçi geçinenlere mahsusmuş!

Benim yazılarımdan örnekler de vermişler. Hepsinin altını tekrar çiziyor ve sahipleniyorum. Kendilerinin seçtiği birkaç kesiti örnek vereyim:

“[…] Trabzon; bir çok gereksiz etkinliklerle, “dostlar alışverişte görsün” türünden toplantılarla gününü gün ede dursun, aşağılık kompleksi kokan “olimpiyat şehri”, “futbol şehri”, “marka şehir” komedileriyle varoluş gösterileri yapadursun, Boztepe’deki büyük kabri tanıyamadığı, anlayamadığı ve ona sahip çıkmadığı sürece sadece “bakterilere mahsus” hayatını devam edecektir. […]”

“[…] Yazık bugünkü Trabzon’un haline! Yazık siyasilerin şu hallerine! Şehrin futbol takımı için seferberlik ilan eden, takımı yenildiğinde sanki meydan muhaberesi kaybetmişçesine kriz geçirenlerin Ali Şükrü Bey’den habersiz olmaları veya O’ndan bahsetmemeleri tabii… Söyledik ya; bir genetik başkalaşma söz konusu …[…]”

“[…] Trabzon’la birlikte adeta “protez”leştirilen siyasiler, aydınlar, kültür-sanat –iş çevreleri de Ali Şükrü Bey’i ve davasını unuttu[…]”

Kitap yazarlarını tebrik ediyorum!

Söylemek istediklerimi mükemmel bir biçimde özetlemişsiniz!

Ali Şükrü Bey’in şahsiyet ve hatırası ile bugünkü Trabzon ilişkisi işte budur!

Devam etmişler: “Bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere, Yahya Düzenli bu şehrin temel dinamikleri ve insanıyla alay etmektedir. Tamamen kendi vehmini ve anlayışını gösteren bu ifadelerini, bu kitabımızın kurgusuna ve üslubuna uygun olmadığı için çıkarmak zorunda kaldık. Kendisi de bu müdahalemizden memnun kalmayarak, makalesini geri çekti. Fakat bu kararımızda ne kadar isabet ettiğimizi şimdi bir kez daha anlamış olduk.”

Şehrin temel dinamikleriyle ve insanıyla alay edilmesi…Temel dinamikler: şehrin futbol cinneti ve siyasileri… Öyle mi?

Siyasilere ve futbol tüccarlarına çaktığınız selam ve temennadan dolayı tebrikler!

Ali Şükrü Beye bir türlü şehîd diyemeyenler…

“Kitabın hiçbir yerinde Ali Şükrü Bey için “şehid denilemediği” ve sürekli ‘öldürüldü’ ifadelerini kullandıklarına yönelik eleştirilerimden yola çıkarak, şöyle bir mantık yürütmüşler: “Ali Şükrü Bey için ‘şehid’ kelimesini kullanılmaması, onun şehit olmadığına mı delalet eder. Veya öldürüldüğünü yazmak onun şehit edilmediği anlamına mı gelir?”  şeklindeki tuhaf ve ucuz savunmalarına ne demeli…

Bilinç altlarındaki dökemedikleri ifrazat işte bu!

Kitabı hazırlayanlar Ali Şükrü Bey’e şehidliği niçin yakıştıramazlar?

Kitap baştan sona incelendiğinde yazarların Ali Şükrü Bey merhuma şehit demekden azamî surette kaçtıkları, katiyen şehit demedikleri görülecektir. Hayatını şehadetin kemâliyle/en güzeliyle taçlandıran bu güzel insana hak ettiği bu sıfatı vermemenin sebebi acaba ulemamızın bilimsel(!) endişeleri midir? Bilemiyorum.

Şehadet, şehitlik İslamî bir kavram, onun için belki tarihçiyi değil de teoloğu alâkadar edebilir.  Acaba onun için mi bu sıfat fazlasıyla hak etmesine rağmen Ali Şükrü Bey’den esirgendi? Ancak, özensiz, dikkatsiz, gelişi güzel cümlelerden oluşan  ‘Giriş’ kısmında, bu anlayışla tezat teşkil eden bir ifadeye rastlıyoruz. O da ‘Gâzi’ sıfatı… Şehitliği kıskanan (!), hak ettiği halde vermeyen yazar/yazarlar, ‘İstiklâl Harbi Gâzi’si Ali Şükrü Bey’ ifadesiyle bugüne kadar Ali Şükrü Bey için kullanılmayan bir dinî sıfatı kullandılar. (s. 17). Oysa bu sıfatın kendileri için şehit ifadesinden daha riskli olduğunu eğer tarihçi iseler bilmeleri gerekirdi. Kendisini seçim broşüründe ‘Gazi Nurettin Paşa’ diye ifade ettiğinden dolayı Sakallı Nurettin Paşa’nın Nutuk’ta yediği fırçalar ilgililerin malûmudur.

Yazarların son derece kararlı bir şekilde şehit dememelerinin sebebi anlaşıldığı kadarıyla bilimsellik(!) endişesi... Beni ve benim gibileri, -belki kendilerini ve işi veren kuruluşu- rahatsız etse de bilim aşkına tarihçi olan yazarlarımız böyle diyorlar. Anlıyoruz ki böylesi bir ölüm, bilim disiplinleri arasında farklı adlandırılabiliyor. Meselâ teologlar şehit diyebilir, tarihçiler ise ölü!..

Yine de onlara teşekkür ediyorum. İyi ki kendileri tıpçı değiller. Yoksa ‘eks oldu’ da diyebilirlerdi. Hatta, Allah korusun, Ali Şükrü Bey’i, uysa da uymasa da, mensup yapmak istedikleri İttihatçıların fedai kanadının kullandığı itlâfı kullanır ve ‘itlâf edildi’ de diyebilirlerdi!... Malûm İttihatçılar ilk infazlarını Trabzon’da yapmışlardı. Trabzon Kumandanı Hamdi Paşa’nın infazına karar vermişler, bir mülâzımın gerçekleştirdiği infaz Paris’teki merkeze ve aralarındaki yazışmalara ‘Hamdi Paşa itlâf edildi’ ifadesiyle yansımıştı.

Yetkin isimlere müracaat edilmemesi…

Benim yazılarımın kitaba konmamasından dolayı öfkelendiğimi söyleyen kitap yazarlarına şunu soralım:

Peki Ali Şükrü Bey konusunda en yetkin isimlerden olan Mehmet DOĞAN ve İsmail HACIFETTAHOĞLU’ndan istediğiniz yazıları niçin kitabınıza koymadınız? Veya koymaya niçin cesaret edemediniz?

