28 Nisan 2014 Pazartesi

ALİ ŞÜKRÜ BEY VE 23 NİSAN İLK MECLİSTE NASIL BAYRAM OLDU?


Yahya DÜZENLİ

23 Nisan 1920’de açılan birinci mecliste Trabzon meb’usu şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmaların tamamı, nasıl bir idrak, irfan ve ferasete sahip olduğu, nasıl bir mes’uliyet taşıdığına dair önemli belgeler niteliğindedir. Ufku, duruşu, gözü karalığı, kararlılığı, iddialarını savunma cesareti ve taviz vermez şahsiyetiyle Birinci Meclis’in bu “remz şahsiyet”in, fail-i meşhur bir cinayetle şehid edilmeden iki yıl önce yâni 23 Nisan 1921 tarihinde Meclis kürsüsü’nde yaptığı konuşma, bugün “Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak 23 Nisan’da kutlanan günün nasıl bayram olarak kabul edildiğine ilişkin önemli bir belgedir.

Ali Şükrü Bey’in, bu konuda da gösterdiği tutarlılık ve şahsiyetli duruşun, bugünün siyasilerine, özellikle de Trabzon milletvekillerine ibret ve örnek olmasını temenni ediyoruz.

Ama nâfile. Çünkü kimsenin ne böyle bir “emsal ve numune arayışı”,  ne böyle meselesi, ne de Ali Şükrü Bey kimdir diye bir derdi var.

23 Nisan 1921 tarihli İlk Meclis Zabıtlarına dönelim.

Meclis’e Reis yerine Reis Vekili Gümüşhane mebusu Kadirbeyzâde Hasan Fehmi Bey başkanlık ediyor. Kâtip ise Lazistan mebusu Ziya Hurşit Bey’dir. Saruhan Mebusu Refik Şevket ve 11 arkadaşı “23 Nisan’ın îydi millî addi hakkında teklifi kanunisi” (yani “23 Nisan’ın milli bayram sayılması hakkında”)başlığıyla kanun teklifi verirler. Kanun teklifinin birinci maddesi “Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan âyadı millîyedendir” şeklindedir. İçel Mebusu Şevki Bey “eyyamı resmiyeden madut bir yevmi îd olmasını teklif eylerim” diye ayrı bir takrir (önerge) verir.  

Okunan takrirlerden sonra teklif hakkında söz isteyen Konya Mebusu Vehbi Efendi;
Efendiler, bu gibi bayramlar milletin kalbinden doğar. Zahirde nümayişle bayram olmaz. Ve zahirde nümayişle milletin kuvvei mâneviyesini teyidetmek, takviye etmek istersek efendiler, bunlar arızidir. Bunlarla takviye olunmaz rica ederim. İçinizde bir tane Hıristiyan yoktur. Ezanı Muhammedi okunuyor da katiyen mübalât etmiyoruz. Eğer milletin kuvvetini tezyidetmek, itikadını yükseltmek istersek milleti itikat noktasından yukarı kaldırmak çaresine bakalım.” şeklinde konuşur. Kırşehir Mebusu Yahya Galip “O başka efendim” şeklinde, Malatya Mebusu Fevzi Efendi “Mukaddes günleri takdir etmezsek o günlerin kıymeti kalmaz” şeklinde Vehbi Efendiye itiraz eder.

Vehbi Efendi devam eder:

“Bu gibi nümayişlere itibar olunmaz ve bu bapta yapılacak bir şey yoktur. Milletimiz gayei millîyesini tamamiyle istihsal ettiği gün kalbinde hakiki bir bayram yaşatır... Her ferdinin kalbinde bugün bayramdır. Rica ederim, böyle kanuna ne ihtiyaç vardır? Efendiler bayram, nümayiş bir şey yapmaz. Söyleyeceğim budur efendiler” şeklinde cevap verir.

Yahya Galip, söz alarak Vehbi Efendi’ye “Hoca Efendi müsaade et. Sizi buraya gönderenler İngilizler idi. Siz buraya kendiliğinizden gelmediniz.” diye saldırır. Bolu Mebusu Tunalı Hilmi, İzmit Mebusu Hamdi Namık ve İktisat Vekili Saruhan Mebusu Mahmut Celal (Bayar) da Yahya Galib’i desteklerler. Celal Bayar konuşmasının sonunda;  “Bu, bütün İslamlar için büyük bir gün değil midir? O halde bugünün layık olduğu mevkii tebcil hakkında fazla söylemeyeceğim” der.

Bu konuşmalar üzerine kürsüye çıkan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey şu konuşmayı yapar:

“Efendiler hissiyatınız gergin olduğu için rica ederim, bendenizi sükûnetle dinliyeceksiniz. Arkadaşlarımızın bir kısmı bugünü memleket için bir millî bayram yapmak istiyor. Bunların içtihadını ve bugünün büyüklüğünü hepimiz tasdik ederiz. Yalnız zannediyorum ki, umumun, hiç olmazsa bir maksat altında bulunan ve aynı gayeye doğru yürüyen kimselerin takdir ettiği bir gün bayram olur. Hattâ umum milletin takdir ve tasvib ettiği bir gün bayram olur.

