27 Mart 2012 Salı

"MEKÂN YABANCILAŞMASI"NA TUTULMAK..

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

“Mekân yabancılaşması” modern zamanlarda olduğu kadar, kadîm dönemlerde de görülen önemli bir sendromdur. Özellikle bir medeniyetin ruhunun üzerinden çekildiği şehirlerde ‘münzevi’ bir şekilde yaşayan mekânların muhataplarında bıraktıkları bir sendrom… Mekân mı insana, insan mı mekâna yabancılaşıyor? Aslında her ikisi de… İnsanın mekâna yabancılaşması; onu tanıyamaması, ona karşı ‘hissizleşmesi’dir. Mekânın insana yabancılaşması ise, insanla olan ilişkisinde fonksiyonunu kaybetmesi, ‘duyu kaybı’na uğramasıdır.

“Bize ait” olduğunu zannettiğimiz fakat ruhunu kaybettiğimiz, onlara yabancılaştığımız, karşısında etkilenmediğimiz tarihî mekânlarımızın manasını ve hala süregelen çekiciliğini ve etkisini, onları gören “yabancı”lardan dinlediğimizde/okuduğumuzda biz bile hayret ediyoruz. “Nasıl olur? Bu mekânlar bize bir şey anlatmazken, onlara nasıl anlatabilir?” şaşkınlığını yaşadığımız şehrin sakini olan “gerçek sahipleri”, bugün artık giderek ölüme terk ediliyor… “Gerçek sahipleri” diyorum çünkü, sadece o tarihî mekânlar şehrin “ne olduğu”nu, “kime ait olduğunu” anlatabiliyor. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ruhu ancak o mekânlar yansıtabiliyor.

Şaşkınız diyorum. Niçin? Çünkü, medeniyet iklimimizin tecelligâhı, sergi alanı olan şehirlerimize ve şehir mekânlarına ilgisizliğimiz, onları tanıyamayışımız, onlarla ‘konuşamayışımız’ giderek onları ‘gereksiz, anlamsız taş yığınları’ olarak görmeyi beraberinde getirecek, getiriyor.

Bu “görme biçimi”nin devamında ‘şehirlerimizin görüntüsü bozuyor” gerekçesiyle, bunların da yok edileceği endişesini taşıyoruz…

Söz konusu ettiğimiz veya edeceğimiz, hemen hemen bütün kadîm şehirlerimizde ‘sembolik’ de olsa varlığını sürdüren tarihi malzemeleri, eşyaları, mekânları, oldukları şekliyle korumaya vurgu yapmak değil… Bu ayrı bir konu…

Gelmek istediğimiz, daha doğrusu göstermek istediğimiz; içinde yaşarken bile hissedemediğimiz ‘mekân ruhu’nun insanı nasıl etkilediğine günümüzün önemli şairlerinden Şili’li Neruda’yı şahit göstermektir.

Notlarımın arasında bulunan ve birkaç yıl önce bir yazarımızın da dikkatini çeken Şili’nin önemli şairi Neruda’nın Hindistan günleri sırasında yaşadıklarını anlattığı cümleleri, sadece mekânların ruhunu değil, aslında şehirlerin, hem de “bizim şehirlerimizin” ruhunu tam anlamıyla yansıtacak, muhteşem ifadelerdi.

Bizim göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyamadığımız güzelliği, ruhu, sesleri Neruda hakikatiyle görüyor, hissediyordu.

Ölümünden birkaç yıl önce Paris Büyükelçiliği sırasında L’Express dergisinin sorularını cevaplandırırken, konu dinlere gelince Neruda Hindistan’dan söz eder. Der ki: ““Bir gün Rangoon’da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içindeki rahiplerle aynı dindendiler, fakat içeri giremiyorlardı. Ne haksızlık! Buda, gücünü uygulamaya geçirememişti. Buna mukabil bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.”

