28 Ağustos 2012 Salı

“AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE”-IV-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Dünya, “mübdî ve sâni” olan yaratıcının eseri olarak insana emanet edilmiş, tasarımlar âlemi niteliğiyle insana sunulmuş ve insanla anlam kazanmıştır. Yaratıcının cemâl ismiyle dünyayı güzel yarattığı düşünüldüğünde; insanın bireysel mükellefiyetleri içerisinde dünyayı imar, inşa ve ihya etmek gibi temel bir görevi vardır. Bu görevini gerçekleştirmesi için de dünyayı anlamlı kılan ‘öte dünya’ ve ‘hesap’ bilinciyle “ahiretin sorumluluğu”nu taşıması gerekir.

Muhakkik mimar Turgut Cansever’in bu bağlamda yatağına oturttuğu, doğru bir çerçeve çizdiği ve “dünyayı güzelleştirmek” olarak tanımladığı göreviyle insanoğlu ilk insandan son insana kadar varlığını sürdürecek. Doğruyu, iyiyi ve güzeli ararken yanlışı, kötüyü ve çirkini inşa etmek gibi bir yanılgı da her an insanı bekliyor. Onun için “uyarıcı”lara olan ihtiyacı hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekiyor. Cansever bu anlamda, şehirlerimizin inşa ve ihyası için önemli bir uyarıcıdır.

“Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli manifesto niteliğindeki konferansından iktibaslarla bu konuya devam edelim. Cumhuriyet dönemi şehir ve mimarimizin “köklere bağlı” yegâne mimarı diyebileceğimiz Cansever’i ilgililerin arayıp bulması gerekirken, önce müthiş bir tarihî inkâr ve iptal hastalığı, sonra da müthiş bir gaflet ve vurdumduymazlıkla şehirlerimizin “şahsiyetsiz” hale getirilmesi karşısında bugün O’na olan ihtiyaç dahi idrak edilemiyor.

Tam da burada, sözkonusu konferansında Cansever temel bir ölçüye vurgu yaparak şunları söylüyor: “ Hz. Peygamber, ‘İnsanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsüdür.’ buyuruyor. Bir şey daha buyuruyor, ‘Hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.’ Şimdi bizim yöneticilerimiz ne yapıyorlar? Yüz senedir, birilerine, "Gel" diyorlar. "Sana bu kadar ekmek veriyoruz, :emrimdesin." diyorlar ve mimar, mühendis, "Ona ekmek verenin, devletin emrinde" çalışıyor. Ona ekmek verenin dediğini yapıyor, yani Hz. Peygamber’in tarifine göre, "hükümdarın ayağına giden âlim" oluyor. Yani, "insanların en kötüsü" oluyor. Eğer bugün şehirlerimizin sorunları varsa, bugün mimarimizin sorunları varsa, "Ümmetimin zevali kötü âlimler ve kötü emirlerden olacaktır." diyor Hz. Peygamber. Ama evvela kötü âlimler deniyor. Yani esas itibariyle şehirlerimiz, bu kötü âlimlerden oluyor. Demek ki burada da biraz dünya tecrübesinden de yararlanarak, dünyanın son 100 senelik tecrübesinden yararlanarak, bu şehirlerimizi, bu konutlarımızı planlama, düzenleme işlerinin devlet tarafından biçimlendirilmesi, şekillendirilmesine imkân olmadığını söyleyebiliriz. Yani bir Peygamberin ağzından çıkan lafın yanlış olmasının ihtimali var mı efendim? içimizde Peygamberin sözü yanlış olabilir diyen var mı? Olamaz değil mi?”

Âlim eğer bir işin hususî ilmine kemâliyle vâkıf biri ise O’nun alanına ve konusuna yöneticilerin müdahale hakkı asla yoktur. Ancak aynı konuda başka bir âlimin farklı yorumu, görüşü sözkonubu olabilir. Peki,  bugün öyle mi? Genelleme yapmadan söyleyelim ki; “alim geçinenler”  yöneticilerin kapılarına yüz sürerken, yöneticiler de “âlim geçinenler”i süründürüyor. Şehre dair hiçbir bilgi, birikim, idrak ve anlayış sahibi olmayan siyasîler ve şehir yöneticileri elinde katledilen ve katledilmeye devam edilen şehirlerimizin içler acısı hali…

Cansever bu konuda da uyarılarını sürdürüyor: “ Doğruyu arayan insan, hiçbir eksik ardında kalmadan, yalnız o meselenin doğrusuna yöneldiği zaman doğruyu bulma ihtimaline sahiptir. En ufak, sağdan soldan gelen etkiler, onu o doğruyu bulmaktan alıkoyabilir. Onun için tamamen bağımsız düşünce ortamlarına ihtiyaç var meselemizi çözmek için.”

“Kentsel Dönüşüm” denilen yeni kent katliamlarına meşruiyet kazandırma amaçlı operasyonların başlayacağı/başladığı bu günlerde, Başbakan’ın “yeni şehirler kuracağız” söyleminin ne kadar gerçekçi ve gerçekleştirilebilir olduğunu anlamak zor değil. Hele de İstanbul’a “eklemlenecek” bu ‘şehir parçası’nın nasıl bir vebal ve sorumluluk gerektirdiğinin idrakinde midir bilinmez. Biz böyle bir idrakin siyasîlerde olmadığını düşünüyoruz. Onlarda olmayınca da “emirlerindeki” müteahhitler, yerel yöneticiler, mimarlar, şehir plancılarında da olmayacağı bir vakıadır.

Cansever “Yeni şehirler bulmamız lazım. Yeni şehirlerimizi nasıl kuracağız?” diye soruyor ve “Bugün biz, evvela, yukarıda seviyede, çok büyük bilgiye sahip Türkiye coğrafyasında yeni şehirleri nerelere nasır koyacağımızı çok bilgili bir tarzda ortaya koyacak, bir genç şehir plancılar nesline muhtaç bulunuyoruz. En hızlı şekilde, bu kişileri yetiştirmek mecburiyetindeyiz… Ama eğer bu işi, bu bilgiye dayanarak bu şehirleri halkın katılımıyla, halkın katılımının nasıl olacağını da son derece ciddi bir şekilde düşünerek ele almazsak, doğrusu sizler, çocuklarınız, benim torunlarım oldukça bedbaht olacaktır.”

İşte “Ahiretin sorumluluğu”yla düşünmek böyle bir idrak istiyor. Cansever bizim için hayatî önemde olan bir cümleyi HABITAT 4. Konut Konferansında BM Genel Sekreterinin konuşmasından aktarıyor:” Türkiye’nin söyleyeceklerimizi en iyi anlayacak ülke olduğunu tahmin ediyorum, çünkü söyleyeceklerimizi en yakın tarihte kaybetmiş ülke, bu ülke!”

Yazık! BM Genel Sekreteri farkında da bizim siyasilerimiz, şehir yöneticilerimiz, mimarlarımız, ve diğer ilgililerimiz bugün bile şehircilikte neyi, neleri kaybettiğimizin idrakinde değiller !

Öyledir. Çünkü, ne kadar yüksek yerden düşerseniz tahribat ve katliam da o kadar korkunç olur! Biz de, şehir ve mimaride öyle yüksek bir seviyeden “düşürüldük” ki, hâlâ kalkamıyoruz, sendeleme duyularımızı bile kaybetmişiz!

