24 Şubat 2014 Pazartesi

YOK SAYILAN BİR ŞEHİR TARİHİ KAYNAĞI: TRABZON ŞER’İYYE SİCİLLERİ…

Yahya Düzenli

Şehir tarihçileri, bir şehrin tarihini kadîm zamanlara ne kadar uzatırlarsa o şehrin tarihselliğine, önemine vurgu yaptıklarını zannederler. Bir anlamda doğrudur. Ancak, şehir tarihleri yazılırken, bir yandan bulanık-belirsiz bir zaman koridorunda tarih oluşturmak için zorlamaya varan çabalar gösterilirken, öte yandan yakın tarihin yanıbaşımızda bulunan kaynakları ise nedense görmezden gelinir.

Kendi şehirlerimiz için yok sayılan bu kaynakların en önemlilerinden birisi Osmanlı dönemi Şer’iyye Sicilleridir. 

Tarihsel gerçeklik de gösteriyor ki; Trabzon, son derece zengin olan yazılı tarih ve kültürüne rağmen, bu birikimini bugüne taşıyamayan şehirlerimizden birisidir. Hamasetin, bir o kadar da asabiyetin kuşattığı şehir bu tarihî birikiminin farkında değil. Farkında olsa bile öneminin idrakinde değil.

Bu müthiş tarihî müktesebat, ne Üniversiteyi, ne Valiliği, ne Belediyeyi, ne yayınevlerini, ne bilim-sanat adamlarını, ne sivil toplum kuruluşlarını, hele de siyasilerini asla ilgilendirmiyor.

İnsanların kalp atışlarının bile futbola endekslendiği, enerjisinin stadium’da harcandığı şehir, kendisine şahsiyet ve kimlik kazandıran tarihsel birikimini yok sayıyor. Adeta ‘nevzuhur (yeni ortaya çıkan) bir şehir gibi..

Bırakın antik geçmişindeki yazılı kayıtları, Osmanlılarca fethedilişinden bu yana geçen 553 senelik zaman diliminde yazılan eserler, tutulan defterler, kayıtlar vs. bile hiçbir şehre nasip olmayacak bir zenginliğe sahiptir. Osmanlı’nın “hazine-i evrak” dediği, yâni altın gibi kıymete sahip “belge arşivi” bugün âdeta lüzumsuz kâğıtlardan ibaret bir çöplük mesabesinde. Daha da önemlisi 1846’da ‘Hazîne-i Evrâk Nezâreti” ismiyle bir bakanlık kurulmuş ve işin ehli ilim adamlarına emanet edilmiş iken bugün arşivlerimizin çürümüş, tozlu raflarında bulunan bu tarihî birikim hâlâ “kapağı açılmamış bir hazine”… Fakat, hazinenin hazine olduğunu bilen yok! Öyle ya Ümmî Sinan’ın söylediği gibi“sarraf gerek cevhere, nâdan bilesi değil!”

Trabzon’la ilgili  başta Osmanlı dönemine ait 15. yüzyıldan başlamak üzere tutulan Tahrir Defterleri, Ahkâm defterleri, Cizye Defterleri ve Şer’iyye Sicilleri bugüne kadar gün ışığına çıkarılamamış, Tahrir defterleri üzerinde yapılan iki çalışma ve şer’iyye sicilleri üzerinde yapılan bir çalışma hariç, arşivlerimizde (daha doğrusu rutubetli mahzenlerde) çürümeye terkedilmiştir.

Batılı bilim-sanat-kültür adamlarının, çok değil yüz sene önceye ait herhangi bir belge ve bilgiye bile olağanüstü değer verip korumaya aldığını, tahrip olmasın diye yanına kimseyi yanaştırmadığını düşünüp, bir de bizim arşivlerimizde bulunan “evrak hazinemiz”in nasıl heba ve talan edildiğini hatırlayınca kahroluyoruz!