Soru soran Gazeteci şaşırır ve “Nasıl oldu bu?” diye sorar. Neruda, “Tuhaf bir şekilde..” diyerek anlatmaya başlar. Oldukça sıcak bir yaz gününde yürürken karşısına beyaz renkli bir camiye rastlar. Biraz dinlenmek ve serinlemek için camiye girer. İçeride bir süre oturur ve düşünceye dalar. Caminin içinde kimse yoktur. Biraz sonra birkaç Müslüman gelip Neruda’yı fark eder ve ona “Müslüman mısınız?”, “Buraya niçin geldiniz?”, “Ne yapıyorsunuz?” gibi sorular sorarlar. Neruda, Müslüman olmadığını söyler. Biraz dinlenmek ve düşünmek için camiye girdiğini söyler. Bunun üzerine “Haklısınız, burası derin düşünceye müsait bir yerdir. Yine gelebilirsiniz.” derler.

Neruda söyleşinin devamında diyor ki: “Doğu’da geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan âyinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıça Kali’yi… Üç beş kuruşa takla atacak rahipleri; bunları hiçbir zaman çekici bulmadım. Oysa, susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi…”

Bu muhteşem hissediş karşısında insanın büyülenmemesi mümkün değil.

Kendi mabedinin kokusunu alamayan, kendi şehir mekânlarında haşyet ve huzuru yakalayamayan “yerli”lere nisbetle Neruda’nın bu derin hissedişi bize kaybettiğimiz şehir ve mekân ruhunu hatırlatabiliyor mu?

Neruda’nın bize verdiği ders veya Neruda’dan çıkarmamız gereken trajik sonuç: Nasıl bir mekân yabancılaşmasına tutulduğumuzdur.

Mekânlarımızı ne kadar tanıyorsak, kendimizi de o kadar tanıyabiliyoruz.

(Günebakış, 28 Mart 2012)

19 Mart 2012 Pazartesi

ŞEHİR HAZ İMAL EDEN BİR ATÖLYE Mİ?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehre hangi soruları sorarsanız o yönde cevaplar alırsınız. Aldığınız cevaplara göre şehri anlayabilir, şehri tanımlayabilirsiniz. Şehre soru sormak ve cevap almak; ona baktığınızda gördüğünüz, onda yaşadığınızda hissettiğiniz, onu düşündüğünüzde sizde bıraktığı mânâ, sizi derinliğine davet eden ruhudur.

Şehre soru sormak her şeyden önce şehri ‘farketmek’le başlar. Bu bağlamda David Harvey’in “Paris, Modernitenin Başkenti’ kitabı her ne kadar artık geçerliliği kalmamış ‘eski şablon’larla ve ekonomi-politik bir bakış açısıyla moderniteye/modern şehir kuramlarına eleştiriler getirse de, oldukça hacimli bir biçimde Modern zaman şehirlerinin sembolü olan Paris’in genetiğini, karakterini, açmazlarını, hayat damarlarını ortaya koyan önemli bir çalışma olarak yayınlandı. Harvey, hayallerin kenti Paris’nin aynı zamanda nasıl bir sefalet şehri olduğunu da ayrıntılarıyla
anlatıyor yazar kitabında.

Harvey, Paris’e sorduğu sorulara muhtevalı cevaplar alan bir kuşatıcılıkla şehre yaklaşıyor.

Kitapta Paris’in mimarî dönüşümüne ilişkin de önemli, altı çizilmesi gereken açıklamalar, tesbitler var. Meselâ; şehir yöneticilerinin (Vali, Belediye Başkanı, vs.) bir şehrin mimarî dönüşümünde nasıl etkili olduğuna ilişkin; Napolyon 1852’de Haussmann tarafından yapılan Paris’in önemli bir binasını ‘kabul edilemez bir çözüm’ olarak durdurmasının ardından Mimar Haussmann’la Napolyon arasında geçen bir diyaloğa ilişkin şunu söyler: “Louis Napolyon 1852’de bu kadar berbat bir şey ortaya koyan bir mimarın iki yıl sonra nasıl bir şaheser ortaya çıkarabildiğini sorduğunda Haussmann, zerre kadar tevazu göstermeden ‘Vali farklıydı!’ karşılığını verir.” Bu anekdot şehrimizin Vali ve Belediye Başkanının dikkatini çeker mi bilemem.