Konferansına devam ediyor Cansever: “Bütün evler güzel olmalıdır. Her ev dünyayı güzelleştirmelidir. En fakir insanın evi de küçücük de olsa, konfor açısından yeterli olmasa da illâki güzel olmalıdır. Çünkü en fakir insanın çocuğu da gözünü dünyaya açtığı zaman bütün gençliği, çocukluğu boyunca o ev içerisinde, evin güzelliğini yaşamalıdır. En fakir insanın çocuğunun da bu güzelliği yaşama hakkı vardır. Osmanlı ahşap evleri boyasız da olsalar, çatıların düzeni, tavanların, bacaların düzeni, pencere standartları güzeldir. Bu kadar mucizevi bir şeyi biz tahrip ettik.”

Nerede böyle bir şehir ve mimarî sorumluluk?

Tarihî bir uyarıyla bize sesleniyor Cansever: “ Tanzimattan itibaren içine düştüğümüz yanlışların mimariye yansımaları yok edilmelidir. Zaten şehirlerimizi inşa ederken göreceğiz ki bizim inşa ettiğimiz yeni şehirler, halk tarafından tercih edilecek. Yani bu güzel ellerle, erdemle inşa edilmiş olurlarsa, halk tarafından tercih edilecek. Bugün, 100 senedir inşa ettiğimiz şehirler büyük ölçüde terk edilecekler, çökmeye mahkûm olacaklar ve yok olacaklardır. Ama bir vazifemiz var: Bu şehirler aynı zamanda çok büyük bir tarihin çok müstesna değerlerini de taşıyorlar. Dolayısiyle bize ait bir şehirleşme politikasıyla, evvela bu şehirleri boşaltmak ve bunların nüfuslarını azaltmak, sağlıksız konut stokunu tasfiye etmek ve bu şehirlerde beş asırlık kültürün ürettiği abidelerden, sanat eserlerinden kalanları, ev vs. ne varsa, onları da büyük bir gayretle koruyarak onları yeniden inşa etmemiz; bu koruduklarımızı, koruduklarımıza layık çevrelerle tamamlamamız gerekiyor.“

Bu sözler/uyarılar inşallah muhataplarını bulur. 4 bölümlük yazımızı gene Cansever’in konferansına katılanlara söylediği şu cümlelerle tamamlayalım: “Çocuklarınıza  karşı sevginiz, sorumluluğunuz, mutlaka ana meseleniz olacaktır. Onlara, yani yarın sahip olacağınız çocuklarınıza karşı sorumluluğunuz ahlaki bir sorumluluktur. Aynı zamanda tabii bir mecburiyettir. Ama bu tabii mecburiyetle bu ahlâki sorumluluk, çocuklarımıza karşı değil, bütün gelecek nesillere karşı sorumluluktur. Bütün gelecek nesillere karşı sorumluluk hissettiğimiz zaman, kendimize insan deme hakkına sahip olacağız. Bunu hissetmediğimiz zaman, kendimize insan deme hakkımız yoktur. O zaman onlar için bu güzel şehirleri, bu güzel ülkeyi, tekrardan inşa etmek birinci aslî vazifemizdir.”

Allah’ın ender bahşettiği bir “değer” olan muhakkik mimar Turgut Cansever’e rahmet dileyerek, onun tespitlerini, eleştirilerini, önerilerini, topyekûn mesajını dua kabul ve idrak ederek, önümüze açılan şehirlerimizin yeniden imar ve inşa fırsatını heba etmemeyi temenni ediyoruz.

26 Ağustos 2012 Pazar

"AHİRETİN SORUMLULUĞU VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE"-III-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yeryüzünün imar ve inşası insanın temel mükellefiyetlerinden birisi… Bu imar ve inşa öncelikle tutarlı bir “dünya görüşü”ne sahip olmak ve bunun gerektirdiği idrakle gerçekleştirilebilecek bir mükellefiyettir. Yeryüzünün, özellikle de şehir ve mimarinin insanın dünya ve ötesi tahayyül, duygu, düşünce ve idrakine etki eden yönü düşünüldüğünde ‘dünyayı tezyin etme işi’nin insanınasıl bir sorumluluğa davet ettiği de anlaşılır.

İnsanın bu temel mükellefiyetini idrak eden ve bu idraki hayatına/eserlerine yansıtan muhakkik mimar Turgut Cansever’in dünya görüşü sahibi bir mimar bilinciyle “ahiret” ve “dünya”nın birbiriyle olan kopmaz ilişkisini temellendiren konferansına bu yazımızda da devam ediyoruz.

Ülkemiz şehircilikte oldukça kritik ve riskli bir dönemi yaşıyor. TOKİ vasıtasıyla birinci ‘büyük şehir inşası’nın geri dönülmez ve onarılmaz bir katliama dönüştürüldüğü ortada. TOKİ’nin inşa ettiği “her şey”bu katliamı bir müze şeklinde sergiliyor. TOKİ her şehirde, her ilçede hatta beldede inşa ettiği binalarla adeta “şehir katliamı müzesi” oluşturmuşdurumda.

İkinci “büyük şehir inşası” için önümüzde, bu günlerde önemli bir fırsat ve imkân doğmuş durumda. Ancak, tahminimiz ve endişemiz; - bugüne kadar yapılanları bundan sonra yapılacakların göstergesi kabul edeceksek-, bu fırsat ve imkânın da aynı “marifetli eller” (!)vasıtasıyla harcanacağı, heba edileceği yönündedir.

İki büyük dalga halinde yakalanan “şehir ıslah ve inşası”nda tarih, kültür ve medeniyet birikimimize ihanet edercesine büyük fırsatları kaçırdık, kaçırıyoruz.

Bu kesin hükmümüzü verirken birincisinde maalesef yanılmadık.İkincisinde inşallah yanılırız. Ancak bizi yani şehir ve medeniyet derdi olanları yanıltacak henüz bir iz, bir emare göremedik.

Hükümetin kentsel dönüşüm operasyonlarına hazırlandığıbu günlerde, ortaya çıkacak dönüşüm haritasının karakterini kestirmek, yapılacakları tahmin etmek çok zor değil. İlgililer, telaffuzu bile zor, büyük meblağlara mal olacak bu “kentsel dönüşüm operasyonu”na başlamadan önce rahmetli Cansever’in uyarılarına bir kez olsun kulak vermek gibi bir ahlâki sorumluluk gösterebilirler mi?

Zannetmiyoruz. Ama biz gene de sadece idrak edilmesi, yapılması gerekeni işaret etmeye devam edelim.