Ayrıca ilk Meclis ve Ali Şükrü Bey konusunda kitaplık çapta ciddi çalışmalar yapmış, Prof.Dr. Ahmet DEMİREL’e niçin müracaat edilmemiştir?

Bu arada Mehmet DOĞAN Bey’in söz konusu skandal kitapla ilgili Vahdet Gazetesindeki “Ali Şükrü Bey’i Trabzon’da Öldürmek” (24.3.2015) ve “İkinci Ali Şükrü Bey Cinayeti” başlıklı (25.3.2015) yazılarını okursanız belki biraz nâdim olup özür dilersiniz

Bu vesileyle Mehmet Doğan’ın her iki yazısından paragraflar aktaralım: “Böyle bir değerin hatırasına yayınlanan kitabı alkışlarla karşılamamız gerekmez miydi? Biz her şeye rağmen bu emeği sarfedenlere teşekkür ediyoruz, fakat merhumun şanına yakışır bir eser olacakken, bazı noktalardan alil olmasından da üzüntü duyuyoruz. En önemlisi, Ali şükrü Bey’in ısrarla “İttihatçı” olarak yaftalanmaya çalışılmasıdır.” (Ali Şükrü Bey’i Trabzon’da Öldürmek, Vahdet Gazetesi 24.3.2015)

Doğan, kitapta “Ali Şükrü Bey’in ısrarla ittihatçı olarak yaftalanmaya çalışıldığı”nın altını çizerek metin yazarının düştüğü hali istihza ile anlatmış: “Kitapta Ali Şükrü Bey’in İttihatçılığı önce bıyığına bakılarak ispata çalışılıyor. Onun bıyığı İttihatçı/Enver Paşa bıyığı imiş! Bıyıklara bakarsak, kimler İttihatçı sayılmaz ki? Mesela Millî Mücadele’nin ve İttihatçılığın en meşhur muhaliflerinden Ali Kemal! İsterseniz işi yurt dışına kadar taşıralım: Alman Kayzeri Vilhelm de İttihatçı/Enverî bıyığı bırakmış olmalı! Yoksa tersi mi doğru?  Enver Vilhelmvari bıyık bırakmış olabilir mi?” 

“….Ali Şükrü Bey’in öldürülmesine Trabzon İttihatçıları tepki göstermiş; böyle hunhar bir cinayete insan olan tepki göstermezmiş gibi! Yazar Ali Şükrü Bey’in ittihatçı hem de Enver Paşa fraksiyonuna bağlı İttihatçı olduğunu ispatlıyor! Yazarı hayıflandıran şu: Ellerinde İttihat Terakkiye resmen üye olduğuna dair belge bulunmaması! 

Diyeceksiniz ki, bu ispat neye yarar? Onun öldürtülmesini meşrulaştırmaya! Ankara’da ipleri elinde tutanlar, Enver Paşa’nın gelip işe vaziyet etmesinden çekiniyorlar. O yüzden Enver Paşa taraftarı Kâhya Yahya’yı öldürtüyorlar. Bu normalse, Ali Şükrü’nün katli de normaldir! 

Mehmet Doğan yazısının sonunda “Maalesef 2. Ali Şükrü Cinayeti ile karşı karşıyayız.”  diyerek kitabın özetini vermiş.

NETİCE:

“Mesnetsiz ifadelerle şahıslarını hedef alarak itibarsızlaştırmak istemem”, “böylesine geniş bir muhtevaya sahip kitaplarını kağıt yığını olarak adlandırmam suretiyle “ tahkir etmem emeklerine saygısızlık imiş. Kendilerine yönelttiğim sorulara ve yanlışlarına hiçbir tatmin edici cevap bulamadığım açıklamalarının eksenini teşkil eden benim “kendilerini itibarsızlaştırmak için hakaret ve tahkir” ettiğim iddialarını bu kitabı, benim eleştirilerimi ve cevaplarını okuyanlara bırakıyorum.

Eleştirilerime verdikleri 9 sayfalık cevapta tutarlı bir karşı eleştiriyi bulamamak bir tarafa, kendilerine yönelttiğim hiçbir soru ve eleştiriye tutarlı bir cevap veremeyip, sadece “habbeyi kubbe yaparak” kendilerine hakaret ettiğimi her sayfada tekrarlayan söz konusu beyefendilere sadece şifa diliyorum!  

Bu kitabı hazırlayanları “önemli bir boşluğu doldurdukları ve maksatları hasıl olduğu için” tekrar tebrik ediyoruz. Çok şükür ki ülkemizde kitaplar okunmak için değil, vitrin süsü olarak alınıyor! Yoksa bu tarihçi geçinenlerin âmâl-i seyyiatlarının ağırlığı çok daha fazla olacaktı.

Büyük Şehîd Ali Şükrü Bey için “sipariş usulü” hazırlatılan bu eserin, bazı tarihi gerçeklerin hakikatiyle gün ışığına çıkması için “gerekli ârâz” olmasını temenni ediyoruz. 

Bu vesilesiyle Trabzon Büyükşehir Belediyesi’ne iş işten geçse de “neye sebep olduğu”nu bir kez daha gözden geçirmesini tavsiye ediyoruz!

Ne diyordu büyük şehid-i mağfur Ali Şükrü Bey: “Müddei tarih ve vatandır!”


25 Mart 2015 Çarşamba

ŞEHİR'DE "ÇAPUL" VE "YAĞMA"...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimiz çapul ve yağmayla talan ediliyor…

Bu çapul ve talan, modern zamanlarda eski bir “töre”nin reenkarne şeklinde ortaya çıkışı gibi şehirlerimizde değişik tarzlarla ama tek bir “terminatör:yok edici” suretinde beliriyor.

Şöyle ki: Stepten kitleler halinde kopup gelen göçebe Türk toplulukları Anadolu’yu yurt edindikten sonra da örf ve geleneklerini kaybetmeden hayatlarını sürdürdüler.  Pagan kökenli geleneklerden tutun da Müslümanlıkla birlikte terk edilmesi gereken kimi töreler, eskisinden daha güçlü olarak bugün bile varlığını sürdürmektedir.

Göçebe kültürünün en önemli geleneklerinden birisi çapul ve yağma’dır.