Bugünün kıymeti yoktur demek istemiyorum. Bunun kıymeti çoktur. Bugünün kıymeti gayet büyük ve gayet mübecceldir. Fakat biz buraya toplandık. Bizi İngilizler gönderdi. Onu kabul ediyorum. Beyefendinin sözü ile..”

Yahya Galip “Ben Vehbi Efendi’ye söyledim size söylemiyorum” cevabına karşı Ali Şükrü Bey devam eder:

“Müsaade buyurunuz, rica ederim. Vehbi Efendi ve rüfekâyi kiramı, milletin müntehipleri tarafından buraya gönderilmişlerdir….

Efendiler, buraya herkesi millet göndermiştir ve herkes burada vazifei vataniyesini ifa edecektir. Daha zannediyorum ki, biz mücahedemizin bidayetindeyiz. Boynumuza takılmak istenilen esaret halkasını atmak istiyoruz ve atacağız. Fakat bugün mü? Yarın mı? Bir sene sonra mı? Onu Allah bilir. Sonra buraya toplanan bizlerin yapacağı pek çok işler vardır. İşi umum millet yaptığı halde o muvaffakiyet doğrudan doğruya bize mi aittir? Meselâ bir ordunun muvaffakiyeti bir kumandana ait mi olacak? Meclis kendi kendine; ben şu işi yaptım, 23 Nisanda burada toplandığım gün için bugünü bayram yapıyorum, bugünü siz de bayram yapın demek muvafık değildir; zannediyorum.”

Malatya Mebusu Feyzi Efendi’nin “Pek yanlış söylüyorsunuz” demesi üzerine Ali Şükrü bey konuşmasına devam eder:

“Benim içtihadım yanlış ise, gelir söylersiniz. Efendiler; bunu millet esaretten kurtulup İstanbul'a kavuştuğu, Edirne'sine, İzmir'ine kavuştuğu, Bursa'sına kavuştuğu zaman kendisi yapacaktır. Bizi bu muzafferiyetlere, bu muvaffakiyetlere nail eden 23 Nisanda şurada toplayan millettir. Bunu millet yapacaktır. Millet kadirşinastır. Kendimiz bunu teklif etmek muvafık değildir. Kendi kendimize teselliden başka bir şey değildir.

Sonra efendiler; önümüzde, gayet haternâk, fakat ümitsiz değil, yürüyecek yollarımız vardır ve bu yolları inşallah azimkârane katedeceğiz ve yürüyeceğiz. Fakat rica ederim hissiyat ile uğraşmıyalım. Birtakım hissi tezahürat ile vakit geçirmiyelim. Yapacağımız işler pek çoktur. (…….) Bunu; son gayenin istihsali gününe bırakalım ve millet kendi kendine bizi ve mukaddes gayesine vâsıl eden burada toplandığımız günü tebcil etsin ve şenlik yapsın. “

Ali Şükrü Bey’in konuşmasından sonra bazı Mebuslar, asıl hedefleri olan Padişaha, Hilafet ve Saltanat’a “22 Nisanda bize hıyanet etmiş Makamı âlii Hilafet ve Saltanata tasallut etmiş bir adam ve onun avanesi vardı. Millet başsızdı..” şeklinde saldırırlar. Takriri veren Saruhan Mebusu Refik Şevket; “Ali Şükrü Beyin, daha tamamiyle muvaffak olmadık, sözü gayri vârid olmakla beraber çok şeylere muvaffak olduğumuzu unutmayalım. Efendiler, karşımızda bir Ermenistan’ı imha ettik. Taarruzatını menettik…” şeklinde bir konuşma daha yapar ve “23 Nisanın millî bayram addine dair Kanun”  “Türkiye Büyük Millet meclisinin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan â’yadı milliyedendir (milli bayramlardandır)” biçimiyle oylanarak  kabul edilir.

Daha sonra 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılır. 1935’te Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin 1927’de ilan ettiği Çocuk bayramı birleştirilir. 1980 Darbesinden sonra da Milli Güvenlik konseyi bu bayramı resmî olarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ilan eder.

Bugün; “Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan” nakaratlarıyla sulandırılan 23 Nisan’la ilgili Birinci Meclis’teki tartışmalarda Ali Şükrü Bey’in bu şahsiyetli çıkışı hatırlanmıyor. Bu günlerin sene-i devriyelerinde hafızalarımızı tazelediğimizde, hafızalarımızın nasıl silindiğine şahit oluyoruz. Çocuklara armağan edildiği gibi, mesnetsiz sözlerin bolca duyulduğu bu günün  nasıl bayram olduğunu tek kaynak olan TBMM’deki görüşmeler ortaya koymaktadır.

Ali Şükrü Bey’in; Bizi bu muzafferiyetlere, bu muvaffakiyetlere  nail eden 23 Nisanda şurada toplayan millettir. Bunu millet yapacaktır. Millet kadirşinastır. Kendimiz bun teklif etmek muvafık değildir. Kendi kendimize teselliden başka bir şey değildir.” sözleri bugün hatırlanmalı ve nasıl saptırmalarla bugünkü 23 Nisan’a ulaşıldığı anlaşılmalı. Gerek Konya Mebusu Hoca Mehmed Vehbi Efendi ve bilhassa Ali Şükrü Bey’in bu konudaki; “ …aynı gayeye doğru yürüyen kimselerin takdir ettiği bir gün bayram olur. Hattâ umum milletin takdir ve tasvibettiği bir gün bayram olur.” sözleri üzerinde derin derin düşünülmelidir.