Rahmetli Turgut Cansever, 2006 yılında verdiği “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli konferansında bir gözlemini şöyle anlatıyor: “Bundan gene 40 sene kadar evvel, bir Alman hoca, sosyal siyaset hocasıolan Prof. Gerard Kessler sık sık İstanbul'da konut meselesi hakkında konferanslar yeriyor. Haftada üç yerdekonuşuyor, karşısında kaç kişi olursa olsun, sizin gibi 30-40 kişi olursa ne âlâ, 5 kişi de olsa, masayavurarak, bağırarak şöyle diyordu:''Bu; insanlar kendilerine sabahlara kadar çalışıp çoluk çocuğunu barındıracak küçük bir kulübe yaparken bunların meselelerine bigâne olan, Taksim'de meydana mermer döşeyen devleti, bu devlet adamlarını, hepsini vatan ihanetiyle itham ediyorum. Bu memlekete ihanetle itham ediyorum." Ve devam ediyordu: "Almanya'da, savaşta bir şehir, işte diyelim ki 500 uçak tarafından bütün gece bombalandıktan sonra, ertesi sabah iki saat içinde kaç tane sağlam ev var, kaç evin pencereleri ne kadar tahrip olmuş, hepsinin istatistikleri hazır oluyordu. Bugün İstanbul'da kaç ev var, bilinmiyor. Bu, evlerini bu şartlar altında yapan ve sonra polisle çarpışan ailelerin hepsine madalya vermek lazım. Onlara yardım etmeyen devleti, devletin müritlerini, millet düşmanı ilan etmek lazım. Eğer bunlara yardım etmez, onlarla beraber onların sağlıklı yaşama şartlarını teşhis etmezsek bu memleket 40 sene sonra akıl almaz bir bedel ödeyecektir."

Ontolojik derinlikten yola çıkan Cansever, kaskatı şehir gerçeğine/pratiğine vurgu yaparak devam ediyor:

“Evet, ödemeye başladık. Bu şartlar içerisinde yetişen genç çocuklar, toplumun en korkunç meselelerini karşımıza çıkartıyorlar. Ama bugüne kadarki bir şey değil. Şimdi bugün topu topu 20 milyon insan gecekondularda yaşıyor. Tabii bu gecekondular, inşa tekniklerinin hiçbir şekilde yardımcı olmadığı ortamlarda yapılmış yapılar. Bunların da ömürleri son derece kısa olduğu için bunlar da mutlaka yenilenecek. Demek ki biz, yeni nüfus ve tarımdan gelen nüfusla ikisini birleştirdiğimiz zaman, takriben 25 + 15 = 40 milyon kişiye önümüzdeki 30-40 senede konut inşa etmek zorunluluğunun yanı sıra 20 milyon gecekonduda yaşayan nüfusun da yaşama şartlarını iyileştirmek mecburiyetindeyiz. Onları sağlıklı mahallelere, sağlıklı konutlarda iskân etmek mecburiyetindeyiz. 60 milyon insana konut inşa etmek mecburiyetindeyiz. Öte yandan, şehir nüfusunun geri kalan 20 milyonun binaları da, doğrusu, olabilecek en kötü tekniklerle inşa edilmiş, vücuda getirilmiş bulunuyor. En yanlış malzeme ile ve en kötü tekniklerle... “

Bu gözlem ve tesbitlerden sonra ülkemizin yaşadığı yabancılaşmaya ilişkin şunları söylüyor Cansever: “Çocukluğumdan beri dinliyorum, modernleşiyoruz, modernleştik diye... 80 senedir. 86 yaşında olduğuma göre, 6 yaşımdan beri dinliyorum, modernleştik diye. Üniversiteye girdiğim zaman okulun kütüphanesinde konutla ilgili kitaplar var. 1910'lu yıllarda, Avrupa'da "Konutlarımızı nasıl inşa etmeliyiz?" sorusu gündeme gelmiş,konuşulmuş. Evvela daha gevşek bir ortamda, 1920'lerdeyse çok ciddi-bir şekilde ele alınmış. Doğrusu 1923-24'te Almanya'da meydana getirilmiş bir çalışma grubunda açıkça, "Gözümüzü açalım, bakalım! Türklerin yaptığı gibi yapalım." diye yazmışlar. Biz de yaptıklarımızı yok edip yanlış yapmak için yola çıkmışız. Almanlar, ‘Türklerin' derken, Osmanlı coğrafyasını veİstanbul'u kastediyorlar. Belki öbür tarafları pek o kadar iyi bilmiyorlar; amaİstanbul'u biliyorlar. Belki Balkan coğrafyasını biliyorlar, Balkan coğrafyasındaki Türk şehirlerini biliyorlar.

Bunun dışında, bizim tarihimizle benzer tarihe sahip Amerika'da, kendiliğinden, bizimkine benzer bir yaklaşım var. Yani bizim ecdadımız 10 asır evvel bu coğrafyaya -"nasıl gelmiş? Tamamen hareketli kültürün insanlarıolarak, gelmiş ve yerleşmişler. Hareketli bir kültürün insanları olarak, yani çadırları çok yüksek kaliteli ahşap parçalarıyla, yüksek kaliteli kumaştan oluşan, iki tane yüksek kaliteli malzemeyle barınakları olan insanlar, kendilerine ev yapmak söz konusu olduğu zaman incecik tahtaları birbirlerine birleştirerek Osmanlı ahşap-karkas, ahşap iskelet sistemi dediğimiz iskelet sistemini geliştirmişler. Tüm Osmanlı dünyası bu iskelet sistemiyle inşa edilmiş.”

Anlayanlar için, ehli için, ilgililer için rahmetli Cansever’in bu tesbit ve uyarılarıhayatî öneme sahip. Cansever’in “muhteşem şehir ve medeniyet mirası”nı nasıl katlettiğimiz, nasıl görmezden geldiğimiz, ve ona nasıl yabancılaştığımıza ilişkin şu tesbitiyle yazımızı bitirelim:

“Varlığın her an değişmesine ait büyük bilgiye, büyük hikmete sahip olan İslam toplumları, bu büyük hikmetin tam zıddına inanır oldular. Ve dinin temellerinin tersine inanır oldular ve helâk oldular. Biz de helâk olanlardan biriyiz. Hayır, helâk olmadık, diyen var mı? Bir zamanlar dünyayı avucunun içinde tutarken şimdi içerisine düştüğümüz durumu düşündüğünüzde tabii.”

Evet, her alanda, özellikle de şehir ve mimaride daha bir belirginleşen büyük bir helâk, yokoluş sürecini yaşıyoruz. Bu süreç bizi helâkten “nasıl kurtuluruz?”arayışına mı getirecek, yoksa helâkimizi mi hızlandıracak? Başka bir deyişle; Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’e kulak verildiği ve ikazları dikkate alındığıölçüde belki helâkimiz yavaşlayacak, belki de helâk süreci şehir ve mimaride bir varoluş sürecine dönüşebilecek.

Duamız, ümidimiz bu yönde ama duamızı ve ümidimizi besleyecek, gerçek kılacak şartlardan çok uzaktayız!

Allahşehirlerimizin encamını hayreyler inşallah!


"AHİRETİN SORUMLULUĞU VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE"-III-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yeryüzünün imar ve inşası insanın temel mükellefiyetlerinden birisi… Bu imar ve inşa öncelikle tutarlı bir “dünya görüşü”ne sahip olmak ve bunun gerektirdiği idrakle gerçekleştirilebilecek bir mükellefiyettir. Yeryüzünün, özellikle de şehir ve mimarinin insanın dünya ve ötesi tahayyül, duygu, düşünce ve idrakine etki eden yönü düşünüldüğünde ‘dünyayı tezyin etme işi’nin insanınasıl bir sorumluluğa davet ettiği de anlaşılır.

