9 Ekim 2015 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL’I ANLAMAK AMA NASIL? - yaşanmaya değer bir hayat üzerine-

Muhiddin Arabî Hz.leri Fütuhat-ı Mekkiye’sinde “Ben sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söyleyebilirim” diyor. Üstad Necip Fazıl’ı da “anlamak”a dair usûl üzerine birtakım şeyler söylemek için öncelikle O’nu anlamaya dair “kelâmın ötesinde” bir (kendi deyimiyle) “zevken idrak”ten pay sahibi olmak gerekiyor.

Üstad hakkında konuşurken/yazarken, öncelikle bu hikmetten pay almış, bu hikmeti usûl ölçüsü bilerek konuşmak/yazmak gerekiyor. Üstad’a ve onun muhtevasına ilişkin “zevken idrak” düzeyinde bir anlayışınızın/kavrayışınızın olması lazım.  Aksi halde anlattığınız asla Üstad olmaz, üstadın muradı olmaz.

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki; Üstad’ın fikir hayatı, bir biyolojik canlının hayatı gibi “gelişme içinde” bir hayat değildir. Bazı edebiyatçıların kategorize şeklinde Üstad’ın hayatını ikiye ayırıp “önceki” ve “sonraki” şeklindeki nitelemelerinin O’nu anlayamamanın esasına ilişkin büyük bir yanlış olduğuna vurgu yapmak gerekiyor. Bu ayrımı eksen alıp bunun üzerinde temellendirmeler yapılması yanlışın da ötesinde bir garabettir. 1934’ten önceki hayatında yazdığı şiirler “din dışı”, 1934’ten sonrakiler ise “din içi” gibi garabetler zorlama saçmalıklardır. Üstad’ı öncesi/sonrası şeklinde bir kategoriye tabi tutanlar Üstad’ı anlamanın cümle kapısından bile girememiş idrakleri iltihaplı olanlardır.

Bu ayırım aslında özellikle sol ve Kemalist ideolojinin yaptığı bir ayrımdır. Bunu alıp, sanki “orijinal” bir şeymiş gibi piyasaya sürmek en hafifiyle bir “edep hatası”dır. Bu ayrımı yaptığınız andan itibaren Üstad’dan uzaklaşmaya başlıyor ve onun ruh ve düşünce sistematiğini anlamanız ne yazık ki mümkün olamıyor.

Bir misal: Üstad’ın 17 yaşında yazmış olduğu “Bir Mezar Taşı” adlı şiiri ve “Allah” şiirini okuduğunuzda bu yaşta bir şairin, gencin nasıl bir nefs murakabesine girdiğini görürsünüz. Daha sonra kendisinin “Kriz Entellektüel” diyeifade ettiği, yaşadığı cemiyette hem kendisini hem fizik dünya ve ötesinin hesabını verebilme cehdi içerisine girebilmiş bir büyük kafanın hazırlık devresini görüyoruz.

Yani kaynaktan yeni fışkıran, giderek akışı yoğunlaşıp hızlanan ve kasırgalaşan bir hayatın 1934’te aslî yatağını bulacağı bir hazırlık dönemi olduğunu görüyoruz.

Bu anlamda Üstad “Babıali” sinde geçirdiği devreleri kıymet hükümleriyle ifade etmiştir. “O ve Ben” de de iç dünyasını, bütünüyle yönelmiş olduğu,o büyük mürşitle (Abdulhakîm Arvasî)  olan ilişkisini anlatır.

O’nun hayatı kırılmalarla, parçalanmalarla yaşanmış bir hayat değil, yaşanmaya değer bir hayattır. 

O’nun hayatında denemeler ve yanılmalar yoktur. Deneyip hakikati bulma (ki bu hakikat değildir) tekrar yanılma ve hakikati arama endişesi asla yoktur hayatında. Peşinen hakikati bulma, teslim olma ve bu hakikati mecrasına oturttuktan sonra, O’nun yolunda kırk yıl sürecek olan bir mücadelesi vardır Üstad’ın.

O’nun hayatı “hakikate adanmış” bir mücadele ile her türlü çile ve meşakkate katlanılmış bir hayattır.