Her iki kelimenin muhtevası göçebe toplulukların varlık sebebine, hayat tarzlarına ilişkin önemli ipuçları veriyor.  Ayrıca, göçebe hayatında savaş ve işgal ekonominin gelir kaynaklarından…

Eski Türkler’de yılın belli bir günü, Hakan’ın büyük otağlarda verdiği resmî ziyafetlerden sonra otağda bulunan -yemek yedikleri kaşık vs. de dahil olmak üzere- kıymetli mal ve eşyalar Hakan’ın müsaadesiyle yağmalanırdı. Yağma sırasında Hakan'ın yakınları otağdan uzaklaşır, yağma sonunda yağmacılar Hakan’ı selâmlar ve yağmaladıkları mal ve eşyalarla evlerine dönerlerdi. Buna yağmalı şölen, yahut meşhur adıyla Hân-ı Yağma denirdi.. Bu anlamda Oğuz toyları meşhurdur. İbn-i Fazlan seyahatnamesinde Oğuz toylarından bahseder, 

Beylerle komutanların yanı sıra halkın da verilen yağmaya katıldığını belirtir.

Öyle ki bu gelenek Türk töresinde hukukî bir teamül haline gelmiştir.  Selçuklu tarihçisi Prof. Osman Turan bu konuda şunları söyler: “Hanların Oğuz beylerine toy ve şölen denilen umumi ziyafetler vermesi ve bu ziyafetlerde Han sarayının yağma edilmesi (Hıvân-ı Yağma) usûl idi. Bu hukuka riayet etmeyen ve boy beyleri arasındaki kadim sırayı bozan hükümdarlara karşı isyan meşruiyet kazanırdı.” Konunun ehemmiyetine binaen Nizamülmülk, Selçuklu Sultanı’nın haftada bir veya iki kez umumi yağma vermesinin ihmal edilmemesi gerektiğini söyler.

Gene Osman Turan İbn-ül Esir’den nakille Selçuklulardaki yağmaya örnek verir: “Sultan Mehmet Tapar da hastalandığı zaman, ölümünden önce, 1118 yılı kurban bayramında, büyük bir ziyafet vermiş; oğlu Mahmud’u veliahd yaptığı bu ziyafette (toyda), Oğuzhan an’anesine göre, sofrasını ve sarayını yağmalatmış ve bu suretle merasimi ikmal etmiştir.”

Çapul ise, düşman topraklarına yapılan ani baskınlar, saldırılar ve el konulan, ele geçirilen mal ve eşyalar… Bir edebiyatçımızın Tanınmamak için yüzlerini karalayarak gece çapuluna çıkmış haydut.” dediği olay.

Kemal Tahir Devlet Ana’da roman kahramanının ağzından çapul’a dair şunları söyler:

“-Yılma yok... Bizim buralarda herkes aklına geleni işleyemez şövalyem! Düzenin bozulmadığı sıralar, çapul, bir doyum kavurma kadardır. Ölçüyü aştın mı, gök çöker başına... Önce götürecek pazar, satacak müşteri bulamazsın! Düzeni bozdun mu, orman yangınına düştün say... Dört yanın ateş... Bilmeyen, "Uçlarda geçim kolay, soyguncunun işi kıyak" der. Yanılır ki ne kadar...

Çetindir, düzenin temeli bozulmadan, burada soyguncuların durumu... Sıtmalı bataklıkların derinlerinde, gün görmez sazlıklarda gizlenip bir zaman, yeri göğü dinleyeceksin! İzini sürerler. Çamurda yüzerekten yer değiştireceksin. Gündüz ateş yakamazsın, dumanı görünür, gece yakamazsın, alazası seni ele verir. Gizlendin, ardındakileri usandırdın, işi külledin, bu kez malı değerine satamazsın, yüz altının, bir altına gider..

“Dünyanın kazancı salt çapul doyumu değildir. Akına, baskına geldi mi, o da gözü bağlı olmaz, akıl ister, hesap ister. Düşman bilinmeyince, kime salacaksın? "Uç" dediğin, her bir şeyle olur, töresiz olmaz. Buraya biriken, her aklına geldiğinde, baskına, pusuya kalkarsa nereye varır bunun sonu?”

Bey kısmının rüşvetsiz, çapulsuz geçinebileceğini aklına sığdıramıyor, şu ölümlü dünyada,
ömrünü boşa geçirdiği için gerçekten kahroluyordu…”

Yağma ile çapul arasındaki fark şudur: Eski törelerde çapulun da bir ahlâkı varken, günümüzdeki çapul’un zamanı, mekânı, mantığı, ölçüsü ve ahlâkı yok. Çapulcunun gözüne ilişen, eline geçen ne varsa hepsi onun malıdır. 
Yağma’nın ise zamanı, ritüeli, kuralları var. Bir fark daha: Çapul’da paylaşım yok, Yağma’da paylaşım var. Eski gelenekte çapul düşmana yapılırken şimdi kendi şehir ve insanına yapılıyor. 

İlginç olanı şu ki; eskiden Hakan her şeyini yağmalatırdı, toya çağrılanlar yağma yapardı. Şimdi ise yağmanın şekli değişti. Toy sahibinin değil, toya çağrılmayanların malı, her şeyleri yağmalanıyor. Yağmaya çağrılan zamanlardan, yağmaya çıkılan zamanlara geldik. Asimetrik bir değişim bu. Göçebe kültüründe varolan bir geleneğin yerleşik düzende böylesine ters yüz edilerek şehirlerimizi zehirleyen bir virüs haline nasıl geldiği dehşet vericidir! Her ne kadar kelime aynı da olsa uygulamada ‘meşruiyet farkı’ var. Zira eski gelenekte Hakan, töre de olsa kendi iradesiyle/rızasıyla halkı yağmaya davet ediyor. Bugünün yerel yöneticileri, siyasetçileri, kravatlıları, müteahhitleri, vs. kanunları delerek, deşerek yağma yapıyor. Biz biraz anlam kayması ve sapmasıyla birbirini tamamlayan bu iki kelimeyi (çapul ve yağma) şehircilik icraatlarını tavsif için kullanacağız.

Her ne kadar kelime aynı da olsa uygulamada “meşruiyet” farkı var. Zira eski gelenekte, Hakan töre de olsa kendi rızasıyla halkı yağmaya davet ediyor. Bugünün kravatlı ve müteahhit, vs. sertifikalı talancıları yasaları delerek yağma yapıyor. 

