31 Ocak 2011 Pazartesi

ŞEHİR "MARKA DEĞERİ"YLE PAZARA DÜŞTÜ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Ait olmadığı yerde kullanıla kullanıla tabii yatağını kaybedip anlam kaymasına uğrayan kelimeler-kavramlar olduğu gibi, modern zamanlarda kavramların tahrif edilmesiyle o kavramlarla ifade edilen şeyler de ‘kendisi’ olmaktan çıkıyor ve anlam sapmasıyla “yer”ini ve “değer”ini kaybediyor. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkaramaması türünden bir anlam kayması, sapması…

Doğru kullanıldığı zannedilen öyle kavramlar vardır ki, gerçek telaffuzuyla/manasıyla kullanmaya kalktığınızda artık kendisinden bir şey kalmamış, muhatabında hiçbir etki-tepki uyandırmayan kadavraya dönüşüyor. Kavramlar o hale geliyor ki, eski deyimle; “galat-ı meşhur lisan-ı fasihe müreccah” oluyor. Yâni yanlış kullanılan bir kavram giderek orijinaline tercih ediliyor ve gerçek manasını kaybediyor.

Son yıllarda çok sık kullanılan, muhtevasından çok dudak tiryakiliğiyle haz duyulan kavramlardan birisi olan “marka”, şehirle örtüşen veya şehrin ‘değer’inin izafe edildiği temel kavramlardan birisi haline geldi. Ancak, gerek “marka” gerekse de “değer”in şehirde kullanımı bu kelimelerin nasıl “yanlış” ve “yanlışta” kullanıldığına mükemmel örnekler…

Marka; lâtincede ticarî alâmet, damga demek. ‘Market’le akraba bir kavram. Latincesi mercatus. Yâni ticaret, çarşı, malların satıldığı yer anlamına geliyor. Marka ve değer kavramlarını birlikte düşündüğümüzde, marka ticarî bir kavram olarak marketlerde alınıp-satılabilen meta, mal anlamını taşıyor. Değer ise, eski Türkçede “tegir”den bozma olarak dilimize girmiş, ‘kıymet’ demek.

Modern zamanların yok ediciliğinin şehirlerimize giydirdiği ve her şeyi ‘market malzemesi’ haline getirdiğine bu kavramlar yerinde bir örnektir. Şehri nitelerken kullanılan bazı kavramların neleri çağrıştırdığının farkında olmayabilirsiniz. Bu affedilebilir bir masumluktur. Ancak şehirlerini “markalaştırma”, markete çevirme hummasına tutulan, şehir idraki olmayan, şehirden anladığı “beton istif”leri olan şehir yöneticileri için “marka”, uğrunda şehrin feda edileceği bir zümrüd-ü anka!

Marka batıda “market”te yerini alırken, doğuda maalesef şehirle bütünleşiyor. Şehir ‘marka’laşıyor, marka da şehirleşiyor(!)

Bu yeralış müthiş bir kompleksin, aşağılık ukdesinin sonucu. Sokağa ilk çıktığında gördüğü ilk kadına vurulan ‘şark külhanbeyi” gibi, ayağıyla gidip kafasını bıraktığı ilk batı şehrini gördüğünde ‘vurguna tutulan’ şehir yöneticilerinin şehvetine, sadizmine kurban giden şehirlerimizin hali, ‘benzeme, gibileşme ukdesi’nin sefaletini yaşıyor. İhtiyaçlarla değil ‘intihal’lerle, farklı yerlerden toplama organlarla şehir oluşturma çabası sadece bizim şehir yöneticilerimize mahsus bir garabet…

Ve tabii “yaşadığımız şehir”…

Değişen bir şey yok. Meşrutiyet ve tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden “benzeme” veya “benzetilme” kompleksinin ürettiği yerel yöneticiler şehirlerimizi istila ediyor. Hele de “iktidar nimetleriyle” donandılar mı, şehri “markalaştırmakta” yâni tahripte sınır tanımıyorlar.

Örnek mi? Bir devlet kuruluşu olan TOKİ’nin şehirlerimizde yaptıklarıyla övünen idraklere “şifa dilemek”ten başka yapacak şey yok. Kent yöneticilerinin şehre davet ettikleri TOKİ, “kentsel dönüşüm” adına şehirlerimizde “kentsel deprem” alanları meydana getirdi/getiriyor. “TOKİ zihniyeti” bir terminatör gibi şehirlerimizi biçiyor. Bunda başta ülke yöneticilerinin, imar ve bayındırlıktan sorumlu bakanların, siyasilerin, üniversitelerin, kültür-sanat adamlarının, hâsılı derece derece herkesin payı var.

Modern zamanlarda ‘yaşanmaya değer bir şehir’e ilişkin ilk adımları atabilecek imkanlara sahipken, tam aksine böyle bir ‘idrakten yoksun’ olmanın sonucu şehirlerimiz ‘yaşanmaya değmez’ ama ‘yaşamaya mahkûm’ olduğumuz hale getirildi. Bu bir zihniyet problemidir. Şehirleri sınır tanımaz kâr hırsının tatmin alanı gören müteahhitler yerine, şehirleri sınır tanımaz zevksizliğin tatmin alanı haline getiren TOKİ zihniyeti…

İlginçtir ki,‘betonlar marketi’ haline getirilen şehrin ‘değer’ini de sadece ve sadece ‘estetik idraki dumura uğramış rant iştahı’ kabarmışlar biliyor !