Gerek fikri mücadelesinde, gerek bütün sanat  dallarında vermiş olduğu eserlere baktığınızda, mücadelesini o vasıtalarla anlatabilme, hissettirebilmenin inanılmaz gayretini görürsünüz. O’nda hakikati bulmuş/teslim olmuş ve bunun itminanıyla muhataplarını o hakikate davet, o hakikati idrak ettirecek bir telkin ve mücadele hayatı görürsünüz.

Yani Üstad Necip Fazıl fikir, kültür ve edebiyat tarihinin bir nesnesi değil, öznesidir.

Üstad, fikirleri ve eserlerini belli tarih dilimleri içerisinde verse ve o eserler o tarihî hadiselere tekabül etse de asla “tarihselcilik” bağlamında değerlendirilmemesi gereken bir fikir adamıdır. Sadece mesajını, mücadelesini “zamanın dili”yle vermiştir. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen 40-50 veya 60 yıl önce ortaya koyduğu eserler, fikirler hâlâ önümüzü aydınlatmakta, istikametimizi göstermektedir. 

Üstad Necip Fazıl’ın fikrini, şiirini, toplumsal ve ideolojik mücadelesini kesintisiz, yekpare bir bütün olarak anlamak gerekiyor. Üstat, doğuştan hakikate hazır bir cins kafa idi. Allah’ın bazı istisnai kullarına nasip ettiği bir şeydir bu.

Bir zamanlar düşmanlarının bile “bir mısrası bir millete şeref vermeye yeter” dedikleri Üstad, iman mihrakını, dünya görüşünü açıkladıktan ve bütün bir mücadele gayesini tezatsız bir biçimde ortaya koyduktan sonra “şiirine yazık etti, sabık şair, mistik şair” diye nitelendirdikleri zamandan sonra da müstakim bir mücadele çizgisinde müstağni bir hayat sürmüştür.

Yâni O’nun övgülere de, yergilere de aldırış etmeyen bir müstesna ve müstağni hayatı vardı.

Büyük Velileri anlattığı “Halkadan Pırıltılar” adlı kitabının önsözünde O velilere ilişkin söylediği, ama üstadı doğrudan doğruya bizzat tanımlayan bir cümlesi vardır: “Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki alemde meclis kuranların hikayeleri…”

Üstadın kendisi de ‘sınırdan ilerideki alem’e odaklı olduğu için, kırk yıllık meşakkat ve çile dolu bir hayatın bir fani tarafından yaşanabilmesinin tek bir izahı olabilir.  O da; sınırdan ötede meclis kuran bir ruh durumuna sahip olmaktır. Böyle olmasaydı, on bir kez hapse girip çıkan bir adam ve her defasında daha da alevlenen bir mücadele ve enerji…  

Bu enerjiyle 1943' te Büyük Doğu’yu çıkardı.  Büyük Doğu onun büyük rüyasıdır. O’nun büyük duasıdır, O’nun isminden çok neye delalet ettiği önemli olan büyük medeniyet davasıdır.

Üstad medeniyetinden koparılan, tarihi kökleri kurutulan bir toplumun, bir tarihin, bir milletin, bir coğrafyanın davasını kendisine dert etmiş, bu dert ile hemdert olmuş bir mütefekkir, bir muhakkiktir. O, sürekli tahkikte, yani hakikatin merkezinde yaşayan adamdı. Sürekli hayrette, sürekli huzurda, sürekli hesap şuuruyla yaşamış bir mütefekkirdi.

Şiir örgüsü olan Çile kitabıyla, fikir örgüsü İdeolocya Örgüsü kitabını karşılaştırdığınızda göreceğiniz; İdeolocya Örgüsü onun medeniyet tasavvurunun, medeniyet tasarımı haline geldiği tezatsız bir bütünlüğe sahip fikir yumağı; Çile kitabı da, şiirin zirvesinden seslenen bir şairin medeniyet tasavvurunun şiir diliyle ifadesidir. Yâni Çile’siyle ne yapmak istediyse İdeolocya Örgüsüyle de onu yapmıştır.

Vefatından kısa bir süre önce (1083) yazdığı bir şiirinde “Allah, Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum” deyişi bir büyük muhakkikin hakkel-yakînden seslenişidir adeta.