Yazımızın muhtevasının sınırlı olmasına binaen sadece şehrimizle ilgili Şer’iyye Sicillerine değinip, niçin bu ‘bâkir hazine’nin gün ışığına çıkarılmadığına sadece vurgu yapmak istiyorum.

Şer’iyye Sicilleri, Osmanlı döneminin sosyo-ekonomik, kültürel ve diğer alanlarına ait ayrıntılı, ilginç, ibretli, hikmetli belgeleri ihtiva eder. Siciller, bir şehrin sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel, iktisadi ve mimarî unsurları yanında; dil, çevre, eğitim, sağlık vs. yönlerden tarihinin okunacağı en ayrıntılı kaynaklardandır.  

Bu tarihî hazineye rağmen Trabzon Şer’iyye Sicilleri ile ilgili ilmî çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bu alanda bazı kısmî çalışmalar yanında yapılan en kapsamlı çalışma, tarihçi Turan Açık’ın 2012 yılında bitirdiği “Gelenek ve Modernlik arasında bir Osmanlı şehri: 17. Yüzyılın ilk yarısında Trabzon’da Siyaset” isimli doktora tezidir.

Trabzon Şer’iyye sicilleri üzerinde yoğun çalışma yapan Yrd. Doç. Dr. Turan Açık kardeşimden rica ettiğim sicillerle ilgili kısa bilgiyi, belki ilgililerin dikkatini çeker diye buraya alıyorum:

“Trabzon’a ait fetihten yaklaşık 90 yıl sonra tutulmaya başlanan ilk sicil 1555 yılına aittir. Prof. Ahmet Akgündüz’ün hazırladığı Şer’iyye Sicilleri Toplu Kataloğu’nda Trabzon’a ait 296 sicil (defter) bulunmaktadır. Hicri 963 ile 966 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden ilk sicilin numarası 1815’tir. Bundan sonra kronolojik boşluklar ihtiva etse de Trabzon Şer’iyye Sicilleri imparatorluğun yıkılışına kadar düzenli bir şekilde tutulmuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Hicrî 1226-1229 tarihleri arasını kapsayan son sicil ise 2111 numaralıdır.

Trabzon’a ait bu sicillerin orijinalleri Ankara’daki Milli Kütüphane’de iken 2006 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne taşınmıştır. Burada Trabzon’a ait 309 adet Şer’iyye Sicili olduğu görülmektedir. Osmanlı Arşivinde bulunan bu orijinal defterlerin yanında sicillerin birer nüshaları, mikrofilm halinde İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi’nde, fotokopi halinde Trabzon İl Halk Kütüphanesi’nde ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü’nde bulunmaktadır.”

Böylesine bir şehir tarihi hazinesi önümüzde dururken, bu hazineyi görememek, yok saymak gafletin de ötesinde şehre yapılan bir ihanettir.

Şer’iyye sicilleri şehrin ait olduğu dünya görüşü ve medeniyetin birinci elden yazılı kaynağıdır. Osmanlı’nın hakimiyet coğrafyasındaki bütün şehirlerini kuşatan ve kılcal damarlarına kadar en ayrıntılı olayları ihtiva eden Şer’iyye sicillerinin gün ışığına çıkarılması, tarihin mitlerden-magazinden arındırılası anlamına gelecektir.

Trabzon Şer’iyye Sicilleri için öncelikle yapılması gereken şey; bu sicillerin tarih, yer, zaman ve konu olarak genel bir dökümünün yapılması, sonra da bu sicillerin transkript ve sadeleştirme ile bugünkü ve yarınki nesillere sunulmasıdır.

Anlaşılan o ki;

Üniversitenin böyle bir derdi yok.
Valilik ve Belediye’nin de böyle bir görevi (!) yok.
Kapital sahipleri için rantı yok.
Siyasîler için ise oy getirisi yok.

Öyleyse bu iş (Heath Lowry örneğinde olduğu gibi) meraklı-duyarlı bir yabancı bilim adamına veya belgeleri tahrifte-saptırmada usta bir yerli veya yabancı oryantaliste düşüyor.