Merak ediyorum. Bugün her hangi bir milletvekili, özellikle de Trabzon Milletvekilleri merak edip Birinci Meclis tutanaklarına göz gezdirmiş midir? Ali Şükrü Bey’in bu konudaki tutarlılığını, vukufiyetini görebilmiş midir?

Bu vesile ile şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’e bir kez daha rahmet diliyoruz.


22 Nisan 2014 Salı

AB’NİN TRABZON AYASOFYA İLGİSİ VE ‘YERLİLER’İN SESSİZLİĞİ…


Yahya DÜZENLİ

Batı’daki "doğu imajı” ve özel olarak da “İslam ve Osmanlı imajı” asla değişmiyor, değiştirilemiyor. Çünkü inanç ve düşünce kodları böyle bir imaj değişikliğine müsaade etmiyor. Bazı tarihî kırılma dönemlerinde daha da tahkim edilen bu imaj/algı, XIII. yüzyıldaki haçlı seferleriyle birlikte batılıların bilinçaltına kazınamaz bir biçimde yerleşti. Batı, bu imajı algıya dönüştürerek bünyesini bu ‘barbar düşman imajı’yla diri tutuyor. Thierry Hentsc “Hayali Doğu” kitabında “Doğu bizim kafamızda. Bizim kafalarımızın dışında Doğu yok” ifadesiyle buna vurgu yapıyor.

XIII., XV. ve XVIII. yüzyıllarda şiddetlenen batının İslâm nefreti, Oryantalizm adı altında XV. yüzyıldan başlayarak adım adım batı sömürgeciliğinin ‘keşif kolu’ olarak sistemleştirildi. Oryantalizmin icad ettiği “doğu” ve “İslâm” imajı, bugün de tazeliğini koruyor. Kimi zaman fırınlanıyor, donduruluyor. Zamanı gelince de iklim şartlarına uygun olarak servis ediliyor. Oryantalist zihniyet için Doğu'nun, ‘gerçekte’ ne olduğu değil, kendilerinin oluşturduğu ‘kurgu’ önemlidir. Özellikle de Osmanlı, üzerlerine çökmüş bir hayalettir. Batı hâlâ kendi kurgusu altında ürettiği “hayali İslâm” tasarımıyla Doğu, İslâm ve Osmanlı imajının travmasını yaşıyor. Kendi ifadeleriyle “Batı, suskun olan Doğu’yu kendi çıkarlarına uygun bir biçimde şekillendirmiş, bu ötekileştirdiği ve kendinden farklılaştırdığı Doğu’nun hayaletini kendi hazırladığı çerçeveden sunmuştur.” (Cixous)

Batı’nın bu “doğu imajı”nın tezahürleri şehrimiz Trabzon’daki Ayasofya müzesinin geçtiğimiz yıl camiye çevrilmesiyle yeniden ortaya çıktı, bilinçaltı depreşti.

Avrupa Parlamentosu, 16 Ekim 2013 tarihli Türkiye İlerleme Raporu’ndaTrabzon Ayasofya Müzesi’nin yeniden camiye çevrilmesinden duyduğu rahatsızlığı bir cümleyle de olsa raporunda ifade etti. Türkiye’nin siyasi, sosyal, ekonomik, vs. gelişimine ve AB’ye entegrasyonuna ait gözlem niteliğinde, zaman zaman ‘tehdit ve azarlayıcı’ ifadeler de içeren rapor, birdenbire Trabzon Ayasofya’ya niçin vurgu yapıyor dersiniz? Trabzon gibi coğrafyası küçük bir Doğu Karadeniz şehrindeki küçük bir tarihî mabed/müze Avrupa Birliği’ni ilgilendirecek kadar önemli midir?

Önemlidir! Hem de Trabzon’luların fehm ve idrak edemeyeceği kadar anlamlı ve önemlidir!

2013 İlerleme Raporu’nun 23. Faslı olan Yargı ve Temel Haklar bölümünde;

“Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” ara başlığıyla yapılan Türkiye değerlendirmesinde  “Gayrimüslim cemaatler, ibadet yeri açmada veya mevcut ibadet yerlerini kullanmaya devam etmede ayrımcılık, idari belirsizlik ve birçok engelle sıklıkla karşılaştıklarını bildirmişlerdir. Protestan Hristiyanlar ve Yehova Şahitleri mevcut ibadet yerlerine yasal statü kazandıramamış ya da yeni ibadet yeri inşa etmek için izin alamamıştır.” tespiti yapılıyor ve hemen arkasından konu birden kopuyor, adeta batının bilinçaltındaki genetik ifrazatı ortaya çıkıyor ve şöyle deniliyor:

“Haziran 2013’te Vakıflar Genel Müdürlüğü Trabzon’daki Ayasofya Müzesi’nin cami olduğunu açıklamıştır.”

Görünüşte son derece masum bir cümle. Ancak bu, batının DNA’sında yatan potansiyel cinnetin harekete geçtiği bir nefret ifadesidir. Anlıyoruz ki, bütün bir Avrupa kıtasına yayılan genetik rahatsızlık bu kez Trabzon Ayasofya üzerinden deşifre oluyor. 