Söylediklerimizi “TOKİ, şehirlerdeki gecekondu alanlarını modern kent binalarıyla donatıyor, temizliyor, yeni yerleşim alanları inşa ediyor” gerekçesiyle marjinal bulanların “şehir idraki, şehir bütünlüğü, şehir estetiği ve derdi” olmadığına şüphe yok.

Şehir yöneticileriyle birlikte tüm merkezi idare Şehirlerimizi illâ ki “virüslerle müzeyyen” bir şehir haline getirdi/getiriyor.

Şehrimizin ‘medeniyet şehri’ olduğu zamanlarda Evliyâ Çelebi Trabzon’u “şehr-i müzeyyen” olarak nitelendiriyordu. Bugün görse gene aynı ifadeyi kullanırdı herhalde. Bir küçük farkla: “Virüslerle müzeyyen şehir” diye. Şehir virüsleri oldukça çeşitli. Burada bahsettiğimiz sadece ‘maddi’ boyutu öne çıkmış virüs. Betonlarla kendini ortaya koyan virüs. Şehir halkı da o hale getirildik ki ancak ‘virüslerle mutlu’ olabiliyor. Şehir bu kıvama getirildiğinde artık o şehir halkı daha ‘muhteşem virüsler’ için hazır duruma gelmiş demektir.

İşte bu virüslerle öğünen “marka şehir”!

Ne “marka”dan ne de “değer”den haberi ve nasibi olan şehir!

Şehri markalamak, şehri “damgalamak” gibi bir şey. Damgalı olmak ise “muayeneden geçmiş”, satılabilir-pazarlanabilir anlamında sahip değiştirmeye, parayı çok verenin kullanımına hazır demek. Bu anlamda bile içinde yaşadığımız şehrin “ticarî değeri” olduğu söylenebilir mi? Ticarî değeri olabilmesi için her şeyden önce bütün bir “şehir değeri” taşıma gerekir. Bir şehir için ‘marka değeri yüksek’ demek, markette açık artırmaya çıkmış ‘değer’in fiyata indirgendiği, en çok parayı verenin sahip olacağı şehir anlamına geliyor.

Var gücümüzle şehri ‘şehir olmak’tan çıkarmak için çabalıyoruz. Yatağını bulduğunda, yerinde kullanıldığında anlamlı olabilecek ‘marka’yı da o hale getiriyoruz ki, ‘marka’ olmaktan çıkarıyoruz.

Şehir kendinden utanacak hale geliyor. Hal diliyle bunu ifade ediyor, muhatabına sunuyor ama nerde duyacak kulak, görecek göz, anlayacak idrak?

Tarihselliğinden arta kalan son parçasıyla bile kendini ‘bütün’ olarak ifade edilebilen bir dile sahip tarihî şehirleri yapay ve ilkel bir ‘marka virüsü’yle markete sunmak şehre ‘ihanet’tir. Ancak bu ihaneti ne anlayacak, ne de yargılayacak idrak maalesef yok. Olacağı da şüpheli. Şehir yöneticilerinin, merkezi yönetimlerin şehirlere ihanetinde zamanaşımı olmaması gerekir. Gerekir de… Ne şehirde ne de yaşayanlarda bu anlamda hafıza kaldı. Şehrin de yaşayanların da hafızası silindi…

Şehirlerine kötülük eden her yönetici hesap verebilmeli. Kötülük… Yâni şehir demek olan; estetik, mimarî, kültür, sanat, müzik, eğitim, vs.’de şehri tersine yürütmeye zorlamak…

Peki şehre kötülük yapanlara kim hesap soracak? Hesap soracak ‘rafineliğe’, şehir idrakine sahip şehirli var mı? Kimbilir… Şimdilik çirkini, kötüyü, yanlışı görelim yeter… Şehre böyle bakabilmek bile artık meziyet…

Ne diyelim? Acaba Peygamber ölçüsü şehirlerimizi bu hale getirenlere bir şey söyler mi: “Eğer utanmazsan dilediğini yap!”


(Günebakış, 2 Şubat 2010)

25 Ocak 2011 Salı

ONİKİ HAYVANLI TÜRK TAKVİMİNDEN "ONBİR AZİZLİ TRABZON TAKVİMİ"NE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Takvim İnsanların, toplumların düşünme ve yaşama biçimlerini de şekillendiren önemli bir belirleyici… Toplumların hayatında zamanı ölçmede, insanların hayatlarını düzenlemede kullanılan araca takvim deniyor. Her toplumun, kendi alışkanlıklarına, önem verdiği tarihî olaylara göre takvimleri var. Hicrî takvim Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretiyle başlar. 1925 yılına kadar kullandığımız medeniyet takvimimiz hicrî takvimdi. Milâdi takvim ise Hz. İsa’nın doğumunu esas alan, Papa XIII. Gregorius’a izafeten Gregoryen takvimine verilen isim. 1925’den itibaren milâdi takvimi kullanıyoruz. Takvimler de toplumların aidiyet-medeniyet dünyalarından kaynaklanıyor. Mensup oldukları veya zorakî dahil edilmek istendikleri dünya görüşü ve yaşama biçimlerinin kalıplarına sokulmaya çalışılıyor.