Gelelim bugüne dair söyleyeceklerimize…

Yağmanın çapula dönüştüğü, eski töre’nin yeni rant terörüne çevrildiği, kuralsızlaştığı, çapulcuların şehrin gövdesine kitlesel kurtçuklar halinde üşüştüğü bir ülkede ve böyle şehirlerde yaşıyoruz.

Şehrin ruhunu, kimliğini, iklimini yok eden, katleden, kemiren, sülük gibi emen çapulcuların gece maske takıp akına çıkmalarına gerek kalmadı. Çapulcular her tarafımızı sardı: Müteahhit, girişimci, yerel yönetici, şehirci, siyasetçi, vs. vs. adı altında onlar hükümfermâ…

Çapul ve Yağma’nın adı kentsel dönüşüm oldu, marka şehirler oldu, dünya kenti oldu.

Anlayacağınız o ki stepteki göçebelerin çapul ve yağması modern zamanların yerleşik çapul ve yağmasına dönüştü. Çapula uğramayan, yağmalanmayan bir şehir toprağı, şehir mekânı kaldı mı? Çapul’da “olan şey” talan edilirdi, modern zamanların çapulunda “olacak olan” da talan ediliyor.

Rezidansların, AVM’lerin, gökdelenlerin, güvenlikli sitelerin temelinde yağmanın çapula dönüşmesi var.

Bakın etrafınıza…

Çapulcu ve yağmacının tedip yerine tebcil edildiği, illüzyonun hakikat olarak zihinlerimizi işgal ettiği bir şehir gerçekliği karşısında hepimiz çapulcu ve yağmacıların kurbanları haline getirildik.

Müslümanlığı kabulüyle birlikte terkedilmeyen geleneklerden birisi olan çapul ve yağma ne yazık ki bugün şehir rantlarına üşüşme olarak devam ediyor. Nerede bir bâkir şehir toprağı görse oraya saldıran çapulcu ve yağmacılar 
bir zamanların “medeniyet tecelligâhı” şehirleri katletti, kimyasını bozdu, ruhunu yok etti.

Ne yazık ki tarihî süreklilik şehir çapul ve yağmasıyla devam ediyor, yeni şehirler inşasıyla değil! Çünkü şehirlerimiz, çapul ve yağmayı meşru hale getirmiş, asla kamu vicdanı, kamu malı, kul hakkı diye bir endişesi olmayan şehir yağmacılarının çapul alanı haline geldi. Çapulcu’yu, yağmacı’yı hiçbir kanun engelleyemiyor, hiçbir güç önünde duramıyor. Bir kasırga gibi şehirlerimizi kasıp kavuruyor.

Çapul ve Yağma’nın bir varoluş biçimi olduğu dönemde, Yusuf Has Hacip bin yıl önce yazdığı Kutadgu Bilig’de “Dünyanın her tarafı baştan başa bozuldu. Buna bakıp, hayret eden bir kimse var mı?” diye soruyordu. Eserinin sonunda da “Bütün iyiler gitti, kanunu ve iyi an’aneleri beraberlerinde götürdüler; burada insan artığı kaldı, iyileri nasıl bulayım… Onlar akrep gibi sokarlar, sinek gibi kanımı emerler, köpek gibi havlarlar; hangisine yetişeyim.” diye feryad eder.

Bu feryâdın bugün hiçbir karşılığı yok. Çünkü şehre üşüşen çapulcu ve yağmacıların birbiriyle akrabalığının göstergesi olan şehirlerimizin bugünkü hali şehre dair hiçbir feryâdın duyulmadığını gösteriyor.

Hiç kimseyi itham ve ilzam etmiyoruz. Şehre dair içimizdeki yangını bu iki kelimeye anlam yükleyerek ifade etmektir muradımız. Tahmin etmiyoruz ama gene de “çapul ve yağma ile bizi mi kasdettin” diyecekler olursa, buna “cevabını içinde mündemiç bir sorudur” deriz.

Şehir, bütün bir varlık gibi insana tevdi edilmiş önemli bir emanet… Bu emaneti çapul ve yağma ile talan eden şehir eşkıyalarının hüküm sürdüğü bir ülkede şehirden, idrakten, medeniyetten bahsetmenin bilinmeyen, meçhul bir galaksiden haber vermek kadar gerçek dışı olduğunu söylemeye gerek var mı?

Son yıllarda, şehirlerimizin kentsel dönüşüm adına tahribatına rağmen iktidarın hâlâ “tarih, şehir, medeniyet” söylemlerini nasıl yorumlamalı?

Bu derin bahisleri samimiyetle açanlardan kimileri için, ancak meseleye iyi niyetle gerçeküstücü (sürrealist) bir yaklaşımda bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu yaklaşım da sadece bir söz ve hitabet sanatı olarak kalmış olan, ya da tedavüle sokulan bir sanat biçimi anlamına gelir. Dolayısiyle bu sanatın gerçekle bağı, dışında olduğu içindir. Her şeye rağmen bu neo-sürrealist hitabet tarzlarının, üsluplarının gün gelir ki gerçekliği patlatıcı bir işlevi, gerçeğin kokuşmuşluğunu tedavülden kaldırıcı bir tesiri olur belki. Çünkü sürrealizmin ortaya çıkış şartlarına baktığımızda batıda önemli bir itiraz olarak karşımıza çıkar.

Eski siyasetnamelerde devletin ayakta kalması ve toplumun yaşaması için yağmanın gerekli ve zorunlu olduğu yazılıyken; şimdilerde, şehrin tahrip ve yıkımı için çapul ve yağmanın zorunlu olduğunu söylemek artık sıradan olsa gerek… Nitekim şehir tablomuz bütün trajedisiyle ortada…

Bu hal karşısında söylenecek söz yüz yıl önce söylenmiş. Bize hatırlaması ve hatırlatması kalıyor. Tevfik Fikret’in Hân-ı Yağma’sındaki “Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştiha sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” mısraını bu anlamda da düşünmek gerekir.

Şehir çapul ve yağmayı, insanımız da çapulcu ve yağmacıyı bünyesinden def’etmedikçe şehirlerimizde talan devam edecektir.

16 Mart 2015 Pazartesi

TRABZON BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NDEN SKANDAL KİTAP: ALİ ŞÜKRÜ BEY


Tarihi 4 bin yıl derinliğe kadar götürülen Trabzon’da şehrin tarih, kültür, mimarî, sanat, vs.’ne dair bugüne kadar dört kitap/eser ortaya koyamayan Trabzon Büyükşehir Belediyesi nihayet skandal bir kitapla karşımıza çıktı. Belediyenin geçtiğimiz ay yayınladığı “Ali Şükrü Bey-Hürriyet uğruna 39 yıl” isimli kitap, maalesef, büyük şehid Ali Şükrü Bey’in ruhunu muazzep etti.