Batı’nın genetik rahatsızlığına örnek bir ilave not da şu:

İlerleme Raporu Avrupa Parlamentosu’nda oylanırken sadece tek bir sözlü önerge veriliyor. Önergede “Trabzon ve İznik’teki kiliselerin, Müslümanlara ibadete açılması yönündeki yargı kararının yeniden gözden geçirilmesi” teklifi de kabul ediliyor.

1572 yılında Müslümanların ibadetine açılan mabedin statüsü 441 yıl sonra yeniden gözden geçirilecek??? Böylece haçlı ruhu tatmin ve teskin olacak! Kendileri gibi düşünen derisi yerli zihni yabancı şehir artığı diaspora var oldukça müsterih olsunlar! Zira kendileri zahmet etmeyecek, Trabzon şehir diasporası onlar adına ihaleyi takip edecektir!

Trabzon diasporasının gayretleri sonuç verdi ve Avrupa Parlamentosu’nun 2013 İlerleme raporuna diplomatik bir cümle ile Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden duydukları rahatsızlığı, AB’nin ağzından not ettirdiler.

Avrupa Parlamentosu, Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bir müze kiliseye dönüştürülseydi/çevrilseydi acaba aynı tepkiyi gösterecek ve yıllık raporlarında yer verecek miydi? Büyük ihtimalle hayır!

Trabzon Ayasofya konusunda son derece duyarlı davranan Avrupa Birliği acaba hiçbir raporunda, Endülüs ve eski Osmanlı coğrafyasında inşa edilmiş camilerin nasıl kiliseye çevrildiğine, eğlence mekânları yapıldığına veya yıkıldığına bir cümle ile değinmiş midir?

Bir hatırlatma: Trabzon’lu ‘ehl-i kitap’ın yakından tanıdığı önemli Osmanlı tarihçisi ABD’li Prof. Heath Lowry ile Ankara’da 27.3.2001’de yaptığımız bir sohbette “Ben yakın zamana kadar denizden Selanik’e baktığımda 38 tane cami minaresi sayıyordum. Bugün bir tane yok. Hepsini imha etmişler.” demişti. Daha niceleri….

 1572 yılında Kilise’den camiye dönüştürülüp “Fatih Vakfı”na dahil olan Trabzon Ayasofya Camii, 392 yıl cami olarak hizmet verdikten sonra, 1958-1964 yılları arasında “restorasyon” bahanesiyle bir oldubittiye getirilip kapatılmıştır. Statüsü Cami olmasına rağmen 55 yıl müze olarak kullanılan Cami 2013 yılında Hükümetin siyasî iradesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün çalışmaları sonucu tekrar cami olarak ibadete açılmıştır.

Ayasofya’nın ibadete açılma çalışmaları sürerken, Trabzon ve Trabzon dışındaki “diaspora”nın seferberlik şeklinde “müzeme dokunma” biçimindeki öfke ve karşı kampanyaları sonuç vermemiş, ilgili mahkeme de Ayasofya’nın mülkî statüsünün cami olduğuna karar vermiştir.

Ancak, sadece “doğum yeri” veya “babasının doğduğu kent” Trabzon olan kimi ekalliyetin, oluşturdukları platform, dernek, vakıf, vs.lerle “Ayasofya’da herşey olsun, illâki cami olmasın” ısrar ve inatları, şimdilerde bilinçaltlarında potansiyel bir öfke ve nefret olarak varlığını koruyor.

Daha önce “Müze ve Kilise Diasporası’nın Trabzon Ayasofya Seferi Üzerine…” başlığıyla yazdığım bir yazıya Diasporanın sözcülüğü niteliğinde “Yahya Düzenli’ye Açık Mektup” başlığıyla verilen oldukça uzun cevap üzerine de “Müze ve Kilise Diasporası’nın Ayasofya İhalesi…” başlığıyla ben de uzunca bir yazı yazmıştım. Anlaşılıyor ki, o yazımdaki “Haçlı” ve “Moğol” şeklindeki benzetme ve nitelemelerimden rahatsız olup hücuma geçenlerin tavrı boşuna değilmiş.

Şimdi görüyoruz ki, diasporanın Ayasofya Seferi sınırlarımızı aşarak, Haçlı güruhunun anavatanında yankılanmış ve oradan Avrupa Birliği megafonuyla/patentiyle ses vermiş.

Trabzon Ayasofya, 441 yıldır kilise değil. Peki, bugün Trabzon’da cemaati olmayan bu kilise/müzenin fiziki formunu koruyarak camiye dönüştürülmesi niçin Batıyı rahatsız ediyor. Çünkü, kilise veya müze olarak kaldığı sürece batının tarihsel kin, öfke ve nefretini daim canlı tutacak bir sembol niteliğindedir. Ama üzülmelerine gerek yok. Kendi oluşturdukları “doğu imajı” Trabzon’daki Ayasofya Camii’ üzerinden Müslümanlara nefret ve kinlerini daha da diri tutabilir.

Trabzon, kendi bünyesinin hayatiyetini sağlayan Ayasofya gibi önemli bir organını fark edemese de köklerindeki kin ve nefreti raporlarına yansıtan Avrupa Birliği onu kendisine hatırlatıyor!