Kültür adamlarının, sanatçıların, mimarların, entelektüellerin şehrin oluşumuna olduğu kadar dönüşümüne olan etkilerini de Baudlaire, Balzac, Flaubert, Zola gibi önemli edebiyat adamlarının şahitliğiyle ortaya koyan Harvey önemli uyarılarda bulunuyor: “Kentin nasıl görüleceği ve yoğun değişim dönemlerinde nasıl tanımlanacağı meselesi göz korkutucu bir güçlüktür…
Öte tarafta ise kentler üzerine sayısız araştırma ve monografi olmasına rağmen, insanlık halini aydınlatmak şöyle dursun pek azının özellikle anılmaya değer olduğu bir gerçektir. Elbette istisnalar vardır… Kentin içinde neler olup bittiğine dair bolca kuramımız var ama kente dair tekil bir kuramımız yok. Var olan kent kuramları da sıklıkla kent deneyiminin zenginliği ve karmaşıklığının içini boşaltacak kadar kuru ve yüzeysel görünür…”

Özellikle Balzac’ın Paris’le ilgili tanımı, şehirlerimizin ve içinde yaşadığımız şehrin de ‘zorlama bir modernliğin’ kıskacında nasıl bir sefalete doğru sürüklenmekte olduğunu akla getiriyor. 19. yüzyıl Paris’inin “haz imal eden büyük bir atölye” haline geldiğini söyleyen edebiyat adamı aslında bir asır sonrasında ülkemiz metropollerinin/şehirlerinin halini, işlevini tanımlamış. Paris’in “ahlak, ilke ve samimi duygulardan yoksun” olduğunu söyler. Daha da vahimi bu şehirde insanın nesneleşmesi, objeleşmesiyle birlikte “bu dünyaya siz de uyuverirsiniz, hiç yadırgamazsınız.” Der.

İnsanın şehrin kendisine yabancılaşmasına karşı soracağı soru olmaması, kuşanacağı ahlâki bir tavrı benimseyememesi bir yana, bir haz atölyesine dönüşen şehir çarkının arasında öğütülmesi nasıl izah edilebilir?
Müzik, alışveriş, spor ve mekanik bir koşuşturmanın insanın yaşama amacı haline geldiği, şehrin de bunlara sunduğu imkânlar kadar ‘yaşanılabilir’ sayıldığı bir çağda hayatımız üzerinde bir zevk diktatörlüğü kurulmuş, şehrimiz de “haz imal eden büyük bir atölye”, bir “haz tapınağı”dır artık.

Balzac’ın 19. yüzyıl Paris’inden bir kesit daha okuyalım da şehrimizin hem bugünkü halini okumaya bir not, hem de “kentsel dönüşüm” şehvetine kurban etmek isteyenlere belki bir şeyler hatırlatır:
“Paris’te yüz kızartıcı suç işlemiş bir adam kadar onursuz bazı sokak ve caddeler vardır; sonra asil ve nezih sokaklar, sonra düpedüz namuslu sokaklar, sonra ahlakı konusunda halkın henüz bir fikre sahip olamadığı genç sokaklar vardır; sonra katil sokaklar, en yaşlı soylu hanımefendilerden de yaşlı sokaklar, saygın sokaklar, her daim temiz, her daim pis sokaklar, işçi sokaklar, çalışan sokaklar, tüccar sokaklar vardır. Yani Paris sokakları insanî niteliklere sahiptir ve fizyonomileriyle bizde elimizde olmayan bazı fikirler uyandırır.”