Üstadın hikmetsiz hiçbir davranışı yoktur. Her davranışından ‘ders çıkarılması’ gereken bir hayattır onun yaşadığı. İzahı yapılamayacak hiçbir hareketi, hiçbir davranışı, hiçbir eylemi yoktur.

Yaşadığı hayatın bizatihi şiir olduğunu göremeyenlerin “Şiiri niçin bıraktınız?” sorusuna “alt katını alevler bürümüş bir evin üst katında satranç oynanmaz” diye cevap vermişti Üstad. Ve gene “şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurabilmenin, onu inşa edebilmenin davasındayım” demiştir.

Kaldırımlar şiiri yayınlandığında üstadı göklere çıkardıkları zaman da O şunu söylemiştir. “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri.. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”

Yani O, fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi.

Siyasetçilerle olan ilişkileri “davasının izzeti ve zaferi” içindir. Bunu küçük idrakler anlayamaz. Gençliğe hitabesinde söylediği “Canların canı uğruna can vermeyi cana minnet bilecek” bir adanmışlığa kavuşmuş bir büyük mücadele adamıyla karşı karşıyayız.

O’na;

“Yaram var, havanlar dövemez merhem
Yüküm var pazarlar bulamaz dirhem
Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem
Yollar ki Allaha çıkar bendedir” dedirten işte bu adanmışlıktır.

Yani başı ve sonu Allah ve Resulü olan bir mücadelenin tecezzi kabul etmez bir biçimde yaşanmanın mihrak şahsiyetidir Üstad Necip Fazıl. “Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş”  bir büyük mücadele adamını, indirgemeci bir şekilde kendi idrak seviyesine düşürenlerin anlayamayacağı bir hayat…

Üstad te’lif hakkı kendisine ait olan “Ulu Hakan” vasıflandırmasını yaptığı  Abdülhamid Han isimli eserinin sonunda der ki “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”. Biz de diyoruz ki “Üstadı anlamak her şeyi anlamak olacaktır. “

Her kavram manasını, her yanlış doğrusunu Üstad’da bulmuştur.

Bugünkü nesillerin O’nun eserlerine nüfuz edecek idrake kavuşmaları en büyük duamız ve derdimiz olmalıdır.

 “Ustada kalırsa bu öksüz yapı onu sürdürmeyen çırak utansın” diyor Üstad. Gene, kahramanları sınıflandırırken der ki: “iki tip kahraman vardır; ölmeden ölenlerle ölüp de ölmeyenler” derdi. Ölmeden ölenler velîlerdi. Ölüp de ölmeyenler ise şehitlerdir.  Üstad ise ölmeden önce ölen yâni “bütün fani lezzetlere tenezzül etmeyen” bir mücadele adamı olarak o kahramanların içindedir. Eserleriyle de ölüp de ölmeyenler sınıfına dâhil olmak üzere her iki kahraman sınıfına dahil edilmesi gereken bir büyüktür.

Taşıdığı sorumluluğun ne azîm, büyük, müthiş olduğunu ”bir kuş bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” mısraını anlayanlar anlarlar. Öyle “kurşundan bir yük” taşıyordu ki, bütün derdi bu yükü, bu mukaddes emaneti asliyyetiyle yüklenmek ve kendinden sonra ruh adaleleri genç bir nesle emanet etmekte bütün muradı.

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti rahmetli, üstadın vefatında yazdığı bir yazıda demişti ki; “Herkes üstadın arkasından beylik bir laf ediyor, “boşluğu doldurulamaz.” Serdengeçti de demişti ki; “ Boşluk mu bıraktı ki doldurulsun?”

Onun kullandığı üç kelime ile 79 yıllık hayatını ifade edecek olursak; “İman, fikir ve aksiyon”dan ibarettir.

Şimdi asıl mesele; Üstadı yeniden evlerimize davet etmek, evlerimizden de eksik etmemek gerektiğini idrak etmektir.