Fetih sembolü İstanbul Ayasofya Camii gibi (fetihden yüz sene sonra camiye dönüştürülse de) Trabzon Ayasofya Camii de XVI. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının kuzeydoğudaki ‘fetih sembolü’dür. Bu sembolün ‘neye delâlet ettiği’, ‘neleri hatırlattığı’nın, Avrupa Birliği kadar olmasa bile, Trabzon şehri farkında mıdır? Şehrin, AB kadar olsun Ayasofya idraki var mıdır?

Niçin bu soruyu soruyoruz?

Şunun için: Siyasî iktidarın kararlılıkla tekrar camiye dönüştürdüğü Ayasofya, 5 Temmuz 2013 tarihinde açıldığında, kılınan ilk Cuma namazına ne Trabzon’lu Bakanlar, ne zamanın Valisi, ne Milletvekilleri, ne Belediye Başkanları, ne de İktidar Partisinin İl Başkanı katıldı.
Açılışa katılamayan Başbakan'ın, daha sonra Ayasofya’da öğle namazı kılacağını belirlediği tarihte ise tam tekmil oradaydılar. Ancak hâle bakın ki, Başbakan gene yoğun işleri dolayısiyle gelemeyince boşuna(!) beklemiş oldular. Değerli vakitlerini namaz ve bekleyişle harcadıklarına mı yansınlar, Başbakan'a gözükememiş olmalarına mı?
Siyasî iradenin Ayasofya ile ilgili bu önemli kararına rağmen Ayasofya’nın açılışına katılmayan bu siyasiler, 20 Temmuz 2011 tarihinde “Avrupa Olimpik Gençlik Festivali Etkinlikleri” kapsamında Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin  Ayasofya’nın duvarındaki fresklerin önünde verdiği adeta bir kilise ayinini andıran konsere katılıyorlar, yüzleri pür neşe dolu bir şekilde müzik keyfi yaşıyor ve solistlere çiçek takdim ediyorlar.

Ne muhteşem bir sanat sevdasıdır bu (!)

Sormak istiyoruz: Kimin değirmenine su taşıdığınızın farkında mısınız ?

Basiret, feraset, idrak, irfan, iz’an bir şehri terkederse ancak bu tablo ortaya çıkabilir.

Anlaşılıyor ki yerlilerin sessizliği ile AB’nin sesi yerine göre değişiyor!
Klâsik cümle ile yazımızı bitirelim: Trabzon Ayasofya’sı Trabzonlulara bırakılamayacak kadar önemli ve anlamlıdır!
(Not: İlgili ve meraklılar söz konusu konserin haber ve fotoğraflarını Trabzon Belediyesi’nin internet sitesinde görebilirler. http://www.trabzon.bel.tr/Gazete/2011/2107Ayasofya.html

14 Nisan 2014 Pazartesi

SERMAYE’NİN “MEGA KENT” DAYATMASI…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Nasıl bir şehirde/evde yaşamamız gerektiğini bilmiyor, insanî bir tercihte bulunamıyoruz. Peki niçin? Çünkü eve ve şehre dair tasavvurumuzu kaybettik. Böylesine bir başdönmesi içerisinde şaşkınlık yaşıyoruz. Şuursuzca dört bir tarafa savruluyoruz. “Ev”imizin ve “şehr”imizin iradesi sermayenin elinde. Sermayenin yâni kapitalin, gücün ve ihtirasın elinde. Adeta bir suçluya cezasını çekmek üzere gardiyan eşliğinde hapishanedeki hücresinin gösterilmesi gibi, ‘büyük şehir hapishanesi”nde bize “ev” diye ayrılan hücrelerde (hem de kapitalizmin mabedlerine teslim olup borçlanma karşılığı) cezamızı çekiyoruz. Böyle bir cezaya müstehak mıyız? Hayır!


Bir bakın yaşadığınız şehre ve eve… Bir de “yaşamak istediğiniz” şehre ve eve… “Yaşamak istediğiniz” gibi  mekânlar üretebilecek “size ait” bir irade mevcut değil. Yaşayacağınız şehri ve evin nasıl olacağını siz belirlemiyorsunuz.  Sahte bir ihtiyaç hissiyle sadece size ‘talep ettiriliyor’. Adeta bir esrar bağımlılığı gibi, önce bir simülâsyonla etki altına alınıyor, rüyalarınızda bile bu simülâsyonu görüyor, arkasından buna uygun zihin yapısı, yaşama düzeyi, reklâm, banka kredilerinin cazibesi, vs. sunuluyor ve siz hapishaneye hazır, ehilleştirilmiş bir mahkûm haline getiriliyorsunuz.

Modern zamanlarda şehrin sizi “nereye çağırdığı”nın önemi yok, gitmeye mecbursunuz.  Size ‘şehir’ diye dayatılan hapishanedeki hücrenizde mes’ut olmaya mahkûmsunuz (!) “Ulu şehir”ler yok artık. Kentler “metropol”lere, metropoller de “megakent”lere dönüştü. Adını “megakent” olarak tescil ettiremeyen kentler azap içinde kıvranıyor, çıldırıyor (!)