Harvey’in ‘psiko-coğrafya’ dediği şehri meydana getiren bu mekânlarla her gün karşılaşıyoruz. Bu mekânlar şehrin ‘haz atölyesi’ haline gelmesine ne kadar direnebilir? Veya direnebilir mi?

Bir şehrin genetiğiyle oynamadan onu yaşanan zaman dilimlerine tarihselliğiyle taşımak, onu sürekli kılmak başta şehir yöneticileri olmak üzere şehri adına ‘dert taşıyan’ herkesin üzerine bir borçtur. Öyle bir borç ki; ertelenemez, devredilemez, vazgeçilemez bir borç. Harvey’in kitabında kullandığı deyimle ‘zorla modernliğe sürüklenen’ değil, modern zamanlarda ‘kendisi’ kalarak var olacak bir şehir…

Şehrin, ait olduğu medeniyetten, soluduğu manâ ikliminden, sahip olduğu dünya görüşü’nden koparılmasıyla ‘haz imal eden atölye’ye dönüşmesi karşısında ne yapılabilir?

Herhalde öncelikle yapılacak şey Harvey’in, “kendine dair olarak, yalnızca kendisine ilişkin olarak var olan mekânı yok etme gibi ölçüsüz bir yeteneğe sahiptir” dediği insanın bu karakterinden soyutlanıp şehre sahip olmak için yola çıkması ve “ahlaki ve bilinçli bir varlık olarak sırf hakim olmayacak kadar şehri sevmesi ve ona saygı duyması”dır.

Şehrimizin “haz imal atölyesi”ne dönüşmesi karşısında hüzün duymanın ötesinde yapılacak çok şey var. Ama öncelikle “hangi şehirdeyiz?” sorusunun idraklerde yer etmesi ve doğru cevaplanması gerekiyor.
(Günebakış, 21 Mart 2012)

13 Mart 2012 Salı

ŞEHİR YÖNETİCİLERİNDE UNESCO KADAR DUYARLILIK YOK!

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tarihî şehirlerimize sahip çıkamayışımız/çıkmayışımız trajik bir vakıa… Bırakın ruhunu, iskeletine bile sahip çıkamıyoruz. Öyle bir vakıa ki tarih-medeniyet ve şehir yanıbaşımızdan akıp gidiyor farkında değiliz. Tarihte Moğol ordularının bile belki de yapamayacağı bir pasif istilâ şehirlerimizin üzerinde hızla yayılıyor. Bu istilâ yerel yöneticiler, siyasîler, bürokratlar, vs. eliyle şehirlerimizde kol geziyor.

Şehir idraki olmayınca yerini şehir istilâsı alıyor…

Şehir istilâlarının günümüzde en önemlisi siluet istilâsı… Siluet yâni, şehre bakanlara/şehre girenlere şehrin kimliğini yansıtan total/temel çizgilerin, karakterin istilâya uğraması… Şehrin siluetini yansıtan eserleri yok etmekten daha beter hale getiren o eserleri kuşatma altına almak, gözlerden kaçırmak… Ve tabii ki böylece yok etmek…

Siluet şehrin kimlik kartıdır, künyesidir.
Siluet, şehrin özgeçmişidir, şahsiyetidir.
Siluet, şehrin varoluş ifadesidir, kendini sergileme biçimidir.
Siluet, şehrin ruhunun fotoğrafıdır.

Vahim olan, kendi koruyamadığımız şehir siluetlerinin UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından koruma altına alınmasıdır. Şehir yöneticilerinin taşımadığı şehir duyarlılığının UNESCO tarafından taşınması esef verici olduğu kadar, yüz kızartıcıdır. Öz eserlerimize kendi elimizle sahip çıkamamanın cezasını yabancı el bize gösterdiği duyarlılıkla tokat gibi yüzümüze vuruyor. Bu utanç bize yeter!

Bu gidişle tarihî şehirlerimizin siluetinin UNESCO’ya devredilmesi en sağlıklı yol olsa gerektir. Çünkü yerel yöneticilerde tarih, medeniyet, şehir ve siluet idraki yok. Bu idrak olmayınca da sadece eserin maddesini, plâstisitesini koruma çabasından dolayı UNESCO’yu tebrik etmemek elde değil.