Kadîm topluluklardan bu yana takvimin kullanıldığını biliyoruz. Zamanın binyıllara, yüzyıllara, yıllara, aylara, haftalara, günlere, saatlere, vs. bölünmesi ve isimlendirilmesinde etkenler çeşitli…

Eski Türklerin Müslüman olmadan önce kullandığı en meşhur takvim “Oniki hayvanlı Türk Takvimi”dir. Şehrimizin yetiştirdiği büyük Selçuklu Tarihçisi Prof. Osman Turan’ın doktora tezi de “Oniki hayvanlı türk takvimi” dir. Bu konuda yazılmış en kapsamlı kitap da rahmetli Osman Turan’ın bu kitabıdır.

Oniki hayvanlı Türk takvimine göre yıllar şöyle isimlendiriliyor: Sıçan (Fare), Sığır (Öküz), Bars (Pars), Taşıvgan (Tavşan), Lu (Ejderha), Yılan, Yunt (At), Koy (Koyun), Biçin (Maymun), Tabuk (Tavuk), İt (Köpek), Tonguz (Domuz) yılı.

Konumuz Oniki hayvanlı türk takvimi değil. Konuyu getirmek istediğimiz yer: Şehrimizin bütün enerjisini tüketmeye memur ve mecbur futbol cinneti nin yeni bir toplumsal versiyonu…

Geçtiğimiz hafta, yerel Karadeniz kanallarından birisinde konuşan Trabzonspor yöneticilerinden birisinin şu sözleri insanın idrakini dumura uğratacak türden sözlerdi. Yâni akıl tutulması yaşatacak cinsten sözler.

Şöyle diyordu Trabzonspor yöneticisi: “Trabzon’da haftanın ilk iki günü Trabzonspor’un hafta sonunda yaptığı futbol maçı konuşulur, tartışılır. Üçüncü gün ara verilir. Dördüncü ve beşinci gün de hafta sonunda yapacağı futbol maçı konuşulur.”

Bütün bir şehir halkının hayat felsefesini, yaşama biçimini Trabzonspor’la kaim gören bu anlayış devam ettiği sürece şehrimizin akıbetinden endişe ediyoruz.

Şüphesiz böyle bir genellemenin yanlışlığı ortada. Ancak; bütün bir şehir halkının bilinçaltında giderek biriken böyle bir oluşumun varlığı da bir gerçek.

TS yöneticisinin tesbitine göre ülkemizde yeni bir takvim icad etmiş oluyoruz. Yâni modern zamanlarda bir ilkel takvim keşfetmiş oluyoruz.

Bu “Onbir azizli Trabzon takvimi”ne göre haftanın günlerini bundan böyle şöyle isimlendirmemiz gerekecek:

Pazartesi: Maç ertesi kritik günü.
Salı: Maç ertesi yoğunlaştırılmış gün.
Çarşamba: Dinlenme ve çay-kahve arası
Perşembe: Maç öncesi hazırlık günü
Cuma: Maç öncesi kritikler için son gün.
Cumartesi ve Pazar: Maçın yapılacağı kutsal günler.

Veya haftanın günlerine onbir azizin o hafta en fazla tezekkür edilen ilk yedisinin ismi de verilebilir. Daha da olmadı, batının aydınlanma devrimi gibi Trabzon Takvim devrimi yapılır ve bir hafta 11 günden oluşur ve her güne onbir şehir azizinin ismi verilir. Niçin olmasın?

Ne mutlu Trabzon’a !

Öğün Trabzon öğün! Veya avun Trabzon avun !

Yeni doğan çocuklarımız “bize her yer Trabzon” ninnileriyle uyuyup, bordo-mavi beşiklerde büyüyecekler. Onbir futbol azizinden biri olmak için ter dökecekler.

Onbir kişilik aziz gladyatör topluluğundan oluşan takımların savaştığı Hüseyin Avni Aker arenasında gökyüzünde 61 milyon yıldız altında, 61 bin seyirci önünde, 61 kent seçkini konsülün bakışları altında her hafta savaşmaya hazırlandıkları kutsal ideal: futbol!

Medeniyet şehirlerine musallat hastalıkların modern zamanlarda en yaygını olan futbolun Trabzon’da dayanılmaz ağırlığının artık yeni bir takvim icadına kadar varması kimilerini mest etse de bizi kahrediyor !

Kahrımız, şehrimizin enerjisinin toprağa verilmesinden kaynaklanıyor.

Yazımızı, Sokrates’in M.Ö. 399 yılında yargılandığı sırada Atina’lılara hitaben söylediği “Sorgulanmayan bir hayat gerçekte yaşanmamıştır!” sözünü şehrimize uyarlayıp “sorgulanmayan bir şehir hayatı gerçekte çok kötü yaşanmıştır!” diyerek bitirelim!