Trabzon’a bu yakışmıyor!

Sayfaların bugüne taşıdığı Trabzon’u sayfalardan gün ışığına çıkarmak gerekiyor.
  

17 Şubat 2014 Pazartesi

KAYBETTİK! İDRAKİ, ŞEHRİ VE DÜNYAYI!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bütün büyük mimarlar gibi rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de hayatı boyunca ‘hayat ve eser’ endişesi taşımış bir fikir adamı olarak, inşa edeceği eserin/yapının bağlı olduğu dünya görüşü ve ait olduğu medeniyet ikliminden beslenen, mekânıyla birlikte ‘her daim yaşayan’ bir ruhu olması gerektiğine dikkat çeker. 

Eseri meydana getiren iklim yeryüzünden çekilse de o mekân gene kendisini inşa eden ‘zamanın ruhu’na davet eder muhataplarını. İşte eser, şehir ve mekân yılların eskitmesine rağmen böylesine bir ruh ve koku taşır. Daha doğrusu taşıması gerekir. Zamana karşı uzun süre direnen, ayakta kalabilen eserlerin son kalıntılarına bile böylesine bir ruh sinmiştir. Bu ruh, onu inşa eden idrakin onu biçimler âlemine sunmasındaki esrar ve ustalığın tezahürüdür.

Bu anlamda, Cansever, kendisiyle yapılan bir röportajda, kendisine sorulan “evrensel bir ortak güzellik sevgisinden bahsedilebilir mi? Yoksa farklı medeniyetlerin, farklı insan topluluklarının kendine has farklılaşmış güzellik ve estetik anlayışlarından mı söz etmek lazım?” sorusuna “dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru”muzdan kaynaklanan tarihî şehir mimarimizin, özellikle de Osmanlı uygulamasının nasıl bir tutarlılık ve evrensel kuşatıcılık ifade ettiğine dair açıklamalar yaptıktan sonra şu önemli tespitte bulunur:   

“İslam bütün insanlığı davet ediyor, değil mi? O, bütün insanlık için sunuyor güzellik ideolojisini. Doğrusu bütün insanlığa hitap etmeyen bir çözümleme, şüphesiz ki eksiktir. Dolayısıyla bugün, insanlığın hangi noktalarda yanıldığını anlamaya çalışmak da önemli. Şahsen kendi alanımda –sanat alanında– Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin, nerede, hangi yanılgılar neticesinde bugün insanlığın yaşadığı birçok ıstıraba sebep teşkil ettiğini fark etmeye çalıştım ve elimden geldiğince ifade ettim. Bu kritik ve yanlışları tespit aşamasının hayli önemli olduğu kanısını taşıyorum…“

Cansever oldukça ‘yüksek irtifa’dan gördüğü ‘insanlığın büyük yanılgısı’nı, kendi dünya görüşünün tezatsız örgüsü içinde çözüme kavuşturur ve kendi alanı olan “şehir ve mimari”ye odaklayarak ‘bize mahsus’ olanı göstermeye çalışır. Ancak, bizim gibi, üzerinden çekilip alınan bir yorgan gibi veya bünyemizden koparılan bir organ misali “neyin kaybedildiği”nin farkında olmayanların “neyin aranması gerektiği”nin idrakine de sahip olamayacakları bir gerçek.

Bizim dünyamızdan uçup gitmiş, iklimimizden kaçmış, şehirlerimizi terk etmiş bu idrakin nasıl geri geleceğine dair hiçbir arayış, ihtiyaç, endişe mevcut değil.