“Kurtuluş ve Fetih Günleri”nde kahramanlık söylevlerine soyunan, hamasetin ötesine geçememiş
bir tarih söylemi ve algısından başka şehrine ait hiçbir donanımı olmayan şehir yöneticilerine eğer ibret algıları varsa bu yeter.

Bir kez daha anlıyoruz ki; şehir, şehir yöneticilerine, ilgili bakanlara ve siyasîlere bırakılamayacak kadar ciddi, öncelikli ve ehemmiyetli bir iştir!
UNESCO şehir katliamlarını fark ediyor da şehrin yöneticileri fark edemiyor!

Yakında UNESCO’yu başta şehrimiz olmak üzere Anadolu’daki tarih kalıntısı taşıyan şehirlerimizi de koruma altına alması için mecburen çağırmak zorunda kalırsak, bu herhalde şehrimize ve tarihe sahip çıkabilmemizin tek çaresi olur!
Geçtiğimiz günlerde UNESCO ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında krize sebep olan Haliç’e yapılması düşünülen metro köprüsüyle şehirlerimizin tarihî siluetinin nasıl yok sayıldığı, önemsenmediği tekrar gündeme geldi.

UNESCO “Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı 65 metre yüksekliğinde ve üzerinde boynuzlar bulunan köprü projesine Süleymaniye Camii’nin siluetini bozduğu gerekçesiyle” itiraz etmiş, bu projede ısrar edilmesi halinde İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden çıkarılma riskiyle karşı karşıya olduğunu bildirmiş. UNESCO’nun ifade edilen bu “gerekçesi” şehir yöneticilerimizi utandırır mı bilemem. UNESCO’nun koruma ihtarında bulunduğu eğer antik dönemden kalma bir eser veya kilise olsaydı hemen “maksatlı” olduğuna ilişkin bir gerekçe bulunurdu. Peki Süleymaniye’ye ne gerekçe bulunacak?

Şehir yöneticilerinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının, hatta Kültür Bakanlığı’nın öncelikle şehirlerimizin tarihî siluetlerinin muhafaza edilmesi konusunda doğal bir reflekslerinin olması gerekmiyor mu?

UNESCO’nun dünya mirası listesi var. Peki, tarihî şehirlerimize dair acaba bir “şehir envanteri”miz var mı? Eğer varsa bu mirasın “hazine” hassasiyetiyle korunması gerekmez mi?

Aslında “koruma” ve “korumacılık”, yardıma muhtaç, artık kendi başına yaşama ümidi kalmamış
eserler için söz konusudur. Koruma yerine modern zamanlarda da yaşayan tarihî şehir mekânları ve mobilyaları cinsinden bu eserler sahiplenilmeli; Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Beyazıt camileri gibi, eski kasr ve sarayların, iş hanlarının günümüzde kullanılabilir, yaşanabilir mekânlar olması gibi ‘değer’lendirilebilmelidir.

Kendi evimizi tahrip etme cinnetinden vazgeçip, evimizde sahip olduğumuz ‘değer’lerin koruma altına alınması utanmanın da ötesinde, kendimize gelmemiz için yeterli değil mi?

Coğrafyasının direnmesiyle tarihî siluetini uzun süre koruyan şehrimiz Trabzon’da bugün bu tarihî siluetten bir eser kalmış mıdır? Var olan parçaların da “kentsel dönüşüm” büyüsünün etkisiyle yok olacağını söylesek yanılır mıyız?
(Günebakış, 14 Mart 2012)

5 Mart 2012 Pazartesi

ŞEHİR İÇİN ARTIK ÇOK GEÇ OLACAK... -geleneğe ihanet ve zararlı ufuklar açmak-

YahyaDüzenli
duzenliyahya@gmail.com

“Artık çok geç olacak!”, müthiş bir pişmanlığın ifadesi olarak Türkçemize yerleşen bir cümle.