(Hüküm Dergisi, Ekim 2015)
 
 

 

BİR BÜYÜK İNANMIŞ: ÜSTAD NECİP FAZIL


“Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin
 Erken gel, beni evde bulamayabilirsin”
Üstad N.Fazıl

Tanzimat’la başlayıp meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle büyük yıkım ve kıyım projeleriyle devam eden İslâm’ı yok etme girişimlerine karşı verilen mücadelenin “remz şahsiyet”lerinden en önemlisi Üstad Necip Fazıl’dır. Ondört asırlık sahih İslâmî birikimin sıhhatli gelenek kalıpları içerisinde orijinalitesi muhafaza edilerek yenilenip bugünki nesillere tevarüs etmesinde en önemli te’lif hakkı Üstad Necip Fazıl’a aittir.

Bir mütefekkir “İnsanlar da kuyulara benzer, içlerinde boğulabilirsiniz” der. Bu türden bir insanı yani Üstad Necip Fazıl’ın hayat ve eserlerine bu tanım içerisinde baktığımızda, bu cümlenin sonunu şöyle dönüştürebiliriz: “içlerinde hayat bulabilirsiniz!”

Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının yıldönümlerinde birtakım alışılmış şablonlarla anmanın sıradanlığı ve sığlığı neredeyse gelenek oldu. Oysa ki O’nu anmak değil “anlama”nın artık ontolojik bir hal arzettiğini düşündüğümüzde, “Necip Fazıl kimdir?” sorusuna doğrudan bir cevap vermek gerekir. Onun kim olduğunun cevabını almak için vasiyetinden bir paragrafı okuyalım: “Eğer bu kâmusluk bütünü (eserlerini-hayatını) tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz ‘Allah ve Resulü, başka her şey hiç ve bâtıl..’ Devam ediyor :”Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!... Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız ! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !”

İşte kendi kaleminden Üstad Necip Fazıl. Hayatını eser, eserini de hayatı bilmiş mesajını duruş, duruşunu da mesaj haline getirmiş bir büyük inanmış karşısındayız.

O’nun hayatı bir şablon cümleyle ifade edersek; kaynağını nereden aldığıyla enerjisini nereye akıttığı arasında yaşanan müthiş bir içe yönelik nefs murakabe ve mücahedesi ile dışa yönelik cemiyet mücadelesinden ibaret bir “yaşanmaya değer” hayattır.  

O; insan memuriyet ve mes’uliyetinin yakıcı bir şekilde derinliğine idrakindedir ki;

“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı

Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı” mısralarıyla bunu ifade etmiştir.

Üstad Necip Fazıl; gerek şiirlerinde gerekse de diğer bütün eserlerinde kim olduğunu ifade ederken aynı zamanda muhataplarının kim ve ne olmaları gerektiğini de ifade ve ihtar eder! Tıpkı yukarıdaki mısralarında olduğu gibi.  Bu mısralarında Allah’ın insana yüklenmiş olduğu temel görev ve ödevin hakikatini idrak etmenin Üstad’da dev sancılar haline gelişini görüyoruz.

Üstad’ın birbiriyle en alâkasız gözüken mısralarıyla eserlerinin derinden birbirleriyle irtibatlarını kurabilen ehl-i irfan O’nun “Çile”siyle yapmak istediğinin “İdeolocya Örgüsü”yle yapmak istediğinin aynısı olduğunu anlar. Onun için O’nun insan ufkunun ötesine varan tecrid yüklü mısralarıyla, dışından teşhis yüklü görünen mısralarının mihrakı aynıdır.

Yâni yukarıdaki mısralarıyla,  “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti, Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” mısralarındaki teşhiste de kim olduğu ve ne yapmak istediği yatar. O; mukaddes emanetin dâvacısıdır. Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa gösterdiği doğru yol ve doğru emanetin davacısı… Sadece insanın kabul ettiği emanet.. Peygamberler eliyle son peygambere kadar gelen ilâhi emanetin davacısı.. İşte Üstad’ın yaşadığı zaman diliminde kim olduğunun ifadesi budur..

Üstadın düşüncelerinin, istikametinin henüz tam olarak yatağına oturmamış olduğu 23 yaşında (1927) “başını bir gayeye satmış kahraman gibi” ifadesiyle, 45 yaşında (1949) meşhur Sakarya Türküsü’nde “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun” mısrası ve en nihayet 79 yaşında (1983) vefatından kısa bir süre önce yazdığı “Allah Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum; Öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum!” mısraları Üstad’ın hayatının kendini idrak ettiği günden son nefesine kadar her şeyiyle “bir mukaddes gayeye adanmış hayat” olduğunu ortaya koyar.