Evet, skandal… Yâni rezalet… 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakanlığı döneminde seçim ve açılış mitinglerinde (23 Kasım 2013, 23 Mart 2014 ) iki kez geldiği Trabzon’da üzerinde ısrarla durarak bahsettiği ve “gençlerin örnek alması gerektiği”ni söylediği şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’i kullanarak Cumhurbaşkanı’na şirin görünmek isteyen Büyükşehir Belediyesi’nin siyasî iradesi, ortaya koyduğu skandal kitapla hem şehrini, hem temsil ettiği siyasî zihniyeti, hem de bu büyük şehidini itibarsızlaştırdı.

Son ayların yaygın kavramıyla “algı operasyonu”na tam bir örnek olacak şekilde hazırlanmış olan “Ali Şükrü Bey” kitabı, Ali Şükrü Bey’in ruhuna, şahsiyetine, mirasına, davasına, mücadelesine açılmış bir cephe adeta… Hem de ne yaptığının, neye sebep olduğunun farkına varmayan Ak Parti’li Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan bir cephe…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ali Şükrü Bey’e dair 23 Mart 2014 tarihli Trabzon mitingindeki cümlelerini hatırlatalım:

“… bugün Trabzon’da aslında Türkiye’de ne yapılmak istendiğini sizlere açık açık aktarmak istiyorum. Trabzonlu bir kahraman, Trabzonlu bir yiğit, bir şehit üzerinden Türkiye’de oynanan oyunu sizlere anlatmak istiyorum. Gençler bunu bilmeyebilir, istiyorum ki onlar da bunu öğrensinler.

Ali Şükrü Bey Trabzon’un Meclisteki ilk mebusuydu, 23 Nisan 1920’de Meclis açılırken Trabzon’u temsil etmek üzere oradaydı. Ali Şükrü Bey Osmanlı’nın kahraman bir subayı olduğu kadar, ilk Meclisin de en yürekli vekillerinden biriydi, her türlü haksızlığa karşı çıkıyordu, esarete, korkaklığa, geri adım atmaya asla tahammülü yoktu. Meclis kürsüsüne çıkıyor, kalbinde olan neyse onu söylüyor, hakkı haykırıyordu. Ne yaptılar biliyor musunuz? Bu kahraman Trabzonluyu bir gece tam 91 yıl önce 27 Mart gecesi Ankara’da alçakça şehit ettiler.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konuşmasından dört ay önceki (23 Kasım 2013)  Trabzon konuşmasında da; "Gençler sizlerden rica ediyorum, gidin Trabzonlu Ali Şükrü Bey’in hayatını okuyun. On yıllar boyunca bu millete dayatılan kelimelerin, kavramların, yaşam tarzlarının ne kadar sun’i, ne kadar yapay, ne kadar yeni, ne kadar anlamsız olduğunu göreceksiniz….” demişti.

Cumhurbaşkanı böyle söylüyor ama Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin KTÜ Tarih bölümü Öğretim Üyeleri’nden Prof. Necmettin ALKAN ve Doç. Uğur ÜÇÜNCÜ’ye hazırlattığı “Ali Şükrü Bey-Hürriyet Uğruna 39 Yıl” isimli kitap, bazen îmâlı bazen da hiçbir kaynağa istinat etmeden ortaya koyduğu indî/subjektif görüşleriyle aksini söylüyor. Ve Cumhurbaşkanı’nı yalanlamak istercesine 330 sayfalık bir kâğıt yığını olarak boy gösteriyor.

Söz konusu kitabın tanıtımı 27 Şubat 2015’te büyük şaşaalarla “Ali Şükrü Bey adlı kitap için tanıtım ve imza günü yapıldı. Büyükşehir Belediyesi’nden önemli bir kültür hizmeti daha..” mottosuyla Büyükşehir Belediyesi’nin internet sayfasında şu şekilde duyuruluyor:

“Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin kültür hizmeti olarak yayım hayatına kazandırdığı ve 39 yıl gibi kısa bir sürede Türk siyasi tarihine damga vurmuş Ali Şükrü Bey’in hayatının ve mücadelesinin anlatıldığı Ali Şükrü Bey adlı kitabın tanıtımı ve imza günü yapıldı. 2. Trabzon Kitap Günleri etkinlikleri kapsamında Hamamizade İhsan Bey Kültür Merkezi’nde yapılan söyleşi ve imza gününde Ali Şükrü Bey’in hayatını ve mücadelesini kaleme alan Prof. Dr. Necmettin Alkan ve Doç. Dr. Uğur Üçüncü, Trabzonlu kitapseverlerle birlikte oldu. 1. Baskıda 6 bin adet basılan ve ücretsiz olarak dağıtılan Ali Şükrü Bey isimli kitap önemli bir kaynak eser olarak kütüphanelerdeki yerini alıyor.”

Tam bir “merd-i kıptî şecaati” arz eden ifadeler…

Siyasî ikbal ve zorlamalarla hazırlattırıldığı gözden kaçmayan, Cumhurbaşkanı Erdoğan bahsetmese belki ismini bile bilemeyeceğiniz, dava ve mücadelesinden habersiz olduğunuz şehrinizin şehidine karşı işlenmiş (ikinci) bir cinayet: Ali Şükrü Bey kitabı.

Çok mu abartıyoruz?

Kitabı okuma zahmetine katlanabilirseniz işlenen cinayetin boyutlarını da görürsünüz.

Her şeyden önce müthiş bir özensizlikle hazırlanmış, baştan aşağı yazım, ifade ve tarih yanlışlarıyla dolu bir kitap. Buna rağmen kitabın girişinde, “kerameti kendinden menkul” kitap yazarları, “…elinizdeki bu çalışma ise, Ali Şükrü Bey’in hayatının tamamını bütün yönleriyle ele alan ilk önemli akademik ve araştırma eseri olma iddiasındadır. Hayatı, öldürülmesi, fikirleri, faaliyetleri, yayıncılığı ve ittihatçılığı gibi konular bağlamında Ali Şükrü Bey’in hayatı bütün yönleriyle ele alınıyor. Muhtevası çok zengindir.” Şeklinde çok iddialı bir çıkış yapıyorlar. Oysa bilim adamı olduklarını söyleyen ve çok iddialı sözler sarfeden bu yazarların hiçbir bilimsel ölçü, birinci elden kaynak ve referansa müracaat etmemeleri, bazı galiz iddialarını bile belgeleyip temellendirememeleri tarihçi sıfatıyla mütenasip olmayan bir ilmî seviyenin önemli bir göstergedir. 