Akıbet hayrola !
(Günebakış, 26 Ocak 2011)

18 Ocak 2011 Salı

BİZ ŞİMDİ DÜNYAMIZA TRABZONSPOR DİYORUZ!

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Uzman Arkeologlar uzay yılıyla M.S. 6161’de Anadolu yarımadasının kuzeydoğusunda Trabzon isimli antik kalıntı alanında yaptıkları kazılarına devam ederler. Her kazma vuruşlarında kendilerini hayrete düşüren yazıt ve bulgular arkeologlarımızı derin düşünceye sevk eder.

“Evrende acaba halen Trabzon antik-arkaik kenti yaşıyor mu veya bu kente ait kalıntılar var mı? Burada yaşamış halktan izler var mı?” diye yüzyılın en önemli ‘arkeolojik ve antropolojik araştırma’ göreviyle antro-arkeologlar göreve gönderilir.

Arkeoloji biliminin yetersizliği üzerine yeni bir disiplin ortaya konulur. Bu disiplin “antro-arkeoloji” olarak adlandırılır. Bugünkü uzman bilim adamları, bu disiplinin kaynağını Trabzon antik-arkaik kent araştırmalarına borçlu olduklarını söylerler.

Arkeologlar, daha ilginç ve değeri yüksek antik-arkaik kalıntılar bulma ümidiyle evreni keşfe çıkarlar. 4 bin yıl önceye ait kalıntılarına rastlanan Trabzon antik kentinde yaptıkları kazılar sırasında buldukları kumaş parçalarındaki “Bize her yer Trabzon” yazısından hareketle araştırmalarını devam ettirirler. Araştırmaları sırasında galaksinin ücra bir köşesinden elektromanyetik sinyaller gelmeye başlar. ‘Kodçözücü’ler sinyalleri çözümlediklerinde arkaik bir Trabzon diline ait “bize her yer Trabzon” mesajına ulaşırlar. Bunun üzerine sinyalin geldiği yeri bulmak üzere uzun ve yorucu bir keşif yolculuğuna çıkarlar.

Sonunda sinyalin geldiği gezegen bulundu. Bundan sonrasını Gezegene inen kâşif arkeo-astronotlardan birisinin tuttuğu notlardan okuyoruz:

NOT 1: Gezegene indim. Yıl 6161. Galaksi saatiyle akşama doğru 61. Gök ve deniz görüyorum. Gök bordo, deniz mavi renkte. Hayret. Sesler geliyor. Uzakta arkaik bir deniz aracı görüyorum. Üzerinde bordo-mavi renkli kumaş parçaları takılı çubuklarla bir savaş arabasını andırıyor. Yaklaştıklarında içinde yerinde duramayan, daha önce antik kent buluntularındaki duvarlarda rastladığım ‘kolbastı’ figürlerini tekrarlayarak sağa sola sıçrayan insanlar… Hep birlikte, yüksek sesle adını tam çıkaramadığım bir takıma ait ismin geçtiği ‘Trabzon …….’a mezar olacak!’ nakaratını öfkeyle tekrarlıyor. Hiçbir şey anlamadım.

Bana doğru yaklaştılar… ‘purda ne arayisun?’ diye sordular. Kullanılan dili anlamadım. Ama anında lazer bilgisayar ekranında sözlerin çözümünü yaptığımda bana ‘niçin burada olduğum’ soruluyordu. Diğerlerinin meraklı bakışları altında soruyu soranla konuşmaya başladım. O’na ‘nerede olduğumuzu’ sordum. Cevap: ‘Burasi Faroz kıyılari.’ Bu insanlar kim? Dedim. ‘Onlar, arenaya seyire giden taraftarlar. Biz onlara fanatikler deruk.’

Konuşmamızın devamından hiçbir şey anlayamadım. Anladığım tek şey: Şehrin ortasındaki arenanın bütün bir kent halkını bir mıknatısın metal parçalarını toplaması gibi kendine doğru çekmesiydi. Hayret ettiğim bir şey de bazen ‘futbol adlı tepişme oyunu’ndan bir gün önce arenanın girişinde kuyrukların oluşması ve sadece 45 dakikadan ibaret iki devre halinde oynanan oyun için niçin bu kadar eziyete katlandıklarıydı. Anladım ki; kentin antropolojik genlerinde ‘arena’nın vazgeçilmez bir yeri ve büyüsü var.

NOT 2: Bu antik kentte de bir hafta 7 günden oluşuyor. Haftanın sadece bir günü ‘futbol’ oynanmasına rağmen, müthiş paralar harcanarak bu devasa arena yapılmıştı. Önünden geçen herkes hayranlıkla arenayı seyrediyor, adeta selamlıyordu.

NOT 3: Galakside grubumuzla birlikte yaptığımız kazılarda Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi isimlere rastladık. Bu isimlerin de Antik-arkaik Trabzon kentindeki Trabzonspor gibi Anadolu’nun batısında Trakya’da başka bir antik kente ait takım isimleri olduğunu tespit ettik.