O’nun hayatı, suyun bu yakasında kimi edebiyat müsveddelerinin yaptığı tasnifle “önceki hayatı”, “sonraki hayatı” şeklinde parçalı bir hayat değildir. Bunu anlamak için 20 yaşında yazdığı “Allah” şiiriyle “Ya hû” şiirlerine bak yeter. Tabii anlayacak idrak gerek ! Çıkış noktası Allah, varış noktası Allah olan bir yaşanmaya değer hayat… Yani O’nun hayatı asla tashihe muhtaç bir hayat değildir.

O’nda (kimi idrak yoksunlarının anlayamadıkları) kibir şeklinde tezahür eden duruşu; temsil ettiği fikrin izzetinden kaynaklanan vakardır.

O; büyük, yüce, mükemmel, vs. gibi beylik kelimelerle, şablonlarla, barkotlarla anlatılmaktan uzaktır. Buna rağmen gene de söyleyecek olursak; O’nun büyüklüğü taşıdığı yükün ağırlığından ve büyüklüğünden gelmektedir!

O kimileri fark etmese de, Allah ve Resulü gayesine mıhlanmış, kıyamete kadar gelecek olan “mukaddes yüke hamal” büyük taşıyıcıların büyüklerindendir...

Üstad’ın Hacc’ı sırasında Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin kabrinin önüne geldiğinde yaptığı o insanı eritici dua ve şu sözü O’nun tüm kimliğini ele vermeye yeter sanıyorum. Diyor ki Ravza-i mutahhara’da : “Necip Fazıl ! Sen bu ânı görmek için yaratılmışsın !”

Hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir…

Üstad’ın hayatı aslında bir hesaplaşmanın tarihidir. Aslî toprağından sökülmüş, atılmış, katledilmiş bir neslin bütün acılarını, trajedilerini (bir paratoner gibi) üzerine çeken ve “kalk ve uyar” emrini iliklerine kadar hisseden ve bunun gereğini yerine getiren bir büyük hissedicidir. “Ölsek de sevinin eve dönsek de!” diyerek gayesi ve memuriyeti yolunda hiçbir engel tanımayan bir medeniyet savaşçısı..

Üstad; sonuçlar doğuran fikirlerin sahibidir. Bu sonuçlar riskli de olsa her zaman o riskleri göze almıştır. Kesitler halindeki uzun hapishane hayatı bunun göstergesidir. Üstad aldığı risklerin bedelini burada, kendi coğrafyasında ödemiştir.

Şedit, ceberrut CHP iktidarının İslâm’ın her türlü izlerini toplumdan silme operasyonlarına karşı verdiği destansı mücadele herkesin malûmudur. O, bu mücadelenin sonuçlarını bilerek, göze alarak vermiştir kavgasını. Kimileri gibi güttükleri davanın izzetini düşünmeyen, tehlike gördüğü anlarda bu toprakları terk edenlerden, bu coğrafyadan kaçanlardan olmamıştır.

O diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı, insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni anlatmaya yeter.

Büyük Doğu: Büyük Rüya, Büyük Dua, Büyük Dava…

“Lâfımın dostusunuz çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği “fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda (anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir. Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz.

Aslında O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konunun derinliğine girmenin yeri burası değil, sadece bu tesbitlerle yetinelim isterseniz. Aslında, bugün bile ülkemizde ve tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman olmuş  bir İngiliz bilim adamının deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade edebilecek, bütünleyecek  mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem sorabilen hem de cevap verebilenlerdir. Bunlar ayrı ayrı bahisler, konular..

Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir.  Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor.

İşte Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsüyle anlayabiliyoruz.

O’nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.

1979 yılında yazdığı ve sonra İdeolocya Örgüsü’ne eklediği “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt) bahsini özet maddeler halinde anlatır aslında. “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”

Evet… O, yüzyıllara sâri bir zevalin ardından fikirde kemâl çığırını açmıştır.

O’nun Büyük Doğu’su Allah ve Resulû’ne bağlılığın bir büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder.

Günümüz gençliği O’nu okumalı, anlamalı, hissetmeli…

O’na rahmet, mağfiret, bize de şefaat…

(Hüküm Dergisi, Eylül 2015)