Şehir artık yok. Metropol ve megapolün istilâsı altındayız.

Kavramlar bile masumiyetini yitirdi. Kullanıldığı yere göre kıymet ifade eden bazı kavramlar o hale getiriliyor ve asliyyetinden o kadar uzaklaştırılıyor ki, artık o kavramın ifade ettiği gerçekliğin, ihdas edildiği andaki gerçeklikle hiçbir ilgisi kalmıyor. Kavramın muhtevası kaybolup ‘damak tadı’nın verdiği şehevî zevkle şehirlerimize kasvetli kavramları giydiriyoruz.

Dünyanın gettosu ve taşrası olmayı hazmetmiş bizim şehirlerimiz de artık “marka kent”, “dünya kenti” ve şimdilerde de “megakent” olma yolunda “küresel tırmanışı”nı sürdürüyor (!)
İhtiraslarımızı tatmin etmeye “metropol” yetmiyor artık, “megapol”e dönüşmemiz lâzım. “Megakent”, megapol’ün bizdeki karşılığı. Anlamı korkunç: “Azman şehir”. Hiç şüphe yok ki haddini aşan yâni azan insanın “azman şehir”de yaşaması da kaçınılmaz bir zorunluluk.

Kapitalizmin kent olgusuna eleştiriler getiren sosyal bilim kuramcılarından David Harvey’in, (her ne kadar şehirleri sadece ‘materyalist bakış’a ele almış ve şehirlerin mana, ruh ve muhtevalarına dair hususları eksik bırakmışsa da)Türkiye’de verdiği bir konferansta dile getirdiği eleştirileri dikkate almak gerekiyor. Şunları söylüyor Harvey:

“Endüstriyel üretim karşılaştığı aşırı-birikim krizlerini aşmak yolunda inşaat yapmak üzerinden geçici çözümler üretilmiş, üretilmeye devam etmektedir. Kentlerde yeni büyük binaların inşa edilerek sermayenin karlılığını devamlı kılacak yeni bir ortamın oluşturulması sağlanmaya çalışılıyor. Sermaye sürekli hareket etme, akış içerisinde olma eğilimindedir, çünkü alım gücü yoksa değer yaratılamaz. Böylece kapitalist toplumlarda kentsel mekân sermaye için yeniden ve yeniden üretilen bir meta halini almıştır. Büyük ölçekli inşaat yapmak hoşa gidiyor. İş gökdelenleri, AVM’ler ve mega projeler yapılıyor, ve bunun üzerinden borçlanılarak finansman sağlanıyor. Bu sektör üzerinden büyük paralar kazanılıyor.”  
Dev binalar ve şehir mekânlarının artık “insan için” değil, “sermaye”nin urlaşması, dolaşım hızının artması ve yaygınlaşması için olduğuna vurgu yapan Harvey “Artık para fiziksel boyutunu yitirdi. Hem miktar hem mekân olarak sınırsız bir hal almış durumda” diyerek şöyle devam ediyor: 

“…kapitalist düzenin en büyük çelişkilerinden biriyle karşılaşıyoruz. Bir ürünün kullanım değerinin, değişim değerine dönüşmesi. Kentlerde ev ya da yaşam alanlarının artık kullanım değeri değil değişim değeri var. Bu nedenle yatırım amaçlı alınıp atıl bekletilen mekân sayısı büyük boyutlara ulaşmış durumda. O kadar ki kapitalist kentlerde artık kullanılmayan ev sayısı, evsiz insan sayısından daha fazla.”

Sermaye hiçbir değer karşısında boyun eğmiyor. Direnilemiyor, önüne çıkan her şeyi eziyor, dönüştürüyor, mahkûm ediyor, yıkıyor, yok ediyor. Onun için de devasa “megapol”lerin bir kanser gibi yayılması önlenemiyor. Bu kanser, sadece bir bünyeyi (şehri) öldürmekle kalmıyor, etkisi yayılarak diğer bünyeleri  de patolojik hale getirip, bir süre sonra da öldürüyor.

Harvey’e kulak veriyoruz: “70’lerin kentleri ile bugünün kentleri  karşılaştırıldığı zaman aslında önümüzde duran tehlike açıkça ortada. Aynı bileşik hızla devam edecek bir büyümeyle 50 yıl sonra nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı düşününce, bugün kapitalist kentleşme hızının önüne geçmemiz gerektiğini net bir şekilde görebiliriz. Bir an önce yeni stratejiler oluşturulup, önlemler alınmalı. Birkaç yıl kullanılmayan evlerin devlet malı haline gelmesi bile düşünülebilir.”

Harvey’in sözünü ettiği şehirler sadece batı şehirleri değil. Batılı insanı, yaşayacağı kente tedricî olarak hazırlayan bir süreç var ve bu süreç şehrin kasvetine, ürkütücülüğüne insanları hazırlıyor, alıştırıyor, yaşama kültürü oluşturuyor. Bizim şehirlerimize akbabalar gibi üşüşenler, hiçbir ölçü ve değer tanımadan, içinde insanın mı yoksa ‘insan suretinde’ biyolojik canlıların mı yaşayacağı belli olmayan hapishaneler inşa edip, orada çürümelerini bekliyor.