NOT 4: Araştırmalarımızda Lig denilen ve 18 takımdan oluşan ‘arena takımları’nın en önemli üç takımı olan Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın zamanla mitoz ve amitoz bölünmeye uğradığı ve giderek yok olduğu bilgilerine ulaştık. Buna rağmen lig gene 18 takımdan oluşuyordu. Ancak bu yirmi takımın tamamına Trabzonspor 1, Trabzonspor 2, Trabzonspor 3, Trabzonspor 4 diye devam eden 18 Trabzonspor takımının varlığını hayretle gördük.

NOT 5: Arenaya giden grupla, zor olsa da bilgisayarımın yardımıyla bir süre daha konuşarak bu kentle ilgili bilgilere ulaşmaya çalıştım. Ancak konuşmaya çalıştığım şahıs ve diğerleri kendilerinden geçmişçesine ‘Bize her yer Trabzon’, ‘Trabzon….. mezar olacak!’ gibi neşideleri vecdi içerisinde haykırıp duruyorlardı.

NOT 6: Topluluktan ayrıldım. Kentte konuşabileceğim, sorularıma cevap alabileceğim birisi bulabilir miyim? Ümidiyle caddelerde yürümeye başladım. İlginç bir şey daha keşfettim. Kentin bütün caddelerine 11 futbol azizizin ve önceki azizlerin isimleri verilmişti.

NOT 7: Sadece bizim gibi astro-arkeologlar için değil tüm bilim adamları için müthiş bir laboratuar var karşımızda. Hiçbir antik kentte böylesine arena tutkunu bir topluluğun varlığına rastlanmadı.

NOT 8: Bu kentin renk skalasında bordo-mavi’den başka renk yok. Kurumlar, şirketler, yollar, caddeler, kamu ve özel ofisler, meydanlar, alanlar hep bu iki rengin istilâsı altında. Neredeyse bu iki rengin dışında hiçbir renk yok.

NOT 9: Caddede dolaşırken önünden geçtiğim bir mabedden yükselen bilinçlendirme konuşmasında bile arenadaki oyun için dua ediliyordu.

NOT 10: Nihayet normal olduğunu zannettiğim bir yerlinin bana konuşmamızın sonunda “Siz ne derseniz deyin, biz şimdi dünyamıza Trabzonspor diyoruz” demesiyle irkildim. Gerçekten çok şaşırtıcı.

Arkeo-astronotumuzun notları şöyle bitiyor: Galaksi üst yönetimine nasıl bir rapor sunacağımı bilmiyorum. İlk kez yeterince tanımlayamadığımız bir psikoloji ile karşı karşıyayız. Galaksi tarihinin hiçbir döneminde böyle bir örnek yok. Sanırım daha çok araştırmacı ile bu gezegene yeniden gelmeyi deneyeceğiz. Yalnız kentte yabancılık çekmemek için gelecek gruba kolbastı oyununu öğretmeliyiz. Yine bordo-mavi giysilerimiz olmalı ve gemimizi de bu renklere boyamalıyız. Sanıyorum bu arkaik adetlere alışmakta zorluk çekmeyeceğiz: “Bize her yer Trabzon!”, “la la la laaa ooo Trabzooon!”

Yani anlayacağınız; arkeolog da çıldırmanın eşiğine geldi !

(Günebakış, 19 Ocak 2011)

11 Ocak 2011 Salı

KUTSAL KÂSE VE ONBİR ŞEHİR AZİZİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

M.S. uzay yılıyla 6161…

Anadolu yarımadasının kuzey doğusunda deniz kenarında bulunan “Trabzon” isimli antik ören alanında kazı yapan arkeolog, çapasıyla toprağa vurduğunda metalik bir ses duydu. Büyük bir heyecanla toprağı eşelemeye başladı. Eşeledikçe sarı renkli metal bir nesneye ulaştı. Birden metalin üzerindeki yazıyı gördü. Şöyle yazıyordu: “Türkiye Futbol Federasyonu Şampiyonluk kupası.”

Arkeolog önce ne olduğunu anlayamadı, bulduğu metal nesneye bir anlam veremedi. Şok geçirdi. Bulduğu bu garip metal nesneyi Arkeoloji kurulunun önüne götürdüğünde bunun 4 bin yıl önceki Trabzon antik şehrinin 11 azizinin peşinde koştuğu, uğrunda can verdikleri, bütün bir şehir halkının kimyasını değiştiren “kayıp kutsal kâse” olabileceği konusunda hemfikir kaldılar. Kayıp kutsal kâsenin Trabzon antik kentinde bulunması ve onun oraya nasıl ulaştığı konusunda yorum çeşitliliği arkeologları ikiye böldü.

Olay zamanın medyasına düştü.

Zaman kütüğünün tutulduğu arşiv ofisinde kayıtlara bakıldı. Kutsal kase olarak düşünülen nesnenin 2010-2011 yılına ait “futbol” isimli arkaik tepişme oyununun galiplerine verilen bir ödül olduğuna dair kayıtlara rastlandı. Ancak bu ödülün Trabzon antik kentine nasıl geldiğine dair bir bulguya henüz rastlanamadı.