Cansever, bu noktada Le Courbusier’i konu edinerek, hangi “şehir ruhu”nu kaybettiğimizi başka iklimlerin ‘gözcüsü’nü örnek vererek anlatıyor:

“1919’da, 20 yaşında bir Fransız genç, İstanbul’da altı ayını geçiriyor. Beyoğlu’nda oturuyor, tarihî yarımadayı geziyor. Oradan ayrılırken bindiği vapurda defterine şunları not ediyor: “Dünyanın eşsiz güzellikteki bu latif, yumuşak yüksekliklerle, yumuşak alçaklıkların birbirini takip ettiği, bu müstesna güzellikteki topografya üzerine Türkler, bunların yüksek noktalarına yerleştirdikleri abidelerle, muhteşem camilerle, Allah’ın yarattığı tabiata müthiş güzellikler ilave ederek, onu erişilmez bir güzellikler dünyasına kalbetmişler” diyor. Ondan sonra vapur biraz ilerliyor. Tahmin ediyorum ki, Ahırkapı açıklarında, Ayasofya ile Sultanahmet’i görüyor. “Az meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor” diyor.

Cansever devam ediyor:

“..Bunu söyleyen kişi, modern mimarlığın kurucusu Le Corbusier. Seyahatinin son noktası İstanbul. Geçerken Balkanlardaki Türk şehirlerini görüyor. Oralarda herhangi bir eve bakıldığı zaman; bahçe evin altına devam eder ve onun üzerindeki kat da yaşama alanıdır. En üst kat, yatak odalarının bulunduğu yerdir ve bunların hepsi, kendi iç cennetlerini barındırır. Ev böylece, aslında direkler tarafından taşınan, altı boş olan bir yapıdır. Le Corbusier İstanbul seyahatinden sonra 1925’teki modern mimarlar kongresinde, “evler toprağa oturmamalıdır, topraktan yükseltilmiş olmalıdır, kolonlarla taşınmalıdır” diye bir öneri getiriyor. O kongrede bütün bunlar kabul ediliyor. Şimdi bütün dünyada, kolonlar üzerine inşa edilen binanın Le Corbusier’in icadı olduğu sanılıyor. Halbuki o fikirlerin kaynağı Osmanlı Türk eviydi. Zamanında Napolyon Bonapart Paris’i yeniden kurarken, önce yuvarlak meydanlar çiziyor. Onları birleştiren geniş bulvarlar ekliyor ve iki tarafına da altı katlı apartmanlar yerleştiriyor. Kendisi topçu subayı olduğu için stratejisi şöyle: Yuvarlak meydanlara top bataryalarını yerleştiriyor, muhtemel bir halk ayaklanması durumunda toplar halkın üzerine ateşlendikleri zaman ayaklananların kaçacakları yer yok. İşte bu Paris’i, kendisine aydın diyen Türk budalaları şehir zannediyor. Bir zaman sonra insanlar en yakınlarındaki hazineleri görmeyip, başka yerlerdeki şeyleri görmeye çalışır hale gelmişler. Tabi aptallık, insanın burnunun ucundan ötesini görmemesi demektir, değil mi? Yani o da insanlıkta en yaygın olan hastalıktır ve bulaşıcıdır. “

Böylesine bir şehir idraki ve medeniyet tasavvuru bugünün şehir yöneticilerinde var mı? Her şeyden önce onları “nasbeden” siyasî iradede var mı? Siyasî iradenin, şehir plancılarının, mimarların, müteahhitlerin, yerel yöneticilerin şehir deyince; “emlâk değeri yüksek rant alanı, rezidans, AVM, plaza, göğü delen tabutluklar”dan ibaret olduğunda hemfikir olmadığını kim söyleyebilir? Yüzyılımızda “bize mahsus” bir tanımı yapmak gerekirse, bu ‘orijinal’ tanım yeterlidir. 

Bir de Cansever ve Le Corbusier’in endişelerini düşünün… Kim düşünecek? Üstad’ın “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı” idrakinde olanlar düşünecek! Yâni şimdi mevcut olmayanlar!

İdrak böylesine terketti bu ülkeyi!

Yapılar toplumları dönüştürüyor, düzenliyor, yeni biçimlere sokuyor,  yeni hayatlar çiziyor. Bu gayr-i insanî yeni hayatları bize ‘yaşanmaya değer’ sunanlar, şehir terminatörleri değil de nedir?