Artık “toplum mühendisliği” sadece siyasî bir kavram ve olgu olmaktan çıkıp “yaşama alanları”na da müdahale ederek, kendisini “yaşam mimarı” olarak pazarlamakta ve ahlâk dışı bir sistemin hafriyatçılığını yapmaktadır.

Yönetenlerin şehirde safariye çıkmış avcı, sırtlanların ‘kent tasarımcısı’, akbabaların “yaşam mimarı” olduğu bir şehirde/dünyada yaşamanın anlamını yeniden aramakla, sorgulamakla mes’ul değil miyiz?

Bizim şehrimiz ‘dersaadet’ti,
Bizim şehrimiz ‘mükerrem’di,
Bizim şehrimiz ‘münevver’di,
Bizim şehrimiz ‘şerîf’di.

Ya şimdi?

“Bizim şehrimiz” kaldı mı? Bu gidişle gelecek nesiller “var mıydı ki?” diye sorarsa vay halimize!

7 Nisan 2014 Pazartesi

TRABZON MEB’USU ALİ ŞÜKRÜ BEY’E DAİR ÖNEMLİ BİR BELGE…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda ve I. Mecliste Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü Bey’in 91. şehadet yıldönümünde kendisine rahmet diliyoruz. Ali Şükrü Bey’in dâvâ ve dert sahibi bir düşünce ve eylem adamı olmasının yanında özellikle siyasî bir şahsiyet olarak gerek Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında gerekse I. Meclis’teki konuşmalarının özellikle Trabzon’dan seçilmiş ve seçilecek “milletin vekilleri”ne yol haritası teşkil etmesini ve şahsiyet ve mücadele ahlâkının “nasıl bir siyasi şahsiyet olunması gerektiği” konusunda diğer siyasetçilere de numune-i emsal olmasını temenni ediyoruz. 
 
Ne yazık ki, davasına adanmış bir misyon adamı olarak, Osmanlı sonrasında sıkıştırıldığımız Anadolu coğrafyası ve daha fazlası için O’nun verdiği büyük mücadele bugün hatırlanmıyor bile. Ne mensubu ve mebusu olduğu Trabzon şehri, ne de üyesi bulunduğu TBMM onu görmüyor, göremiyor. Hesabî değil hasbî bir cesaret ve ferasetle mecliste cereyan eden her olayın üzerine giden, ülkenin gelecekte nerelere sürüklenmek istendiğini gören, yönünün İslâm dünyasından koparılıp batıya çevrilmesine karşı itiraz eden Ali Şükrü Bey bugün de bilinmesi,  hatırlanması, ibret ve örnek alınması gereken bir şahsiyettir. Ancak, hafızası gereksiz ne kadar eşya, olay ve materyal varsa onları hatırlayan şehir ahalisi Ali Şükrü Bey’i bilemiyor ve hatırlayamıyor.

“Neleri hatırladığı”na göre değer taşıyan toplumsal hafıza, “neleri unuttuğu”yla malûl hale geliyor.

Ankara’da şehid edilmesine rağmen, ilâhî bir sevk-i tabiiyle memleketi Trabzon’a getirilip, şehrin zirvesine defnedilen Ali Şükrü Bey, bu haliyle de şehrine mesaj vermektedir. Şehir, hafızasından şehitlerini silerse kendisini de unutur. Şehir, şehitlerini unutursa hafızasını da kaybeder. İlâhi bir ihtar veya lütuf mudur bilinmez (biz öyle kabul edelim) şehir kendi kendisini unutmasın diye o aziz şehidi o şehrin bağrına nakşedilmiştir.

Ali Şükrü Bey’in heykeli dikilsin demiyoruz, şahsiyeti bilinsin ve örnek alınsın istiyoruz!

39 yaşında ömrünün baharında şehadetle buluşan Ali Şükrü Bey feraset, basiret, şecaat ve celâdetiyle temsil ettiği şehrin numune-i imtisal bir milletvekili olarak 27 Mart 1923’te hurhanca bir cinayetle şehid edilip dâr-ı bekâya hicret etmişti.

Fikirleriyle, şahsiyetiyle, muhalif duruşuyla başa çıkamayanlar, onu durduracak tek yolun yok edilmesi olduğunu görmüş ve ‘fail-i meşhur’ bir irade onu vahşice katlettirmişti. Siyasî tarihimizin en korkunç vahşetlerinden olan Ali Şükrü Bey cinayeti, onun şahsında muhalefeti oluşturan II. Gruba verilmiş bir ‘gözdağı’ idi. Bu, “direnirseniz, boyun eğmezseniz sonunuz böyle olur” demekti. Fakat o meclisin, ‘atanmış’ değil de gerçekten ‘milletin vekili’ olduğunu gösteren şahsiyetleri başta Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve Lazistan Mebusu Ziya Hurşit olmak üzere “Ali Şükrü Beyin katilleri bulunacak!” diye meclis kürsüsünden haykırıyorlardı. Bilhassa H. Avni Bey o derece celâlleniyor ki “Ali Şükrü’ye kıyan bilekleri keseceğiz. O bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun”  diyerek meclisi titretiyordu.