Öyle ki kitap yazarlarının Ali Şükrü Bey’in dâvâ ve mücadelesine ne kadar uzak olduklarını satır aralarından kolaylıkla anlayabiliyoruz. Zira Ali Şükrü Bey’e bir türlü “şehîd” denilemeyen, sürekli “öldürüldü” ifadesi kullanılan kitapta “kim veya kimler tarafından öldürtüldüğü’ne dair hiçbir ifade yok. Erken cumhuriyet döneminde Ali Şükrü Bey cinayetine dair hatıratlar bugün elimizde olmasına rağmen, “yarın ne olacağı belli olmaz, dönem değişir, başımıza bir iş gelir” korku ve endişesiyle olsa gerek, cinayetin fail-i meşhuruna dair imalı da olsa hiçbir adres gösterilmiyor.  

Israrla Ali Şükrü Bey’in İttihatçı ve Enver Paşacı olduğu tezini hiçbir delil göstermeden ispata girişen sayın yazarların bu gayretine bir mana veremiyoruz. Verebileceğimiz tek mana şu olabilir: Bugüne kadar Ali Şükrü Bey birileri tarafından yok sayılmış ve tarihin dışına çıkarılmıştı. Bugün ise, yok sayma yerine, “suyun bu yakasından” bir itibarsızlaştırma operasyonu başlamıştır!

Kitapta önsözü bulunan Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Orhan F. Gümrükçüoğlu’nun kitabı okumadığı anlaşılıyor. Çünkü kitabın muhtevası Gümrükçüoğlu’nun; “milletin meclisinde sürdürdüğü tertemiz mücadelesinin en parlak döneminde şehadet şerbetini içen bu mümtaz şahsiyetin ömür kitabesini, bu toprağın evlatlarına öğretmek ve nesilden nesile aktarılmasını sağlamak ulvi bir görevdir” cümlelerini yalanlar nitelikte.

Skandal kitaptan skandal bir örnek verelim…

“…Ali Şükrü Bey’in bu ifadelerde belirttiği ‘Enver Paşa ile şu ana kadar görüşmedim’ iddiası gerçek dışı gözükmektedir. Zira Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa ile çekilmiş bir fotoğrafı bulunmaktadır. Bu fotoğraf onun Enver Paşa ile ilişkisinin olduğunun kanıtıdır. Batum’da çekilen fotoğrafta Ali Şükrü Bey ile birlikte, Ziya Hurşit, Enver Paşa ve birkaç arkadaşı bulunmaktadır. Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa’yı yurda sokma düşüncesinde olan Trabzon’daki İttihatçı erkan lehine faaliyetleri, Mustafa Kemal Paşa’nın sıkı muhaliflerinden olması ve Enver Paşa ile Batum’da çektirdiği fotoğraf düşünüldüğünde böyle bir mektubun doğru olması ihtimal dâhilindedir…” (Kitap, sh. 266)

Yukarıdaki satırlar eğer bizde değil de Batıda bir bilimsel araştırmada yer alsa, isimlerinin önünde Prof. ve Doç. unvanı bulunan mevzubahis yazarların bu akademik ünvanları geri alınır ve bir daha Üniversiteye girmeleri yasaklanırdı herhalde. Bizde ise belki taltif bile edilirler (!)

Niçin mi? Anlatalım…

1.      Enver Paşa’nın ne hatıralarında, ne mektuplarında ne de Enver Paşa ile ilgili belgelerin herhangi birisinde Ali Şükrü Bey’in kendisiyle görüştüğüne dair bir bilgi bulunmamaktadır. Zaten Ali Şükrü Bey de Meclis kürsüsünden “Enver Paşa ile görüşmedim” diyor. Kitap yazarları ise “görüştü” diyerek Ali Şükrü Bey’i yalancılıkla suçluyorlar.

2.      Mevzubahis kitabın Kitap yazarı tarihçileri Ali Şükrü Bey’in Enver Paşa ile görüştüğüne dair en önemli delilleri olan “Batum’da çekilen fotoğraf” (sh. 313) olduğunu iddia ettikleri fotoğraf, Batum’da değil 1920 yılında Bakü’de, Doğu Halkları Kurultayı’nda çekilmiş bir fotoğraftır.

Bitmedi…. Bu fotoğrafta Enver Paşa’nın yanında Ali Şükrü Bey olarak gösterdikleri şahıs ise Ali Şükrü Bey değil, Ankara Hükümeti’nin Batum Şehbenderi, yani Konsolosu olan Dr. İbrahim Talî (Öngören) Bey’dir. Yakın tarihle az-çok ilgili olanlar Dr. İbrahim Tali Bey’in bu Kurultay’da gözlemci sıfatıyla bir konuşma yaptığını (4 Eylül 1920) bilirler. Paşa’nın diğer yanındaki kişi ise Emniyet Umum Müdürlüğünde, Halep ve Bursa valiliklerinde bulunmuş olan Azmi Bey’dir. Ayrıca kitap yazarlarının bir diğer yanlışları; fotoğrafta bulunduğunu söyledikleri Ziya Hurşit’in ne söz konusu kurultaya katıldığını, ne de fotoğrafta bulunduğunu bilmemeleridir.  Bizde tarihçilik, yanlış yerden yanlış makasla işte böyle oluyor(!)

Ali Şükrü Bey’i ittihatçılık ve Enver Paşacılıkla suçlamakta dahi yeterli maharet sahibi olamayan, sarılacak tek delil olarak Enver Paşa’nın yanındaki şahsı Ali Şükrü Bey’e benzeten ve bunun üzerinden yakın tarih okumaları yapmaya ve sonuçlar çıkarmaya çalışan bu bilim adamları(!)nın halini görünce sadece VEYL! diyoruz. Kendilerine bundan sonraki tarihî fotoğraflardaki şahsiyetleri tanımaları için “hâzık bir göz tabibi”ne görünmelerini tavsiye ediyoruz (!)