Yine zaman kütüğüne göre şehir o zaman 500 bin kişiden oluşuyordu. Ortasında büyük bir arena vardı. Arenaya bir futbol senyörünün ismi verilmişti. Araştırmalar derinleştirildikçe, senatoda ülkeyi Ak isimli bir konseyin yönettiği, konseyde de spordan sorumlu ‘Trabzon’lu bir üyenin bulunduğu bilgisine ulaşıldı. Bu üyenin de daha eski jenerasyon şehir azizlerinden biri olduğu bilgisine ulaşıldı.

Kazılar sırasında bazı tabletler de bulunmuştu. Bu tabletlerden birisinde, gene şehir senatosu üyelerinden etkili bir senatör olduğu bilgisine ulaşılan Megalolu Satrus’un senato ayinlerinden birisinde sarfettiği sözler olduğu anlaşılan tabletteki ifadeler çok ilginçti. Çünkü bugüne kadar hiçbir şehir kalıntısında bu ve benzeri yazılara rastlanmamıştı. Megalolu Satrus’un Latin harfleriyle yazılı sözleri şöyle idi: “ Trabzonspor Trabzon’da din gibi bir şey. Değerler sıralamasında Türkiye, Atatürk, din gibi ilk sıralarda gelir." Bu tabletten hayrete düşen ve çok fazla bir şey anlayamayan arkeologlar uluslararası tablet uzmanlarından bir heyet çağırdılar. Heyetin aylarca yaptığı çalışmalar sonucu tablette adı geçen “Trabzonspor”un antik şehir halkı tarafından ‘kutsal bir kurumsal varlık’ olabileceği, onun için de Trabzonspor’a saygının önemli bir dinsel ritüel olabileceği kanaatine vardılar.

Yine zaman kütüğünde bulunan kayıtlarda “Trabzon antik ören alanı”nın bazı temel özellikleri olarak şunlar sayılıyordu: Hamsi isimli balığa ait fosiller bulundu. Ayrıca duvar kalıntılarındaki resimlerde danseden insan figürlerine rastlandı. Bunların kolbastı ismi verilen oyunu oynayan insan figürleri olduğu zannediliyor. 11 şehir azizinin kolbastı adlı arkaik oyunu oynadıklarına dair duvar figürlerine rastlandı. Bir ilginç buluntu da üzerinde antik dilde “Bize her yer Trabzon” yazılı bazı kumaş parçaları idi. Bunun üzerine irkilen arkeologlar, acaba bütün Anadolu kıtasına o dönemde “Trabzon” isminin mi verildiği konusunda şüpheye kapıldılar.

Sonra, “Bize her yer Trabzon”un kutsal kâse peşinde koşan site halkının arenadaki coşkulu tören sırasında kendilerinden geçercesine tekrarladıkları bir “neşide” olduğu anlaşıldı.

Diğer buluntularda “fikstür” adı verilen bir çizelgeye rastlandı. Oradan hareketle Trabzonspor isimli antik bir cemaatin varlığı tesbit edildi. Bundan hareketle 11 şehir azizinin bu antik cemaatin önderleri-koruyucuları olduğu sanılıyor. Trabzon ören alanı kalıntılarındaki bazı mozaiklerde bordo-mavi harmanileriyle bu 11 şehir azizinin bir arada resimlerine de rastlandı.

Bilim adamları bazı iskelet kalıntılarına da rastladı. Bunların 11 şehir azizi efsanesine ait olup olmadığı konusunda araştırmalar halen devam ediyor… Bulgularda ortaya çıkan varlık kalıntılarının bir çeşit “toplu esrime ayininin etkisinde kalmış” ve zaman içinde androjenleşmiş varlıklar olup olmadıkları tartışılıyor.

Bu buluntulardan sonra “Ben Draun” adındaki yazar da “Trabzon Şifresi” adlı kitabı yazmaya başladı.

“Trabzon Şifresi” kitabıyla birlikte, bu günkü evrende yaşayanlar bu antik esere, geçmiş çağlardaki hemşehrilerinin ne kadar kutsal amaçlar uğrunda savaş verdiklerini ve kutsal kase peşinde koşarak, gün gelip onu elde ettiklerini de öğrenmiş olacaklar.

Yeni doğan bebekler bu “kutsal efsane”yle büyüdüler ve hepsine bu 11 azizin isimleri verildi.

Medyadaki iddialara bakılırsa, evrensel istihbarat örgütü “Bize her yer Trabzon” neşidesinden hareketle, evrenin herhangi bir yerinde “Trabzonspor” isimli bir başka cemaatin yaşayıp yaşamadığını araştırmaya başladı. Gene arkeologlar; böylesine uğrunda her şeyin feda edildiği bir “kutsal oyun futbol” uğrunda intihar edenlere ilişkin tablet veya yazıtlar olup olmadığının da araştırılması gerektiğini ifade ettiler.

Bugünün tarihiyle 6161 uzay yılında yaşayan kent yerlileri, 4 bin yıl önce atalarının, uzayın herhangi bir yerinde benzerine rastlamadıkları bir ‘oyun’u nasıl da ‘kutsadıkları’na hayret ettiler ve atalarıyla övünmek yerine, enerjilerini boşa harcadıkları kanaatiyle atalarını kınadılar!