Başlığımızı tekrar edelim: Kaybettik! İdraki, şehri ve dünyayı!,  






10 Şubat 2014 Pazartesi

FUTBOL VE ŞEHİR: RUH ENFEKSİYONU

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl’ın “Ahşap Konak” isimli tiyatro eserinde geçen bir diyalog, insanımıza ve şehirlerimize musallat modern zaman hastalıklarından “futbol”un nasıl bir enfeksiyona sebep olduğuna dair önemli bir diyalogdur.

Üstad’ın eserinden okuyoruz:

“TEKİN: (Recai’ye) Ben de sual bekliyorum!
RECAİ: Sana sual tümen tümen… On binlerce insan kellesinin patates yığınları gibi üst üste ve raf raf yığıldığı, şu stadyum denilen meydanda, bunca alâkayı çekici sebep nedir?
TEKİN: Spor heyecanı…
RECAİ: Bu işin fikriyatı iki kelimelik mi?
TEKİN: Daha ne olsun?
RECAİ: Arkasına ağ taktıkları bir tahta çerçeveden meşin topun geçirilip geçirilemeyeceği, değer mi bu kıyamete?
TEKİN: Beş yaşındaki çocuktan, zat-ı âlileri müstesna, yetmişlik ihtiyara kadar, herkes benimsemiş bu değeri…
RECAİ: Hayal bu ya… Bir fikirci çıksa da bütün insanlığın ruh musibetine devâ olacak bildiriyi stadyumda okumaya kalkışsa, kaç kişi onu dinlemeye gider?
TEKİN: İki kişi efendim: Siz ve (Gösterir) Yüksel!”
 
Bu diyaloğu hatırlamamızın sebebine gelelim.

Geçtiğimiz günlerde şehrimiz Trabzon’da bir rivayete göre 50 bin, diğer bir rivayete göre de 70 bin kişi, başta kulüp yöneticileri olmak üzere, “şampiyonluk Trabzonspor’a verilmediği için” kol kola, omuz omuza, adeta şehirlerini savunmak gayesiyle düşmanın üzerine giden, ölüme meydan okuyan kahramanlar(!) gibi yürüdü.

2010-2011 sezonundaki hakları iade edilmediği için ayağa kalkan, her türlü mücadeleyi veren, hatta işi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar götürmeye hazırlanan Trabzonspor yönetimi, şehrin kalabalığını arkasına katarak Türkiye Futbol Federasyonu Bölge Müdürlüğü’ne kadar yürüyüp federasyonun kapısına Bordo Mavi kaşkol bağlamışlar ve bir açıklama yapmışlar. Çok şükür ki 70 bin kişinin duyarlılığı (!) sayesinde olay çıkmamış, kalabalık dağılmış.

Şehrin kimyasını bozan futbol ve benzeri enfeksiyonlara zaman zaman değiniyor; şehrin enerjisini nasıl boşa harcadığına, sinir sistemini nasıl tahrip ettiğine ve giderek bu halin feci bir ‘bünye felci’ne dönüştüğüne işaret ediyoruz.

Futbolun sadece futbol olmadığı, büyük bir tüketim ve rant endüstrisine dönüştüğü, 18-19. yüzyılın sömürgeci kölelik sistemi yerine ‘gönüllü, ücretli ve özenilir kölelik sistemi’ haline geldiği vakıası ile karşı karşıyayız. Ülkemizin son yıllarda gündemini işgal eden “şike” olaylarından da bunu görebiliyoruz.