Merak edenler, Kurultay’a Azerbaycan delegesi olarak bizzat katılan Şevket Süreyya Aydemir’in “Enver Paşa” isimli kitabının 3. Cildinin 548. sayfasına bakabilirler! Ayrıca Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı “TKF’nin kuruluşu ve Mustafa Suphi” isimli eserin 162. ve 163. Sayfaları ile ‘fotoğraflar’ bölümüne de bakabilirler. Bir başka kaynak olarak da Dr. Fethi Tevetoğlu’nun “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler” adlı eserinin 349-362 sayfalarına bakabilirler.

Tarihî bir fotoğraftan bir skandal hüküm çıkaran bu bilim adamları(!)nın Üniversite kürsülerinde hâlâ nasıl tarih dersleri verebildiklerine hayret ediyoruz!

3.      Kitabın bütününde delilden yoksun iddialarla, Ali Şükrü Bey’in ittihatçı olduğu ve mecliste ittihatçıların sözcüsü olduğu” tezi işlenmiştir.

Kitabın bir yerinde (s. 255) “Ali Şükrü Bey’in İttihatçılığı ve İttihatçılarla ilişkileri tartışmalıdır… Ali Şükrü Bey’in İttihat ve Terakki’ye katılıp katılmadığını ortaya koyan kesin verilere sahip değiliz. Bununla beraber İttihat ve Terakki Cemiyeti ve yan kuruluşlarına mensup kişilerle yakın ilişkiler kurmuş, hatta kendisi de bu kuruluşlar içinde çalışmıştır.” denilirken, başka sayfalarda ise Ali Şükrü Bey’in ittihatçı olduğu belirtiliyor.

İşte çok sayıdaki bu tezat ve tenakuzlardan bazı alıntılar:   

“Ali Şükrü Bey Trabzon’daki gelişmelerde tavrını muhalif ittihatçı arkadaşlarından yana koymuştur. Trabzon’daki İttihatçıların endişe ve itirazlarını TBMM’ye taşımıştır.” (s. 121)

“TBMM’de bulunduğu sürede Trabzon’da iktidara muhalif olan İttihatçılarla yakın ilişki içerisinde kalmıştır… Trabzon’daki ittihatçıların TBMM’deki en önemli sesi olmuştur.” (s. 173)

Kitabın ilerleyen sahifelerinde Ali Şükrü Bey’in “İttihatçıların TBMM’deki sesi” olduğu iftirası nakarat gibi aynı cümlelerle tekrarlanmıştır:

“…Tan’da yayınladığı yazılarıyla TBMM’deki muhalefetini Meclis dışına taşımıştı. TBMM’de bulunduğu süre içinde Trabzon ve çevresindeki İttihatçılarla bağlantısını sürdürmüştü. Onların TBMM’deki sözcüsü olmuştu.” (s. 215)

Bilinçaltlarındaki hükme delil bulamamalarının verdiği telâşla böylesine savruk hükümlere başvuran yazarlar kendi tezat ve tenakuzlarının bile farkında değillerdir.

Kitaba ‘özellikle’ koydukları “Ali Şükrü Bey’in ittihatçılığı ve ittihatçılarla ilişkisi” (s. 255) başlıklı yazı ise bir tarihçinin kaleminden çıkmaması gelen, hiçbir belge ve delil içermeyen, dolgu malzemelerinden ibaret, tenakuzlarla dolu zorlama bir metin niteliğindedir. 

4.      Bu gayret, Mustafa Kemal-Enver Paşa rekabetinde/çekişmesinde Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’e olan öfke ve muhalefetinden yola çıkarak onu Enver Paşa taraftarı göstermeleri, acaba bilinçaltlarındaki “Kemalizm sendromu”nun bir dışavurumu olabilir mi?

Bu meyanda, mevzubahis kitabın ilgili satırlarına bakalım:

“Ali Şükrü Bey TBMM’deki faaliyetleriyle muhalefetin başta gelen simalarından biri iken, aynı zamanda Trabzon’daki Enver Paşa taraftarı İttihatçıların Meclisteki en önemli destekçilerinin başında gelmişti. Bu anlamda onu Enver Paşa fraksiyonuna ait ittihadçı olarak tanımlamak-ittihadçı düşmanı söylemine göre- daha çok kolaydır. Zaten naçizane görüşüm, onun askerliğinden itibaren İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne girdiğidir…”

İlmin, idrakin, insafın, vicdanın ve tarihin çarpıtılmaktan da öte yerle bir edildiği böyle bir hüküm nasıl verilebilir? Ali Şükrü Bey’in İttihatçı olduğuna dair ortada hiçbir belge olmamasına rağmen bu satırları yazabilen adamlara ne yazık ki tarih profesörü, doçenti ünvanı verilebiliyor ve kendilerine yazı/kitap hazırlattırılabiliyor!

Trabzon Büyükşehir Belediyesini bir kez daha tebrik (!) ediyoruz!

5.      Ali Şükrü Bey’le ilgili Enver Paşacı bir algı oluşturmak için İdman Mecmuası’nın kapağındaki Enver Paşa fotoğrafını da kitaba dahîce(!) yerleştirmişlerdir!

6.      Bugüne kadar bilmediğimiz daha ne keşiflere şahit oluyoruz(!) 1918’de Trabzon’da yayınlanmaya başlayan “İstikbal” Gazetesi’nin İttihatçıların yayın organı olduğunu ilk defa bu yazarlardan öğreniyoruz!.. Oysa biz bu gazetenin Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’nin yayın organı olduğunu biliyorduk.

7.      Kitabın tarihî fotoğraflar bölümünde (sh. 321) Ali Şükrü Bey’in cenaze fotoğrafının altındaki skandal ifadelerden dolayı akıl çıldırmasın da ne yapsın! Fotoğrafın altındaki ifade aynen şöyle:

Ali Şükrü Bey’in cesedi İnegöl üzerinden Trabzon’a nakledilmişti. 5 Nisan 1923’te İnegöl’de vapura konulmadan önce çekilmiş fotoğrafı..”

Tarihin taammüden veya tecahülen bu derece tahrif ve maskara edildiği başka bir ülke var mıdır acaba?

İnsanda biraz tarih ve ilim adamı haysiyeti varsa bu ifadeler karşısında insan utanır ve özür diler!

Doğrusu şudur: Ali Şükrü Bey’in cenazesi İnegöl değil İnebolu üzerinden vapurla Trabzon’a gönderilmiştir. Bu vahim cümleler de gösteriyor ki; yazdıklarını tekrar okuma, kontrol etme zahmetine katlanamayan tarihçilerin Ali Şükrü Bey’le ilgili 330 sayfalık kitabı kalemle değil ‘makasla yazdıkları’na hükmetmemek mümkün değil! 