20. yüzyılın batısını şekillendiren büyük mimar Le Corbusier’in, 1942 yılında yayımladığı ve “bizim şehir”lerimize dair içinde çok şey bulunan “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi”sinde şehirlerimizin getirildiği meş’um zamanları işaret eden şöyle bir trajik uyarısı var:

“İşgal yıllarıydı. Fransa’da çağdaş mimarlık, kötü düşünceler taşıdığı, karışıklığa neden olduğu gerekçesiyle suçlanıyordu: geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı.. Paradan, kendini beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi. Metinler oluşturuldu ve imkan bulunduğunda yayınlandı: “Şehirciliği Düşünme Biçimi”, “Üç İnsancıl Konum”, vb. Günün birinde Paris Güzel Sanatlar Okulu’ndan gençler, bir Özgür Atölye açmamı istediler. Öneriyi geri çevirdim. “O zaman bize bir mesaj verin!” Sonuç: gençlerin istediğini yerine getirmeyi amaçlayan, oldukça özenli, küçücük bir kitap. Çabucak tükendi ve kitapçılarda bulunmaz oldu. Aradan birkaç yıl geçti… Güzel Sanatların öğrencileri, yeniden ve ısrarla bir Le Corbusier atölyesi istediler benden. “Teşekkür ederim sevgili dostlar, ama cevabım olumsuz. Ne öğretebilirim size? Yetmiş yaşında bir adamın yaşam felsefesini mi? 1927 yılında Zürih’te, Willy Boesiger “Le Corbusier’in bütün yapıtlarını yayınlayınca bir “Corbu Öğretisi” kendiliğinden ortaya çıktı...”

Le Corbusier’in bu satırlarını okuduğumda sanki rahmetli Turgut Cansever büyük bir dağ zirvesinden ülkemizin şehirlerine bakarak konuşuyor zannettim. Aklıma, Cansever’in her biri “klasik” olan eserleri geldi. “Eserleri” derken ortaya koyduğu mimarî eserleri kastetmiyorum; yazılı eserleri, kitapları… Sanki o kitaplarını bize karşı okuyorlar diye hayal ettim. “Cansever Öğretisi” diyebileceğimiz bir “yaşayan kitaplık” karşımızda duruyor. Ama ne yazık ki bakan, gören, anlayan, işleyen, uygulayan yok!

Kaderleri aynı mı Le Courbisier ile Turgut Cansever’in? Hayır! Birisi batıya damgasını vurmuş, sesine herkes kulak vermiş, batı mimarisini ve şehirlerini yeniden kurmuş, şekillendirmiş, dönüştürmüş, ne söylediği anlaşılmış bir usta. Diğeri ise “mimarisini, şehirlerini, geleneğini, yâni medeniyet dilini unutmuş” bir dünyanın insanlarına bir ömür seslenmeye, konuşmaya çalışmış ama kendi dilini anlamayan bir dünya tarafından fark edilemeyen büyük bir usta, bir büyük muhakkik-mimar.

Akıbet böyle de olsa biz, zihnimizde Cansever’i mahfuz ve mevcut tutarak ve Le Corbusier’in “geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı…” sözünden hareketle, “artık şehirlerimizde onulmaz yaralar açan” güya ‘yerli’ bir zihniyetin artık şehirciliği terk ettiğine işaret edelim.