Atalarının alışkanlıklarına meraklı olan bilim, sanat ve kültür adamları 4 bin yıl önce varolan “futbol oyunu”nu hangi antik toplulukların oynadığı konusunda yaptıkları araştırmalarda, hayretle gördüler ki; bu oyunun “gelişmemiş” veya “az gelişmiş” adı verilen “üçüncü dünya ülkeleri”nde yaygın olduğunu gördüler.

Arkeologlar, futbol isimli çatışma oyununun ilk ortaya çıktığı Britanius’ta değil de niçin Trabzon’da kutsal hale geldiğine de bir anlam veremediler.

(Günebakış, 12 Ocak 2011)

4 Ocak 2011 Salı

TRABZON, "FUTBOL VİRÜSÜ"NE KARŞI KARANTİNAYA ALINMALI !

Yahya DÜZENLİ
Bir şehri tanıyabilmenin, doğru okuyabilmenin değişik yolları var… Bu yollardan birisi de şehrin enerjisinin biriktiği yerler, mekânlar, alanlar ve şehirlilerin heyecanlarını yükselten olaylar…

Önceki yazılarımda kullandığım bir cümlemi tekrarlayarak başlayalım. Demiştim ki: “İhdas kapasitesi yüksek şehirlerin ifsat kapasitesi de yüksektir!” Bugünkü söyleyişle “değer üretme kapasitesi yüksek şehirlerin, bozulma, çözülme kapasitesi de yüksektir.” Özellikle medeniyet şehirleri, tarihî şehirler, buna örnek teşkil eder. Bu tesbitimi iki yönlü ele aldığımızda; tarihte, yaşanmaya değer hayata insanları davet eden şehirler, ifsada asla açık kapı bırakmazken, bu medeniyet şehirleri geçmişlerinin tam aksine, bugün değer üretemeyen ama ifsat üretmede yüksek kapasiteleriyle öne çıkıyorlar.

Bir ayırım yapmadan ilk anda aklımıza gelen; İstanbul, Bursa, Konya, Manisa, Amasya, Erzurum, Sivas… Ve nihayet Trabzon… Bu konuda içlerinde en trajik olan şehir maalesef Trabzon… Şehrin ifsadında hakîm bir rol üstlenen futbolun, tedavisi mümkün olmayan hastalığa dönüştüğü bir tarafa, bu kez ayrı bir koridor açılıyor ve futbol kutsallaştırılıyor… İbadet mekânlarına kadar sirayet edebiliyor… Garip bir Trabzonspor tutkusu camilerdeki vaazlara kadar yansıyor.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bürokrat, İşadamı, vs. Trabzon’a geldiklerinde bir “kutsal mekân” olarak ilk futbol kulübünü ziyaret ediyorlar. Oradan aldıkları “feyz”le şehir gezisine başlıyorlar, işlerine devam ediyorlar. Tabii stadyum da modern zaman şehirlerinin tamamında olduğu gibi Trabzon’da da şehrin kutsal bir mekânı.

Aman Allah’ım ! Tedavisi mümkün olmayan, sadece virüsün adının belli olduğu, bu virüsü taşıyan herkesin kendisini virüse emanet ettiği bir şehir.. Bu virüsü taşıyanlara Allah’tan şifa dilemekten başka yapacak bir şey yok…

Her canlı organizma bakteri taşır. Ancak, bu bakteriler uygun şartları bulduğunda harekete geçer ve virütik etki meydana getirir. Futbol da Trabzon için böyle bir etkileyici…

Bakteri değil virüs… Giderek hızla yayılan, kontrol edilemeyen bir virüs… Bütün bir şehir virüs taşıyıcısı haline geliyor… Bu gidişle şehir kesinlikle “karantina”ya alınmalı. Aksi halde diğer şehirlere de virüs yayılacak !

Bu konuda en son ifsad Trabzon’lu bir İmamın camideki vaazında Trabzonspor’a destek istemesidir. İşin daha da abes tarafı; spordan sorumlu Trabzon’lu Bakanın imama desteğidir. Herhalde “spordan sorumlu” olduğu için imama destek veriyor olsa gerek (!) Bizce Trabzon adına esef verici bir patolojik destektir.

Olayın gazetelere intikali şöyle: Trabzon’da bir caminin fahri imamı “fanatik bir Trabzonspor taraftarı” olması nedeniyle cuma vazında cemaati “Trabzon maçına çağırması”… Vaazında “Bizim için her yer Trabzon diyorlar ya. Tabii olacak. 26 yılın özlemi var. Ben bu akşam maça gidiyorum. İsteyen gelir, isteyen gelmez. Biz bu sene bu şampiyonluk özlemini gidereceğiz. Ne derseniz deyin. İsterseniz bunları burada konuştum diye işime son verin. Ben bu çocukları tanıyorum. Bunlar namazında niyazında çocuklar. Cenab-ı Allah ne muradları varsa versin. Bugün akşam maçı alalım, inşallah yolun sonu görünüyor.”

Camide değil de bir cinnet nöbeti esnasında hasta yatağında söylenmiş gibi sözler… Bu yolun sonu karanlık… Bu gidişle Trabzon’daki camilere “Trabzonspor Posteri” asmayı teklif edenler olursa ve de bu teklife destek verenler, taraftarlar çıkarsa hiç şaşırmayın ! Çünkü, futbol Trabzon’da “tehlikeli bir tırmanma şeridi”nde zirveye doğru ilerliyor.