Bu bağlamda UEFA Başkanı Platini’nin “L’equipe” gazetesine yaptığı açıklama bu endüstrinin boyutlarını ve trajedisini özetlemeye yeter. “Futbolda 50 yıl geriye gidildi” diyerek şöyle devam ediyor Platini: "Bugün futbolcular bazen bir kulübe bile ait olamıyorlar. Yatırım şirketlerinin, hatta spekülatörlerin malı oluyorlar. Bugün futbolcu transferlerde sadece araç olarak görülüyor. Çünkü bir sürü komisyon dönüyor. Özetle, futbolcu bir ürün haline geldi."
Platini’nin “50 yıl geriye gidildi” diyerek atıf yaptığı ünlü Fransız futbolcusu (Raymond Kopa) 1950’lerde şöyle söylüyordu: “Futbolcular köledir. Profesyonel futbolcu, görüşüne bile başvurulmadan alınıp satılan tek insandır.”

Bunları, bizzat futbolun “imparatorları” söylüyor, biz söylemiyoruz. 

Batı’da futbolun tartışıldığı bir dönemde şöyle bir tanımlama daha yapılmıştı: “Futbol, 22 oyuncunun 90 dakika boyunca bir topun peşinde koştuğu, sonunda Almanya'nın kazandığı bir oyundur."

Öyle bir endüstri ki, hiçbir değer, ölçü, mekân, yer tanımıyor. Önüne kattığı her şeyi dağıtıyor, yıkıyor, yok ediyor…

Bu endüstri ne yazık ki en çok da tarihî medeniyet şehirlerinde yuvalanıyor.   

Trabzon gibi, enerjisini her an yeniden üretebilecek insan potansiyeline sahip şehirleri de adeta hedef alırcasına, bir bakterinin vücutta karargâh kurması gibi oraya yerleşiyor. Zamanı gelip, şehrin bünyesi zayıf düşünce harekete geçiyor ve bütün bir şehir enfekte oluyor, bu enfeksiyonun tesiri altında konuşuyor, onunla ilgili yorumlar yapıyor, onun adına kavga ediyor, onunla “şahsiyet” buluyor…

Ne yazık ki, kabına sığmayan bir enerji ancak stadyuma sığdırılabiliyor, futbola sığınabiliyor, stadyumda hayat bulabiliyor. 

Şehir ahalisi, binyıllara uzanan kadîm bir tarih ve ‘yaşanmaya değer bir hayat’a sahne olan medeniyetinden kopup uzaklaşınca bu tür enfeksiyonlara yakalanıyor ve çırpınmaları hayat dinamizmi olarak görülüyor. Hastalanmış bir bünyenin çırpınış ve haykırışları gibi…

Biz, 50 bin ya da 70 binlerin “nasıl yürüdükleri”nİ değil “niçin yürüdükleri”ni düşündüğümüzde bu endişeye kapılıyoruz. Şehrin dokusu yok edilirken, kentsel dönüşüm adına şehir tahrip edilirken, tarihÎ miras ve topoğrafya imha edilirken, beton ormanları göğü delerken… hülasa şehri ilgilendiren birçok hususta böylesine toplu tepki verilmezken, futbol endüstrisinin şaibeli bir döneminden ötürü sadece “kupa bizim hakkımız” sloganına bu derece aşırı kilitlenmek kadîm bir şehrin insanına yakışıyor mu, siz karar verin.

Bu olay karşısındaki hayretimi ifade ettiğim bir dost sohbetinde hemşehrimiz Türk Tarih Kurumu eski başkanı Prof. Ali Birinci “yürümeye alışmışken inşallah doğru şeyler için de yürür hemşehrilerimiz” dedi.

Biz, hiç ihtimal vermiyoruz ama futbol için yürümeye alışanların stadyumdan başka bir istikamete yürüyeceklerini ne yazık ki düşünemiyoruz.

Bir not daha ekleyelim: Bir şehrin bütün enerjisini ısrarla stadyuma yönlendirenleri tebrik (!) etmek gerekiyor. Hele de Trabzon insanı gibi heyecanı yüksek bir potansiyeli stadyuma hapsedebildikleri için tebrik üstüne tebrik etmeli… Hayatını psikanalize adamış bilim adamlarının yüzyıllar boyunca yapamadıklarını başardıkları için!