İnsanın bu temel mükellefiyetini idrak eden ve bu idraki hayatına/eserlerine yansıtan muhakkik mimar Turgut Cansever’in dünya görüşü sahibi bir mimar bilinciyle “ahiret” ve “dünya”nın birbiriyle olan kopmaz ilişkisini temellendiren konferansına bu yazımızda da devam ediyoruz.

Ülkemiz şehircilikte oldukça kritik ve riskli bir dönemi yaşıyor. TOKİ vasıtasıyla birinci ‘büyük şehir inşası’nın geri dönülmez ve onarılmaz bir katliama dönüştürüldüğü ortada. TOKİ’nin inşa ettiği “her şey”bu katliamı bir müze şeklinde sergiliyor. TOKİ her şehirde, her ilçede hatta beldede inşa ettiği binalarla adeta “şehir katliamı müzesi” oluşturmuşdurumda.

İkinci “büyük şehir inşası” için önümüzde, bu günlerde önemli bir fırsat ve imkân doğmuş durumda. Ancak, tahminimiz ve endişemiz; - bugüne kadar yapılanları bundan sonra yapılacakların göstergesi kabul edeceksek-, bu fırsat ve imkânın da aynı “marifetli eller” (!)vasıtasıyla harcanacağı, heba edileceği yönündedir.

İki büyük dalga halinde yakalanan “şehir ıslah ve inşası”nda tarih, kültür ve medeniyet birikimimize ihanet edercesine büyük fırsatları kaçırdık, kaçırıyoruz.

Bu kesin hükmümüzü verirken birincisinde maalesef yanılmadık.İkincisinde inşallah yanılırız. Ancak bizi yani şehir ve medeniyet derdi olanları yanıltacak henüz bir iz, bir emare göremedik.

Hükümetin kentsel dönüşüm operasyonlarına hazırlandığıbu günlerde, ortaya çıkacak dönüşüm haritasının karakterini kestirmek, yapılacakları tahmin etmek çok zor değil. İlgililer, telaffuzu bile zor, büyük meblağlara mal olacak bu “kentsel dönüşüm operasyonu”na başlamadan önce rahmetli Cansever’in uyarılarına bir kez olsun kulak vermek gibi bir ahlâki sorumluluk gösterebilirler mi?

Zannetmiyoruz. Ama biz gene de sadece idrak edilmesi, yapılması gerekeni işaret etmeye devam edelim.

Rahmetli Turgut Cansever, 2006 yılında verdiği “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli konferansında bir gözlemini şöyle anlatıyor: “Bundan gene 40 sene kadar evvel, bir Alman hoca, sosyal siyaset hocasıolan Prof. Gerard Kessler sık sık İstanbul'da konut meselesi hakkında konferanslar yeriyor. Haftada üç yerdekonuşuyor, karşısında kaç kişi olursa olsun, sizin gibi 30-40 kişi olursa ne âlâ, 5 kişi de olsa, masayavurarak, bağırarak şöyle diyordu:''Bu; insanlar kendilerine sabahlara kadar çalışıp çoluk çocuğunu barındıracak küçük bir kulübe yaparken bunların meselelerine bigâne olan, Taksim'de meydana mermer döşeyen devleti, bu devlet adamlarını, hepsini vatan ihanetiyle itham ediyorum. Bu memlekete ihanetle itham ediyorum." Ve devam ediyordu: "Almanya'da, savaşta bir şehir, işte diyelim ki 500 uçak tarafından bütün gece bombalandıktan sonra, ertesi sabah iki saat içinde kaç tane sağlam ev var, kaç evin pencereleri ne kadar tahrip olmuş, hepsinin istatistikleri hazır oluyordu. Bugün İstanbul'da kaç ev var, bilinmiyor. Bu, evlerini bu şartlar altında yapan ve sonra polisle çarpışan ailelerin hepsine madalya vermek lazım. Onlara yardım etmeyen devleti, devletin müritlerini, millet düşmanı ilan etmek lazım. Eğer bunlara yardım etmez, onlarla beraber onların sağlıklı yaşama şartlarını teşhis etmezsek bu memleket 40 sene sonra akıl almaz bir bedel ödeyecektir."

Ontolojik derinlikten yola çıkan Cansever, kaskatı şehir gerçeğine/pratiğine vurgu yaparak devam ediyor:

“Evet, ödemeye başladık. Bu şartlar içerisinde yetişen genç çocuklar, toplumun en korkunç meselelerini karşımıza çıkartıyorlar. Ama bugüne kadarki bir şey değil. Şimdi bugün topu topu 20 milyon insan gecekondularda yaşıyor. Tabii bu gecekondular, inşa tekniklerinin hiçbir şekilde yardımcı olmadığı ortamlarda yapılmış yapılar. Bunların da ömürleri son derece kısa olduğu için bunlar da mutlaka yenilenecek. Demek ki biz, yeni nüfus ve tarımdan gelen nüfusla ikisini birleştirdiğimiz zaman, takriben 25 + 15 = 40 milyon kişiye önümüzdeki 30-40 senede konut inşa etmek zorunluluğunun yanı sıra 20 milyon gecekonduda yaşayan nüfusun da yaşama şartlarını iyileştirmek mecburiyetindeyiz. Onları sağlıklı mahallelere, sağlıklı konutlarda iskân etmek mecburiyetindeyiz. 60 milyon insana konut inşa etmek mecburiyetindeyiz. Öte yandan, şehir nüfusunun geri kalan 20 milyonun binaları da, doğrusu, olabilecek en kötü tekniklerle inşa edilmiş, vücuda getirilmiş bulunuyor. En yanlış malzeme ile ve en kötü tekniklerle... “

Bu gözlem ve tesbitlerden sonra ülkemizin yaşadığı yabancılaşmaya ilişkin şunları söylüyor Cansever: “Çocukluğumdan beri dinliyorum, modernleşiyoruz, modernleştik diye... 80 senedir. 86 yaşında olduğuma göre, 6 yaşımdan beri dinliyorum, modernleştik diye. Üniversiteye girdiğim zaman okulun kütüphanesinde konutla ilgili kitaplar var. 1910'lu yıllarda, Avrupa'da "Konutlarımızı nasıl inşa etmeliyiz?" sorusu gündeme gelmiş,konuşulmuş. Evvela daha gevşek bir ortamda, 1920'lerdeyse çok ciddi-bir şekilde ele alınmış. Doğrusu 1923-24'te Almanya'da meydana getirilmiş bir çalışma grubunda açıkça, "Gözümüzü açalım, bakalım! Türklerin yaptığı gibi yapalım." diye yazmışlar. Biz de yaptıklarımızı yok edip yanlış yapmak için yola çıkmışız. Almanlar, ‘Türklerin' derken, Osmanlı coğrafyasını veİstanbul'u kastediyorlar. Belki öbür tarafları pek o kadar iyi bilmiyorlar; amaİstanbul'u biliyorlar. Belki Balkan coğrafyasını biliyorlar, Balkan coğrafyasındaki Türk şehirlerini biliyorlar.