Çok şükür aklı başında bir Trabzon Müftüsü çıkmış da “Vaazı tasvip etmiyorum. Bu kürsü adabına uymamıştır. Cami adabına uymadığı gibi bizi de rahatsız etti. O zaman tüm camilerde tüm takımlara dua edilsin. Böyle şey olmaz” gerekçesiyle olaya müdahale etmiş.

“Spordan sorumlu Trabzon’lu Bakan”ın “Fanatik imama bakan desteği” başlığıyla medyada yer alan açıklamaları ise tam bir trajedi.

Spordan sorumlu Trabzon’lu Bakan’a bir önerimiz var: Vakit geçirmeden derhal olayı tasvip etmeyen Trabzon Müftüsü’nü görevden aldırmak! Öyle ya spordan sorumlu bir Trabzon’lu Bakanla ters düşen Trabzon’lu bir ‘bürokrat’ın yerinde oturması doğru değil (!)

Bakan desteğini ajans haberinden okuyoruz: “TBMM kulisinde gazetecilerle sohbet eden Spordan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak, imam Ömer Oskay’ın Trabzonspor hakkında söylediği sözlerden sonra başlayan tartışmalara son noktayı koydu.

“Trabzon’da evlerde, camilerde, her zaman, her yerde futbol ve sporun konuşulduğunu anlatan Bakan Özak, ‘bizim Trabzon’da İmamlar da, hacılar da, hocalar da bu işe girerler. Müftü de İmam da haklı’ dedi. Özak, Trabzonspor Başkanlığı döneminde başından geçen fıkra gibi şu olayı anlattı. ‘Ben Trabzonspor’da başkanım, Şota ve Arçil’i o ara aldık, alıyoruz… İmam da çok hasta Trabzonsporlu, genç bir çocuk. Şenol Güneş, Ünal, birlikte imamın sol tarafında Cuma namazını kılıyoruz. İmam, ‘Ey cemaati Müslimin, safları sıklaştıralım’ dedi. Bu sırada bana eğildi, ‘Faruk Ağabey, Şota-Arçil işi tamam mı?’. ‘Tamam, geliyorlar’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Allahuekber’ diyerek namaza başladık..”

Trabzon’lu Bakanın tebessümle, iftiharla anlattığı bu olay Trabzon’un şehir ruhunu incitecek türden bir ‘fecaat’! Kimilerinin intihar kabul ettiği bu cümleleri Trabzon’lu Bakan ‘iftihar’la sarfediyor.

Bütün dünya Trabzon’u bu derece komedi malzemesi yapan fıkralara, imama değil de “devletlû bakan”ın desteğine gülse yeridir.

Futbolun “sadece futbol olmadığı”na önemli bir delil de bu Trabzon örneğidir!

Trabzon’un şehir şahsiyeti, Trabzon insanının futbol ‘asabiyeti’ de bu seviyeye düşürülmemeliydi!

Buna benzer trajik bir olayı da KTÜ Öğretim Üyesi Adnan Cora telefonda anlatmıştı:

“Trabzonspor deplasmanda Sivasspor’la karşılaşacaktı. Maçtan iki gün önce Kalkınma mahallesinde yeni bir caminin genç imamı vardı. Gençlerle ilgilenen, terbiyeli, eğitimli, hitabeti düzgün bir imam… Cuma günü mimberde hutbeyi okudu. Hutbenin sonunda şunları söyledi: ‘iki gün sonra Sivas maçı var. Biliyorsunuz 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıldı. Amasya tamimi yayınlandı. Sivas Kongresi toplandı. İnşallah Trabzonspor’umuz da Sivas’tan zaferle dönecek…”

Müthiş bir metafor! Bir futbol maçını ‘Kurtuluş Savaşı’ya izah etmek herhalde Trabzon’a mahsus bir maharet olsa gerek.

Ancak, ateşler içerisinde kıvranan, beyin fonksiyonları tahrip olmuş bir hastadan sâdır olabilecek ifadeler…

Çok ilginçtir ki; Trabzon’un siyasetçi, yerel yöneticisi, bürokrat, işadamı, kültür-sanat erbabı, esnafı, akademisyenleri, vs. leri yukarıdaki olayları ‘normal’in de ötesinde bir şehir bağlılığının ifadesi kabul etmeleri !

“Futbol virüsü” yok edilmeden, kontrol altına alınmadan veya üreyemeyeceği bir şehir zemini oluşturulmadan, şehrin sağlığına kavuşması mümkün gözükmüyor.

İhdasın değil de ifsadın zirvelerine doğru koşan bir şehrin ifratta nereye varabileceğini “sayın imam”ın vaazından ve “sayın bakan”ın desteğinden okuyabilirsiniz …

Şair sanki şehrimize sesleniyor:

“Bu yurda her bela içinden gelir,
Hepleri hep hiçin hiçinden gelir!”

Biz Trabzon’u böyle görmek ve “okumak” istemiyoruz.

(Günebakış, 05 Ocak 2011)