8.      Bir skandal yanlış daha: Kitabın “Nasıl Öldürüldü?” (Sh. 52) bölümünde Ali Şükrü Bey’in 27 Nisan 1923’te öldürüldüğünü öğrenmiş bulunuyoruz. Oysa cenazeyi “5 Nisan’da İnegöl’den” nakletmişlerdi. Yani daha Ali Şükrü Bey ölmeden cenazesi nakledilmiş… Aynı bölümde iki kez tekrarlanan 27 Nisan 1923 tarihine bakınca bu tarihçilerimizin böylesine bariz yanlışları nasıl yapabildiklerine şaşırıyoruz. Trabzon için böylesi önemli bir şahsiyetin hayatıyla alâkalı olarak tarihe ancak bu kadar özensiz not düşülebilir.

Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923’te şehid edilmiştir. Konuyla ilgili herkesin bileceği yakın tarihe ait bu bilgiyi sayın Prof. ve Doç.larımızın bir aylık önemli bir süreyle ve mükerreren yanlış yazabilmelerini herhalde tarih literatürümüze yeni yorumlar getiren bir açılım olarak anlamak gerekiyor (!)

Bu satırları okuyunca aklımıza şu fıkra geldi: Her şeyi bilen bir kahvehane allâmesi kahvede “Kurban” hikâyesi anlatıyor:

“Çocuğu olmayan Hazreti İsa Allah’a, “Ya Rabbi bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ diye dua etmiş. Hazreti İsa’nın duası kabul olmuş. Allah bir kız çocuğu vermiş. Hz. İsa sözünde durmak için kızını taşa yatırmış, tam bıçağı boğazına sürecekken, Azrail gökte keçi ile görünmüş. İsa’ya ‘kızını bırak bu keçiyi kurban et’ demiş. Meraklı dinleyiciler arasından birisi ‘Ulan, anlattığın hikâyenin neresini düzelteyim? Hazreti İsa değil, Hazreti İbrahim. Kurban edilecek çocuk kız değil erkek. Gelen Azrail değil Cebrail. Getirdiği de keçi değil koç!”

Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin tarihçilere yazdırdığı “Ali Şükrü Bey” kitabında yazdıkları da bu türden.

Zihinleri daha fazla yormadan kitabın baştan sona kadar tema’sı ve özeti’nin “Ali Şükrü Bey’in muzırlığından dolayı itlâf edilmesi gerektiği”  olduğunu ifade edelim.

Yazıklar olsun!

Şehidine sahip çıkamayan, aksine şehidini aşağılayan, itibarsızlaştıran bu yayından dolayı Trabzon Büyükşehir Belediyesi’ne yazıklar olsun! “İş yapayım” diye, birilerine şirin görünme iştahında şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey kullanılmamalıydı.

Maalesef Trabzon Büyükşehir Belediyesi bu kitabıyla (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aksine) Ali Şükrü Bey’in örnek alınmaması gereken bir şahsiyet olduğunu îma etmiş oldu.

Bu skandal kitaptan dolayı Belediyeyi ve emeği geçenleri (!) bir kez daha tebrik ediyoruz (!) Yeni kitap skandallarını da kendilerinden bekliyoruz (!)

Bu satırları yazmadan önce bu skandal konusunda benden daha fazla rahatsız olduğuna şahit olduğum İsmail Hacıfettahoğlu ile görüştüm. Belediye yetkililerinin kendisiyle kitabın hazırlık safhasında görüştüklerini ve kendilerine böyle bir kitabın “son derece ciddi bir iş olduğu, bu konuda söz sahibi, saha birikimi olan insanlarla çalışılması gerektiği“ şeklinde tavsiye ve ikazları olduğunu belirtti. Benimle de temasa geçen ilgililere “Benim Ali Şükrü Bey’le ilgili Günebakış Gazetesi’ndeki yazılarımı kitabınıza koyabilirsiniz!” demem üzerine bazı kısaltmalar yapılması gerektiğini söylediler. Yapılan kısaltmalardan sonra yazılarımın “benim olmaktan çıktığını ve bu haliyle, Ali Şükrü Bey’in davası, şahsiyeti ve mücadelesini ifade etmediğini” belirterek yazılarımın eksiltilmiş haliyle kitaba konulmamasını söyledim. Ne derece isabet ettiğimiz kitap yayınlandıktan sonra anlaşıldı.

Bu skandal kitap vesilesiyle Ali Şükrü Bey’e yapılan bühtan ve iftiralar Ali Şükrü Bey’in davasına, mücadelesine, şahsiyetine savaş açanları sevindirmiştir!

Şu anda seçilmek için meydan muharebesi veren milletvekili adaylarının hiç biri, Osmanlı’nın son Meclis-i Mebusanı’nda ve ilk TBMM’de Trabzon mebusu olan Ali Şükrü Bey’e dair bu skandal kitabı okumuşlar mıdır acaba? Okumuşlarsa niçin tepki vermemişlerdir?

Kitabın yazarlarını bilemem ama, Trabzon Büyükşehir Belediyesi yetkilileri şehirlerinin zirvesindeki büyük şehîd Ali Şükrü Bey’in ruhaniyetinden özür dilemeleri gerektiğini idrak edebilecekler midir?

Son olarak söyleyeceğimiz: Trabzon Büyükşehir Belediyesi bir daha “idrakini, irfanını ve haddini aşan” işleri ehl-i vukuflarla yapmalı ve bu skandal kitabı bir an önce dağıtımdan kaldırmalı, dağıtılanları da toplatmalıdır.  (Bu konuda iş işten geçse de, çok şükür bugüne kadar kitaba dair hiç bir eleştiri gelmemiş olması kitabın okunmadığına da işaret ediyor olsa gerek.)

Büyükşehir Belediyesi’ne bir hatırlatmada bulunalım: Eğer Ali Şükrü Bey’e saygınız varsa ve eğer bulabilirseniz, Trabzon Belediye arşivinden 1923 yılına ait Meclis Kararıyla Boztepe’ye Ali Şükrü Tepesi ismi verilen kararı yeniden hayata geçirip, Boztepe’nin adını tekrar Ali Şükrü Tepesi yapar, Ali Şükrü Bey’e de ona yakışan bir kabir inşa ettirirsiniz! 1920’lerin tek parti iktidarının gücü 2015’in tek parti iktidarında da var. Ancak bu iş irade ve cesaret ister.

Üstad Necip Fazıl ne diyordu:

“Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!”