Trabzon milletvekili olarak Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda 12 Ocak 1920 tarihinden itibaren sadece 64 gün, I. Meclis’te ise 23 Nisan 1920’den öldürüldüğü 27 Mart 1923’e kadar 3 yıl gibi kısa bir süre milletvekilliği yapmasına rağmen “ne kadar değil, nasıl yaşadığı” ile anlaşılabilecek bir şahsiyettir Ali Şükrü Bey.

Bu yazımızda Ali Şükrü Bey’in fikirlerinin kaynağı ve dünya görüşüne ilişkin önemli bir belgeyi hatırlatmak istiyorum.

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda zabıt kâtipliği,  I. Mecliste Evrak ve Tahrirat Müdürlüğü ve daha sonraları milletvekilliği de yapan Trabzonlu hukukçu-gazeteci, Necmettin Sahir (Sılan) Bey, 1921 yılında milletvekillerine yönelik tek sorulu bir anket düzenliyor. Ankette şu soruyu soruyor:

“Kazanılacak olan Millî İstiklal Mücahedemizinfeyizdâr ve semeredâr olması neye bağlıdır?”

Bu sorunun sorulduğu yılı düşündüğümüzde, sorunun ve milletvekillerinin vereceği cevapların ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz.

Bu soruya Trabzon milletvekili şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey, 27 Ekim 1921 tarihinde kendi el yazısıyla şu cevabı veriyor:

“Cevap:

İstiklâl mücahedemizinfeyizdar olması, halkta hissiyat-ı diniyenin tenmiye ve takviyesine mütevakkıftır. Çünkü feyizdar semereler, ancak ve ancak temiz yüreklerin ve faziletkâr ruhların mesaisinden doğabilir.

Safiyet ve faziletin temeli ise, dinin pek ulvî olan ilhamat-ı kudsiyesidir.

Tarih-i âlemin sahifelerine şöylece bir göz gezdirilecek olursa birçok milletlerin, hissiyat-ı diniyelerineârız olan zaaf ve inhitat yüzünden ya tamamiyle inkıraza veyahut esarete giriftar oldukları görülür.

Hulâsa, cemiyet makinesinin düzgün ve pürüzsüz bir şekilde işlemesini temin eden yegâne ve esas vasıta halkın rabıta-i diniyesidir.

Ankara; 27 Teşrinievvel 1337
Trabzon Mebusu
Ali Şükrü

Bu cevap onun nasıl kavî bir Müslüman ve dava ve mücadele adamı olduğuna, Millî Mücadele sonrasında toplumun bekâsının, erdemli insanların İslâmî hassasiyetine bağlı olduğuna ilişkin, kendi kaleminden çıkmış önemli bir metindir.

Ali Şükrü Beyin, sadece bu cevabı bile hiçbir müphemliğe yer vermeyecek şekilde “dünya görüşü”ne ilişkin açık bir beyanname niteliğindedir.

Gene bu cevaptan da anlaşılıyor ki, cumhuriyet devrimlerinin “birilerine rağmen” gerçekleştirilemeyeceğini veya oldukça zor gerçekleştirileceğini bilenler önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Ali Şükrü Bey’i “fail-i meşhur” bir cinayetle şehid ettiler. 

Allah’ın ender kullarına takdiri bazan şehadet olarak tecelli eder. İnanıyoruz ve şahid oluyoruz ki Ali Şükrü Bey de kısa hayatında verdiği olağanüstü mücadelesinin temelindeki (kendi deyimiyle) “rabıta-i dinîyyesi” onu yılmaz bir dava adamı yapıyordu.

Başbakan Erdoğan’ın da gençlere “şahsiyetini örnek alın” tavsiyesinde bulunduğu Ali Şükrü Bey’i, gençlerden önce Trabzon’un milletvekilleri niçin örnek almıyor/alamıyor?  Yoksa Ali Şükrü Bey’in şahsiyet irtifası ile mevcut milletvekilleri arasında ulaşılması imkânsız bir seviye farkı mı var? Acaba? Maalesef öyle görünüyor.

Başbakan’ın 23 Kasım 2013’te Trabzon’da yaptığı konuşmada “Gençler, sizlerden rica ediyorum, gidin Ali Şükrü Bey’in hayatını okuyun!” tavsiyesini gençlerden önce kendi milletvekillerinin sahiplenmesi gerekmez mi? Trabzon milletvekillerinin okumadığı, sahiplenmediği bir muhteşem hayat başka milletvekillerinin dikkatini çeker mi?

Şehir ve şehrin vekilleri ne zaman ki Ali Şükrü Bey’i hatırlayıp, şahsiyeti ve davasına sahip çıkarlarsa, belki o zaman “nereden koparılıp nereye atıldıkları”na dair bir tarih muhasebesine girebilirler.

Üstad Necip Fazıl’ın Sultan Abdulhamid için söylediği “Abdulhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır!” sözünü, Ali Şükrü Bey’e uyarlarsak; Ali Şükrü Bey’i anlamak çok şeyi anlamak olacaktır!” Çok şeyi, yâni tarih, insan, toplum, medeniyet, dil, kültür...’e karşı işlenen cinayetleri ve katliâmları.

Yazımızı, o muazzez şehidin kulaklarımızdan çıkmaması gereken bir sözüyle bitirelim: “Mâzî, âyine-i ibrettir. Mâziyi unutan, istikbalde yolunu şaşırır!”