Bunun dışında, bizim tarihimizle benzer tarihe sahip Amerika'da, kendiliğinden, bizimkine benzer bir yaklaşım var. Yani bizim ecdadımız 10 asır evvel bu coğrafyaya -"nasıl gelmiş? Tamamen hareketli kültürün insanlarıolarak, gelmiş ve yerleşmişler. Hareketli bir kültürün insanları olarak, yani çadırları çok yüksek kaliteli ahşap parçalarıyla, yüksek kaliteli kumaştan oluşan, iki tane yüksek kaliteli malzemeyle barınakları olan insanlar, kendilerine ev yapmak söz konusu olduğu zaman incecik tahtaları birbirlerine birleştirerek Osmanlı ahşap-karkas, ahşap iskelet sistemi dediğimiz iskelet sistemini geliştirmişler. Tüm Osmanlı dünyası bu iskelet sistemiyle inşa edilmiş.”

Anlayanlar için, ehli için, ilgililer için rahmetli Cansever’in bu tesbit ve uyarılarıhayatî öneme sahip. Cansever’in “muhteşem şehir ve medeniyet mirası”nı nasıl katlettiğimiz, nasıl görmezden geldiğimiz, ve ona nasıl yabancılaştığımıza ilişkin şu tesbitiyle yazımızı bitirelim:

“Varlığın her an değişmesine ait büyük bilgiye, büyük hikmete sahip olan İslam toplumları, bu büyük hikmetin tam zıddına inanır oldular. Ve dinin temellerinin tersine inanır oldular ve helâk oldular. Biz de helâk olanlardan biriyiz. Hayır, helâk olmadık, diyen var mı? Bir zamanlar dünyayı avucunun içinde tutarken şimdi içerisine düştüğümüz durumu düşündüğünüzde tabii.”

Evet, her alanda, özellikle de şehir ve mimaride daha bir belirginleşen büyük bir helâk, yokoluş sürecini yaşıyoruz. Bu süreç bizi helâkten “nasıl kurtuluruz?”arayışına mı getirecek, yoksa helâkimizi mi hızlandıracak? Başka bir deyişle; Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’e kulak verildiği ve ikazları dikkate alındığıölçüde belki helâkimiz yavaşlayacak, belki de helâk süreci şehir ve mimaride bir varoluş sürecine dönüşebilecek.

Duamız, ümidimiz bu yönde ama duamızı ve ümidimizi besleyecek, gerçek kılacak şartlardan çok uzaktayız!

Allahşehirlerimizin encamını hayreyler inşallah!


20 Ağustos 2012 Pazartesi

“AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE” -III-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yeryüzünün imar ve inşası insanın temel mükellefiyetlerinden birisi… Bu imar ve inşa öncelikle tutarlı bir “dünya görüşü”ne sahip olmak ve bunun gerektirdiği idrakle gerçekleştirilebilecek bir mükellefiyettir. Yeryüzünün, özellikle de şehir ve mimarinin insanın dünya ve ötesi tahayyül, duygu, düşünce ve idrakine etki eden yönü düşünüldüğünde ‘dünyayı tezyin etme işi’nin insanınasıl bir sorumluluğa davet ettiği de anlaşılır.

İnsanın bu temel mükellefiyetini idrak eden ve bu idraki hayatına/eserlerine yansıtan muhakkik mimar Turgut Cansever’in dünya görüşü sahibi bir mimar bilinciyle “ahiret” ve “dünya”nın birbiriyle olan kopmaz ilişkisini temellendiren konferansına bu yazımızda da devam ediyoruz.

Ülkemiz şehircilikte oldukça kritik ve riskli bir dönemi yaşıyor. TOKİ vasıtasıyla birinci ‘büyük şehir inşası’nın geri dönülmez ve onarılmaz bir katliama dönüştürüldüğü ortada. TOKİ’nin inşa ettiği “her şey”bu katliamı bir müze şeklinde sergiliyor. TOKİ her şehirde, her ilçede hatta beldede inşa ettiği binalarla adeta “şehir katliamı müzesi” oluşturmuşdurumda.

İkinci “büyük şehir inşası” için önümüzde, bu günlerde önemli bir fırsat ve imkân doğmuş durumda. Ancak, tahminimiz ve endişemiz; - bugüne kadar yapılanları bundan sonra yapılacakların göstergesi kabul edeceksek-, bu fırsat ve imkânın da aynı “marifetli eller” (!)vasıtasıyla harcanacağı, heba edileceği yönündedir.

İki büyük dalga halinde yakalanan “şehir ıslah ve inşası”nda tarih, kültür ve medeniyet birikimimize ihanet edercesine büyük fırsatları kaçırdık, kaçırıyoruz.

Bu kesin hükmümüzü verirken birincisinde maalesef yanılmadık.İkincisinde inşallah yanılırız. Ancak bizi yani şehir ve medeniyet derdi olanları yanıltacak henüz bir iz, bir emare göremedik.

Hükümetin kentsel dönüşüm operasyonlarına hazırlandığıbu günlerde, ortaya çıkacak dönüşüm haritasının karakterini kestirmek, yapılacakları tahmin etmek çok zor değil. İlgililer, telaffuzu bile zor, büyük meblağlara mal olacak bu “kentsel dönüşüm operasyonu”na başlamadan önce rahmetli Cansever’in uyarılarına bir kez olsun kulak vermek gibi bir ahlâki sorumluluk gösterebilirler mi?

Zannetmiyoruz. Ama biz gene de sadece idrak edilmesi, yapılması gerekeni işaret etmeye devam edelim.

Rahmetli Turgut Cansever, 2006 yılında verdiği “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli konferansında bir gözlemini şöyle anlatıyor: “Bundan gene 40 sene kadar evvel, bir Alman hoca, sosyal siyaset hocasıolan Prof. Gerard Kessler sık sık İstanbul'da konut meselesi hakkında konferanslar yeriyor. Haftada üç yerdekonuşuyor, karşısında kaç kişi olursa olsun, sizin gibi 30-40 kişi olursa ne âlâ, 5 kişi de olsa, masayavurarak, bağırarak şöyle diyordu:''Bu; insanlar kendilerine sabahlara kadar çalışıp çoluk çocuğunu barındıracak küçük bir kulübe yaparken bunların meselelerine bigâne olan, Taksim'de meydana mermer döşeyen devleti, bu devlet adamlarını, hepsini vatan ihanetiyle itham ediyorum. Bu memlekete ihanetle itham ediyorum." Ve devam ediyordu: "Almanya'da, savaşta bir şehir, işte diyelim ki 500 uçak tarafından bütün gece bombalandıktan sonra, ertesi sabah iki saat içinde kaç tane sağlam ev var, kaç evin pencereleri ne kadar tahrip olmuş, hepsinin istatistikleri hazır oluyordu. Bugün İstanbul'da kaç ev var, bilinmiyor. Bu, evlerini bu şartlar altında yapan ve sonra polisle çarpışan ailelerin hepsine madalya vermek lazım. Onlara yardım etmeyen devleti, devletin müritlerini, millet düşmanı ilan etmek lazım. Eğer bunlara yardım etmez, onlarla beraber onların sağlıklı yaşama şartlarını teşhis etmezsek bu memleket 40 sene sonra akıl almaz bir bedel ödeyecektir."