Özelikle son 10 yılda şehirlerimizin -bilinçli mi bilinçsizce mi olduğu meçhul-, katledilmesinde başta TOKİ olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın mevcut “zihniyet”iyle geleneğe ihanet ederek zararlı ufuklar açtığına tekrar vurgu yapalım. Biraz daha ileri giderek söyleyelim ki; TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sadece zararlı ufuklar açmakla kalmıyor, ufukları daraltıyor, mahvediyor. Bilinçli veya bilinçsiz fark etmez, çünkü sonuç aynı yere çıkıyor. Aynı yere yâni şehir yıkımlarına, şehir harabelerine, şehir cesetlerine…

Son on yıla (2002-2012) niçin özel bir vurgu yapıyoruz? Çünkü, her alanda hummalı bir çaba içerisine giren ve siyasî istikrarı sağlayan bir “tek parti”nin kültür, eğitim ve şehircilikte medeniyet birikimimize katkı olabilecek ‘hiçbir şey yapmadığı’, yaptıklarının ise bu birikimle örtüşmeyecek şeyler olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncenin sebebi ise, hayatî önemdeki bu üç alanın siyasî iktidarca ‘hayatî önemsiz’ addedilmesi ve ‘misyon sahibi olmayan’ siyasîler ve bürokratlar elinde harcanmasıdır.

Son on yıllık kültür ve şehircilik tarihimiz (!) bu düşüncemizi fazlasıyla ispat eder niteliktedir.

Biz, işin kültür ve eğitim boyutunun şehirciliği de kuşattığının bilincinde olarak, şehircilikte ‘kötü yola düştüğümüze’ tekrar işaret edelim. Kötü yola çünkü TOKİ tabutluklarını ‘yaşanabilir mekân’ zanneden, bunların toplamından da şehir çıktığını vehmeden bir anlayış maalesef tarihî bir dönüşümü kaçırmamış, tam aksine heba etmiştir! Hem de müthiş imkânlar ve tarihsel şehir birikimimize rağmen!

Bu noktada da Cansever hâlâ okunmamış bir “medeniyet ve şehircilik kitabı” olarak karşımızda duruyor! Duruyor ama kim görecek, kim okuyacak, kim anlayacak?

Kim görmeli, kim anlamalı? Öncelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, sonra TOKİ.
Onların da böyle bir derdi olmadığı ortada. Çünkü yaptıklarının ne kadar “muhkem ve muhteşem” olduğuna inanıyorlar. Adeta o kadar kibre kapılmışlar ki adeta bir Aşil kompleksi içindeler.

Tarih bir gün, ‘medeniyet iddiası taşıyan ancak tam aksine ufuklar açan bir siyasî iktidarı” herhalde şehircilikte “yapmak istemediler, yetersizdiler ve mahvettiler!” diye yazacaktır!

Le Courbusie’nin deyimiyle “paradan, kendini beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi.” Bu tespit bugünün iktidarı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığını tarif ediyor sanki.
Paradan ve kendini beğenmişlikten kurtulamayan bir siyasî irade ve onun ‘şehircilikten sorumlu aygıtları’ çıkış kapısı bulamaz, kendi yolunu da çizemez. Çünkü çıkış kapısı aramıyorlar ve de kendi yollarından o kadar eminler ki!..

Bütün bunları kendi şehrimize doğru daraltarak, tahsis ederek, şehrimizi işaretleyerek söyleyelim ki; bütün şehirlerimizi kuşatan “kentsel dönüşüm” katliamı ‘marka şehir’ teraneleriyle (Tsunami dalgalarının şehre doğru hızla yol alan korkunç istilâsı gibi) yavaş yavaş şehrimizi kuşatıyor.

“Kentsel dönüşüm” denilen bir kutsal(!) kelime adına neler kurban ediliyor! Tarih, şehir, medeniyet… Yâni insan ve hayat!
Ey kendini mülkün sahibi sananlar ve mülkü dilediğince tasarruf edenler! Size, bize, hepimize büyük ârif Eşrefoğlu Rumî’nin mısralarıyla seslenerek sözü tamam eyleyelim ki belki bundan bir pay alırız :

“Kani bunda gelenler, mülk benimdir diyenler.
Şimdi gör nice onlar toprak oluban yatur!

Le Corbusier’le başladık, Cansever’le devam ederek nereye geldik!

Mülkün ve şehrin akıbeti hayrolur inşallah!

(Günebakış, 7 Mart 2012)