Üstad, 50 yıl önce yazdığı Ahşap Konak’ta Bir fikirci çıksa da bütün insanlığın ruh musibetine devâ olacak bildiriyi stadyumda okumaya kalkışsa, kaç kişi onu dinlemeye gider?” diyordu. Bugün ise TV ekranlarından gazete sayfalarına kadar her bir yanda “futbol filozofları”nın boy gösterdiğini gördükçe , ‘insanlığın ruh musibetini artırıcı’ futbolun yüzyılımızın “epistemoloji ve ontoloji”si haline geldiğini de anlarız. 

Kimine göre şehrin ihyası, bizim için ise şehrin imhası haline gelen futbol, çekim merkezi olmaktan çıkarılıp layık olduğu yere indirgenmedikçe enfeksiyon yayılmaya devam edecek gibi görünüyor.

Futbolun enfekte edici gücü ve futbol endüstrisinin enfeksiyona dönüşmesi işte böyle bir haldir.

3 Şubat 2014 Pazartesi

ŞEHİRDE GURBET VE GURÛB VAKTİ…

 Yahya Düzenli

Modern zamanların ifsad edici etkisi o dereceye ulaştı ki, insanoğlu artık neyin ifsat neyin ihya olduğuna dair ölçüyü bile kaybetti. Muhakkiklerin diliyle söylersek; “varlık iddiası”nda iken yok olduğunun farkında değil.

Bu cümlelerimizi şehre dair söyleyeceklerimize bağlayalım…

İnsan,  yaşadığı şehrin kadîm geçmişini hatırlatan objeleri bırakınız okumayı, her gün önünden geçerken onlara bakma melekesini bile yitirmiş durumda. “Bakmaya cesaret edememe” gibi hüzün ve elem dolu derin bir hassasiyet değildir bu. Sadece ‘kalbi olanlara’ ve bakmayı bilenlere mahsus bu hal/görme tavrı, ne yazık ki artık kaybettiğimiz, belki bir daha kavuşamayacağımız şekilde insanoğlunu ve şehirlerimizi terk etti.

Büyük ârif İsmail Hakkı Bursevî der ki: “İnsan, hareketten önce varlıkla ilgili gurbet ile garipti. Asli vatandan nice merhaleler ve menziller uzak düşmüştü. Bu gurbet makbul değildir”  

Bu büyük sözün tam zıddına tekabül eden bir gurbet halini yaşıyoruz şehirde. İçinde yaşarken de, ondan uzak düşünce de asla varlığını hissetmediğimiz şehre dair bir gurbet halidir bu. Şuurunda olunmayan, şuura dökülmemiş bir gurbet hali…

Gurbet’in “ayrı ve uzak olma, yabancı yerde olma” manasını ‘gün batımı’ anlamına gelen gurûb’la birlikte düşündüğümüzde, bu iki kelimenin bizi nasıl bir hüzün ve eleme sevk ettiğini/sevk etmesi gerektiğini anlayabiliyor muyuz?

Hayır! Niçin? Çünkü insan mihverinden/ekseninden koptu. Boşlukta sallanan, ‘nereye ait olduğu’ meçhul bir meta gibi nesneleşti sanki. Ne gurbetin ne de sılanın farkında! 

Sadece yaşadığımız modern zamanların yabancılaştırıcı, çürütücü ve yıkıcı etkisi değil, tüm zamanlar boyunca insanoğlu böylesine bir masivâî tesir altında yaşadı, yaşıyor.

Gurbet, gurûb, sıla…. demişken bu yazımızı İmam Yafiî’nin kaleminden dökülen “Cüneyd-i Bağdadî’yi Hayran Bırakan Ev” başlığıyla “insan ve şehir”e dair bir güzel menkıbe ile tamamlayalım. Hemen belirtelim ki, bu menkıbe, insan ve şehir idraki iptal olanların anlayacağı türden değil…

Cüneyd-i Bağdadî anlatıyor:

“Bir yolculuğum sırasında Kûfe’ye uğradım. Şehirdeyken ileri gelenlerinden birinin sarayını gördüm. Evi göz kamaştırıcıydı. Kapısında hizmetkârlar dizilmişti. Bir ara sarayın penceresinde biri çıkıp şöyle söylemeye başladı:

‘Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez.
Bir şey yapmaz zaman senin sakinlerine, içindekilere
Sen tüm misafirler için ne güzel bir evsin
Misafiri mekân muhtaç ettiği zaman.”