Ontolojik derinlikten yola çıkan Cansever, kaskatı şehir gerçeğine/pratiğine vurgu yaparak devam ediyor:

“Evet, ödemeye başladık. Bu şartlar içerisinde yetişen genç çocuklar, toplumun en korkunç meselelerini karşımıza çıkartıyorlar. Ama bugüne kadarki bir şey değil. Şimdi bugün topu topu 20 milyon insan gecekondularda yaşıyor. Tabii bu gecekondular, inşa tekniklerinin hiçbir şekilde yardımcı olmadığı ortamlarda yapılmış yapılar. Bunların da ömürleri son derece kısa olduğu için bunlar da mutlaka yenilenecek. Demek ki biz, yeni nüfus ve tarımdan gelen nüfusla ikisini birleştirdiğimiz zaman, takriben 25 + 15 = 40 milyon kişiye önümüzdeki 30-40 senede konut inşa etmek zorunluluğunun yanı sıra 20 milyon gecekonduda yaşayan nüfusun da yaşama şartlarını iyileştirmek mecburiyetindeyiz. Onları sağlıklı mahallelere, sağlıklı konutlarda iskân etmek mecburiyetindeyiz. 60 milyon insana konut inşa etmek mecburiyetindeyiz. Öte yandan, şehir nüfusunun geri kalan 20 milyonun binaları da, doğrusu, olabilecek en kötü tekniklerle inşa edilmiş, vücuda getirilmiş bulunuyor. En yanlış malzeme ile ve en kötü tekniklerle... “

Bu gözlem ve tesbitlerden sonra ülkemizin yaşadığı yabancılaşmaya ilişkin şunları söylüyor Cansever: “Çocukluğumdan beri dinliyorum, modernleşiyoruz, modernleştik diye... 80 senedir. 86 yaşında olduğuma göre, 6 yaşımdan beri dinliyorum, modernleştik diye. Üniversiteye girdiğim zaman okulun kütüphanesinde konutla ilgili kitaplar var. 1910'lu yıllarda, Avrupa'da "Konutlarımızı nasıl inşa etmeliyiz?" sorusu gündeme gelmiş,konuşulmuş. Evvela daha gevşek bir ortamda, 1920'lerdeyse çok ciddi-bir şekilde ele alınmış. Doğrusu 1923-24'te Almanya'da meydana getirilmiş bir çalışma grubunda açıkça, "Gözümüzü açalım, bakalım! Türklerin yaptığı gibi yapalım." diye yazmışlar. Biz de yaptıklarımızı yok edip yanlış yapmak için yola çıkmışız. Almanlar, ‘Türklerin' derken, Osmanlı coğrafyasını veİstanbul'u kastediyorlar. Belki öbür tarafları pek o kadar iyi bilmiyorlar; amaİstanbul'u biliyorlar. Belki Balkan coğrafyasını biliyorlar, Balkan coğrafyasındaki Türk şehirlerini biliyorlar.

Bunun dışında, bizim tarihimizle benzer tarihe sahip Amerika'da, kendiliğinden, bizimkine benzer bir yaklaşım var. Yani bizim ecdadımız 10 asır evvel bu coğrafyaya -"nasıl gelmiş? Tamamen hareketli kültürün insanlarıolarak, gelmiş ve yerleşmişler. Hareketli bir kültürün insanları olarak, yani çadırları çok yüksek kaliteli ahşap parçalarıyla, yüksek kaliteli kumaştan oluşan, iki tane yüksek kaliteli malzemeyle barınakları olan insanlar, kendilerine ev yapmak söz konusu olduğu zaman incecik tahtaları birbirlerine birleştirerek Osmanlı ahşap-karkas, ahşap iskelet sistemi dediğimiz iskelet sistemini geliştirmişler. Tüm Osmanlı dünyası bu iskelet sistemiyle inşa edilmiş.”

Anlayanlar için, ehli için, ilgililer için rahmetli Cansever’in bu tesbit ve uyarılarıhayatî öneme sahip. Cansever’in “muhteşem şehir ve medeniyet mirası”nı nasıl katlettiğimiz, nasıl görmezden geldiğimiz, ve ona nasıl yabancılaştığımıza ilişkin şu tesbitiyle yazımızı bitirelim:

“Varlığın her an değişmesine ait büyük bilgiye, büyük hikmete sahip olan İslam toplumları, bu büyük hikmetin tam zıddına inanır oldular. Ve dinin temellerinin tersine inanır oldular ve helâk oldular. Biz de helâk olanlardan biriyiz. Hayır, helâk olmadık, diyen var mı? Bir zamanlar dünyayı avucunun içinde tutarken şimdi içerisine düştüğümüz durumu düşündüğünüzde tabii.”

Evet, her alanda, özellikle de şehir ve mimaride daha bir belirginleşen büyük bir helâk, yokoluş sürecini yaşıyoruz. Bu süreç bizi helâkten “nasıl kurtuluruz?”arayışına mı getirecek, yoksa helâkimizi mi hızlandıracak? Başka bir deyişle; Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’e kulak verildiği ve ikazları dikkate alındığıölçüde belki helâkimiz yavaşlayacak, belki de helâk süreci şehir ve mimaride bir varoluş sürecine dönüşebilecek.

Duamız, ümidimiz bu yönde ama duamızı ve ümidimizi besleyecek, gerçek kılacak şartlardan çok uzaktayız!

Allahşehirlerimizin encamını hayreyler inşallah!


14 Ağustos 2012 Salı

"AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE"-II-

 
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in hayatı ve eserlerinin/külliyatının özeti mahiyetinde olan ”Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” konulu konferansı, yaptıklarının farkında, hayatının “niçin”inin bilincinde bir sanatkârın/insanın bu dünya ve ötesine dair sorumluluklarını kemaliyle idrak etmiş olmasının tatminini taşıyor…

Yaşadığı sürece insanın dünyadaki mükellefiyetleri devam ediyor. Ancak, Üstad Necip Fazıl’ın söylediği gibi; “Kalmadı bu dünyada benim işim ve kavgam; Eserimi verdimse, artık ölsem de ne gam!” Cansever de bu mısraların muhatabı bir mimardır.

Cansever’in, hayatını eserine vakfetmiş bir mimar sorumluluğuyla söyledikleri, yaptıkları, şehir ve mimari davası-derdi olanlara vazgeçilmez bir kılavuz metin niteliğinde… Cansever bütün eserlerinde olduğu gibi sözkonusu konferansında da şehir ve mimarîyi öyle bir ontolojik derinlikte ele alıyor ki, insanın varoluş gayesiyle bütünleştirerek idraklere sunuyor.

Dinlemeye/okumaya devam ediyoruz:

“Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, mesela karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale ediyor. Dolayısıyla bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor. İnsanın müdahalesi büyük bir müdahale olduğu için, dünyayı değiştirebilir bir müdahale olduğu için, insan neredeyse Allah'ın yarattığı dünyayı tadil eden varlık haline geliyor, onu güzel bir şekilde muhafaza ettiği ve güzelleştirdiği zaman, Allah'ın dünyada halifesi oluyor. İnsan bir taraftan son derece yüce bir varlıkken; geleceği, ahiri hesaba katmadığında, bugün yaptığı gibi -varlık sürekli bir değişme içerisinde olduğuna göre- yarın için geçersiz hale geleceği için, dünyayı çirkinleştiren bir varlık haline dönüşüyor. Velhasıl, geleceğin ne olacağı meselesi, insanın asli sorusu oluyor. Ahireti çok uzakta, öldükten sonra gelecek, karşı karşıya kalacağımız bir dönemin adı diye tarif ederek değil; yaşadığımız andan itibaren yaşanacak ve tabii o dinî tanımlamanın en yaygın olan anlaşılma şekli-bize sorumluluk yükleyen bir kavram olarak anlayıp algılamalıyız diye düşünüyorum.”

Müthiş! Öyle ki sadece “cins kafa”lara mahsus bir idrakle “Ben kimim? Neye memurum? Neye mecburum? ” sorularına cevabını hayatı ve eseriyle hazırlamış bir kavrayış…

Üstad Necip Fazıl’ın şiirleştirdiği bir hikmette, bir büyük Velî’ye sorulan soruya  Velî’nin verdiği cevap, Cansever’in şehir ve mimarîde yaptıklarını hatırlatıyor. Velî’ye soruyorlar: “ - İnsan nasıl olmalı?” Cevap veriyor: “-Son anda nasıl olacaksa hep öyle!”

Bu idraktir ki dünya ve ahiretin sorumluluğunu insana ihtar ediyor.

Hayatının her karesinde “ahiretin sorumluluğu”nu hissetmek, bu şuuru kaybetmemek… İşte bu kavrayıştır ki dünyanın hakkını kemaliyle verme yâni, insan olarak sorumluluklarının idrakinde ve bunları yerine getirme çabasına uhrevî bir zevk, heyecan katar. Rahmetli Cansever’in şehir ve mimari idraki de bu muhtevada ontolojik bir derinliğe sahip.

Sanatkârlar içinde “insan ve varlık idraki”nin şuurunda olması gerekenler belki de en başta mimarlar olmalı. Çünkü sürekli “eser” üzerinde işliyorlar, derinleşiyorlar… İslâmi ontoloji’de varlığı kavramanın “eserden müessire” ve “müessirden esere” olarak iki yönü olduğunu bilenler, Cansever’in söylediklerini ve eserlerini anlamanın cümle kapısına yanaşabilirler… Gerisi ancak sürüngenlere mahsus bir anlayış olabilir…

Şehir ve Mimarî’de Osmanlı döneminin Mimar Sinan’ı ne ise  Cumhuriyet döneminin mimarı Turgut Cansever de odur ! Bu noktada rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz: Sinan anlaşılabilirse Cansever anlaşılabilir; Cansever anlaşılabilirse Sinan da anlaşılabilir!

Peki, böyle olmasına rağmen Cansever niçin okunmaz, okunsa da anlaşılmaz? Temel soru bu.

Cansever “bunun üzerinde neden duruyorum?” diye soruyor ve ahiret bilincinin aynı zamanda bir ahlâki sorumluluk bilincinin temelini teşkil ettiğini vurgulayarak devam ediyor: “Ahiretin, aslında insanlarda bir sorumluluk duygusu, bir düşünce, bir idrak oluşturduğunu bilmemiz gerekiyor.  1950'lerde, "İstanbul nüfusunun; ülke nüfusunun artışı şöyle olacak, onun için şu gibi tedbirler alalım, almamız lazım."dediğimizde karşılık olarak,"Boş ver onları, bugün biz rahat yaşayalım, gerisi ne olursa olsun." deniyor; doğrusu insanlığa karşı kendini sorumlu hissedeceği yerde, o günü rahatça geçirmek isteyen, o günü yalnız kendi için düşünen, istismarcı, gayri ahlaki bir tavır ortaya çıkıyor. Ahiret bilinci, bu nedenle, bir ahlaki sorumluluk bilincinin, idrakinin temelini teşkil ediyor.”

 “Ahiret bilinci”nin sadece bugünümüzü ve bugünkü nesilleri değil, geleceğe ve torunlarımıza dair sorumluluklarımızı da ihtar ettiğine dair de şu vurguları yapıyor Cansever:  “İslamiyet'in, diğer semavi dinlerin de, cennet - cehennem tasavvurları da kaçınılmaz bir şekilde gelecekte yapılan iyi işlerin değerlendirilmesi, kötülüklerin cezalandırılması gerçekte hayatta oluşacak bir gerçeğin, son derece doğru sembollerle anlatımı oluyor Bu ahiret, eğer önemli bir mesele ise; misal "Bu akşam çocuklara, eve ekmek, peynir ne götüreceğim?" sorusu, nasıl içinde yaşadığımız an için bir mükellefiyet ise; ahret çok uzun bir vadeye uzandığına göre, en yakın günden başlayıp en uzağa kadar, insanlara, çocuklarımıza torunlarımıza, onların torunlarına neler yapmamız, nasıl bir gelecek hazırlamamız lazım geldiğini düşünme mükellefiyetini bize yüklüyor.”

Bakın şehrinize! Bu idrake sahip şehir yöneticisi, şehir plancısı ve mimar görebiliyor musunuz?

Öncelikle devletin “şehir ve konut aygıtı TOKİ”nin görmesi gerekiyor/du. Ancak “insanlara mahsus” konut üretmek yerine “propaganda aygıtı”na dönüşen TOKİ’nin böyle bir derdi, idraki yok. İnsanları “tabutluklar”a mahkûm eden, tarihî şehir ve mimarî mirasından bîhaber veya bu mirastan nasipsiz TOKİ anlayışının bir de öğünerek “şu kadar şehir kurduk, bu kadar konut yaptık” diyerek böbürlenmesi karşısında insan ne yapacağını şaşırıyor. Tarihî köklerinden nasıl beslenmesi gerektiğine, günümüzün şehir ve mimarî tasarımının nasıl olması gerektiğine, bütün bunları niçin “yapmak zorunda olduğuna dair” feryâd eden, yaşarken de öldükten sonra da (kıymetini bilmesi gerekenlerin) karşımızda bir transatlantik gibi duran fakat görülmeyen/hissedilmeyen Cansever’i anlayacak idrake ulaşana kadar şehirlerimize veda edeceğiz, paydos diyeceğiz.  

İdrak isteyen seviye ve muhtevayı idrak nasipsizliğiyle göremeyen, anlayamayan zihne karşı nasıl tahammül edeceğiz? Tahammülü de aşmış bir azap içinde kıvranacak mıyız?

Cansever’in konferansından aktarmalar yapmaya devam edeceğiz.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

"AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE" -I-

Yahya Düzenli

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in vefatından üç yıl önce verdiği ve bugüne kadar yayınlanmamış bir konferansı vefatından sonra broşür halinde basıldı. Sadece ismi bile mimarlarımıza, şehir plancılarımıza, şehir yöneticilerimize çok şeyler anlatacak nitelikte… Şehir, insan ve mimariyle doğrudan veya dolaylı, ilgili herkese sorumluluklarını ihtar edecek şekilde müthiş bir konu ve başlık: Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine”. Konferans klasik bir metin niteliğinde…

Söz konusu konferans, insanın, varlığın, dünya ve ahiretin ontolojik anlamını derinliklerden çekerek karşımıza getiren bir sadelikte, orijinallikte. Konferansın yayınlanmış metninden yapacağımız iktibaslar, şehir yöneticilerinin, mimarların, özellikle de şehirle ilgili karar verici olanların nasıl bir vebal ve sorumluluk altında olduklarına işaret ediyor.  Tabii “ahiret sorumluluğu taşıma”yı sadece bilgi düzeyinde zihnî bir olgu kabul etmeyenler için…

Bu klasik metin niteliğindeki konferans, bugünlerde tüm ülkede “kentsel dönüşüm” denilen netameli operasyonu başlatacak olanlara belki bir şeyler söyler, diye düşünüyorum. Onlara  söylemese de konuya duyarlı olanlar için çok şeyler ifade edeceğini zannediyorum.