Epey bir müddet sonra oraya tekrar uğradım. Bu kez o sarayı daha farklı buldum. Kapıları yerlere düşmüş, içeride artık kimse kalmamıştı. O muhteşem sarayın yerinde artık bir harâbe vardı. Gördüklerimi şu şiir çok iyi anlatmaktadır:

“O evin güzellikleri gitti, bu keder ve hüzün ortaya çıktı.
Çünkü zaman hiçbir mekânı sağlam bırakmaz.
O güzel evin sevimliliği bu yalnızlık, yabanilik haline döndü.
Saadeti de gam ve kedere dönüştü.”

Evin kapısını çaldım. İçeriden zayıf ve ince bir ses:

-Buyurun! dedi.

Ben;
-Bu mekânın eski güzelliğine ne oldu? Nerede bu sarayın nur saçan önceki hali, nerede onun içerisinde gezenler. Hani gelip giden ziyaretçiler? diye sordum.

O ses ağlayarak;
-Efendim! Onlar burada emanetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri tükenip, bu dünyadan ahirete göçtüler. Dünya hâli böyledir. Ona gelen bir gün gider. Bu dünya kendisine iyilik edenlere karşılığında hep böyle kötülük eder, dedi.

Ben;
-Daha önce buraya uğradığımda bu evin penceresinde biri; “Ey ev! Sana hüzün, gam ve keder girmez” diye nameler okuyordu. Ona şimdi ne oldu? diye sorduğumda, sesin sahibi ağlayarak;

-O şiiri okuyan bendim. Bu sarayın sakinlerinden benden başka kimse kalmadı! Âh! Dünyaya aldananlara yazık! dedi.

Bunun üzerine;
-Bu virane yerde nasıl kalıyorsun, kalbin nasıl rahat ediyor? diye sordum.
-Burası sevdiklerimin evi değil midir? Bu mekân onların hatırasıdır dedikten sonra, şöyle bir şiir okudu:

“Dediler bana kalmaya devam eder misin, onların mekânlarında,
Zira senin gibi birinin tükenmez tahammülü,
Dedim ki, cevabın, kalbin sabrı bitmiştir yoktur tahammülü,
Ruhum çıkacak sanki ama büyüktür kalbimdeki yerleri,
Hatta boş kalsa bile kavuşma nimetinden onların mekânı
Yine de nasıl terk ederim ben bu viraneyi?”

Bu şiiri de dinledikten sonra oradan ayrıldım. Hâlâ o evde oturanın beyitleri beni çok etkiledi. Sevgisini samimi bir dille anlatması, virane olmasına rağmen sevdiklerinden kalan bir harabeliğe bile bağlılıkta gösterdiği sadakat çok hoşuma gitmişti.”

Cüneyd-i Bağdadî’nin anlattığı bu olay, bizde “şerefül mekân bil mekin” yâni, “mekânın şerefi o mekânda oturanlarla kayıtlıdır” ya da “bir şehri aziz kılan o şehrin sakinleridir”  şeklinde ifadesini bulur. 

Mekân ve zamanla kuşatılmış insanın ve şehrin bu fânilik içindeki gurbeti idrak yakıcı bir haldir… Tabii Cüneyd-i Bağdadî  gibi bir büyüğün nazarında insan ve mekânın manâsı bu…

İnsana, şehre, zamana ve mekâna bakışımızın nasıl bulanıklaşıp gittiğini görebiliyor muyuz? Mekân ve zamanın elinde ne hale geldiğimizi, zaman ve mekânın elimizde ne hale geldiğini anlayabiliyor muyuz?