Bütün insanlığın “dünya” adı verilen geçici mekân ve zaman diliminde yaptıklarının “ahiret sorumluluğu” ile ilgili olduğuna dair Cansever’in tespit ve uyarıları, şehir ve mimarlıkta bugüne kadar üzerinde hiç durulmamış nitelikte.

Bu “klasik metin”den kesitler seçerek Cansever’i dinliyoruz: Önemi neredeyse toplumda kaybolmuş bir kelimeden hareket ederek bir şeyler söylemek istiyorum."Ahiret" kelimesi, beni çocukluğumdan beri çevremde öldükten sonra gidilecek yer ile orada karşılaşılacak meselelerle ilgili, cennete yahut cehenneme gitmek gibi, cezalandırmak yahut mükâfatlandırmak gibi bağlamlarda konuşulurdu. Yani bu dünyayla alakası olmayan bir olaylar alanına aitmiş gibi. Bana öyle geliyor ki ahiretin yaygın bir şekilde uzak gelecek ile ilgili olarak tanımlanması, toplumumuzun ciddi bir şekilde sorunları çözememe, anlamama ve önemseyememe gibi bir eksikliğinin sebebi olmuştur.

Cansever, söz konusu konferansta, ahiret sorumluluğunun kâmil anlamda nasıl bir dünya tasarımı gerektirdiğine dair olarak da çarpıcı tespitlerde bulunuyor:

“Aslında "ahiret", "ahir" kelimesi, içinde bulunduğumuz andan hemen sonrası demek. Ben mimarım. Mimariyi yapmak, Türkiye'deki şartlarda çok zor; çünkü şehirler, mimariyi yapmaya imkân vermeyecek tarzda gayet düzensiz bir şekilde oluşuyor. Bu şehirlerin düzenli yahut güzel gelişmesi nasıl sağlanır? Bu soru, benim bundan 30-40 sene evvel meselem haline geldi ve şehir planlamasıyla meşgul olmaya başladım. Planlama; bugün, yarın için ne yapılması lazım geldiğine dair bir tasavvur geliştirme çabası... Tabii toplumumuzda ne zaman şehrin geleceğinden bahsetsem; herkes bana, ‘Sen onu bırak, bugünü söyle.’ diyordu. Hâlbuki bu toplum, hep gelecek için, ahiret için yetiştirilmiş bir toplum... Bütün dindarlar, ahiret korkusu ile yetiştirilmişler; ama onların korktuğu ahiret, yani sonrası çok uzakta. O, çok uzakta olduğu için korkusu da az oluyor. Ama kelimenin kendisi, hemen yaşadığımızdan sonraki demek. Doğrusu, ahir kelimesini doğru şekilde anladığımız zaman dünyaya bakış tarzımızın değişeceğini sanıyorum. Ahiret korkusu dediği zaman dinimiz, bize, "Onunla yüklü olunuz!" diyor. Bu korku, aynı zamanda geleceğe karşı bir sorumluluk bilincinin de temelini teşkil ediyor.”
Bir mimarın mimarisini temellendirmede nasıl bir ontolojik sorumluluk taşıdığına cumhuriyet döneminde “ilk örnek” olan Cansever’i okumaya devam ediyoruz:

“Ahiret eğer korku verici bir şeyse; beraberinde korkuyu aşacak, korkuya sebep olacak gelişmeyi, olumsuz gelişmeyi düzeltecek bir iradeyi, bir bilinci de gerekli kılıyor. Bu da insanı, ahiret bilinciyle beraber geleceğin sorumlusu olan varlık haline dönüştürüyor. İnsanı dünyayı güzelleştirmekle mükellef, yükümlü varlık haline dönüştürüyor. Ahiret kelimesinin anlamının kaybedilmiş olması, toplumumuzda hakikaten toplumla bütünleşmiş bir gelecek çabasının; planlama, şehir, yani binaların inşası ile ilgili meseleleri arka plana, gündemin dışına iten, daha ziyade güncel olan içerisinde yaşamaya kapıları açan bir tavrı hâkim kılıyor. Bu tabii ki, çok korkunç bir şey...”

Cansever adeta başka bir galaksiden sesleniyor gibi. Çünkü her alanda olduğu gibi mimari köklerini de tarihîliğinden, geleneğinden koparmış bir toplumun mimarlarına, şehir yöneticilerine, siyasîlerine bu satırlar “anlamadıkları bir dil” olarak görünecektir.

Şehir ve Mimariye ilişkin “Dil ve Dünya Görüşü”nün nasıl bir tarihsel temele istinad etmesi, oturması  gerektiğine vurgu yapan Cansever’e kulak vermemek, gerçekte bu sesi algılayacak idrake sahip olmamak demektir. Nitekim de öyle olmuştur ve oluyor.

Dünya tasarımının bir muhakkik mimarın diliyle nasıl bir “idrak” istediği anlaşılmadıkça, şehirlerimiz “yaşanamaz” olma niteliğini sürdürecektir. Çünkü insanın yaşamalar dünyasına ilişkin eylemlerini belirleyen “ahiret sorumluluğu”dur. Ahirete inanıp da böyle bir sorumluğun gereğini yerine getirmemek “din ayrı dünya ayrı” saçmalığına inanmadığı halde bu saçmalığı hayatında yaşatmaktan başka ne olabilir ki!

“Dinin dünya tasarımı”nda şehir ve mimarinin ‘olması gereken yeri’ni hakkiyle işaret eden Cansever’i kim okur, kim anlar?.. Dilini unutmuş, dünya görüşünü oluşturmamış, tarih ve gelenek diye bir kaygısı kalmamış bir toplumda Cansever’in açtığı “idrak kanalı” fark edilebilir mi?

Tarih ve zamanın toplumların önüne çıkardığı imkan ve fırsatları heba etmenin, tarihe, varlığa, idrake karşı işlenmiş bir cinayet olduğunu anlayabilenler, Cansever’in yukarıdaki cümleleri üzerinde düşünmelidir.

Özellikle ve öncelikle de ülkemizin ve şehirlerimizin kaderini büyük ölçüde belirleyen/belirleyecek olan siyasîlerin ve “Şehircilik Bakanlığı”nın bugüne kadar görmediği, kulak vermediği, anlamadığı Cansever acaba bir şeyler söyleyebilir mi?

Bu müthiş hissizlik ve idraksizlik arsasında Cansever’in bina inşa etmesi mümkün görünmüyor… Belki zihin ıslahından sonra böyle bir inşaya yol açılabilir… Kim bilir…

Bu hayatî metni okumaya devam edeceğiz…

(NOT: Cansever, söz konusu konferansı 29.4.2006 tarihinde İlmi Etüdler Derneği’nde vermiştir.)