26 Mart 2013 Salı

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İ HATIRLAMAK ve ŞAHSİYETİYLE YÜZLEŞMEK…- Şehadetinin 90. yılında Trabzon ve TBMM hâlâ suskun...-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Büyük mezarlar büyük mesajlar taşırlar. 90 yıl önce Trabzon’un Boztepe’sinde hazırlanan mezar da içinde yatan şehid Ali Şükrü Bey’in “büyük mesaj”ını esrarlı bir şekilde muhafaza ediyor.

Bu mesaj, 27 Mart 1923 tarihini taşıyor.

Bu tarih, yakın siyasî tarihimiz için önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü siyasî tarihimizin en meş’um, en büyük cinayetlerinden birisi bu tarihte işlenmişti, işlettirilmişti.

Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in katledilişinden, daha doğrusu şehadetinden bahsediyoruz. Şehid edilişinin 90. yılında, temsil ettiği Trabzon onu unutmuş, mensubu bulunduğu TBMM de onu bugüne kadar görmezden gelmiştir. Hatta kendisi gibi milletvekili olan en yakın arkadaşları Mehmed Akif ve Hasan Basri Çantay bile vahşice katledilişi karşısında ancak suskunluğa bürünebilmişlerdir.  

Doğduğu ve temsil ettiği şehrin (Trabzon) ismiyle bütünleşmesi gereken Ali Şükrü Bey, maalesef bugün, şehrinin hatırlamadığı bir “azîm şahsiyet” olarak tarihin sayfalarında yaşıyor. O, şehrini üzerinde taşımasına rağmen, ne yazık ki şehri onu taşıyamadı, taşıyamıyor.

Çok kısa süren son Osmanlı Mebusanı’na Trabzon Milletvekili olarak katılan Ali Şükrü Bey, bu meclisin feshedilip kapatılmasına şiddetle karşı çıkar. Yaptığı konuşmada “Burada tek şahıs kalmayıncaya kadar ölmeyi göze almalıyız. Bir tek arkadaşımızı fedâ edemeyiz” der. Bazı milletvekillerinin “İngiliz donanması karşımızda duruyor”, “Memleket alt üst olur” şeklindeki itirazlarına karşı meclis kürsüsünden haykırır: “Korkuyordunuz da buraya niye geldiniz?”

Hayatını “inandığı” davaya “adamış”, bedelini de “şehadet”le ödemiş olan Ali Şükrü Bey, bu meclisin feshedilmesi üzerine 1. TBMM’ye Trabzon Milletvekili olarak katılmıştır.

Deniz kurmay yüzbaşısı iken askerlikten ayrılan Ali Şükrü Bey, donanma cemiyetinin kurucuları arasında yer almış ve bu cemiyetin ikinci başkanı olarak Donanmanın güçlenmesinde ve Çanakkale deniz zaferinde önemli pay sahibidir.  Daha sonra kurduğu matbaa ve yayınevi ile kültürümüze önemli eserler kazandırmış; Donanma mecmuası, İdman mecmuası, Gündoğuşu mecmualarını çıkarmış, matbaa kurup “Tan” Gazetesini yayınlamış ve başyazarlığını yapmıştır.

Ali Şükrü Bey, I. TBMM’de Mustafa Kemal’in başını çektiği “Birinci Grup”a karşı sert çıkışlarıyla tarihe geçen ve içlerinde Burdur Mv. Mehmed Akif, Erzurum Mv. Hüseyin Avni Bey, Mersin Mv. Selahattin Bey ve Lazistan Mv. Ziya Hurşit’in de bulunduğu “İkinci Grup” muhalefetinin de liderlerindendi. Özellikle Lozan’daki tavizler, Musul, Adalar ve Halifeliğin kaldırılması konusunda Mustafa Kemal ve Halk Fırkasına şiddetli muhalefetini sürdürmüştür.

Meclisteki Lozan müzakereleri sırasında birçok kez söz alan Ali Şükrü Bey’in basiret ve ferasetine dair “Musul” ve “Adalar”la ilgili konuşmalarından şu birkaç paragraf çok manidardır: “Musul’u bir sene sonraya bırakmak, bir Mısır yapmak demektir. Binaenaleyh gaip etmek demektir. Bu da bir Girit gibi gidecektir. Binaenaleyh Musul’u bırakmak caiz değildir.”

Adalar için uzun izahlarda bulunduktan sonra da “Efendiler, o adalar ki bizim bahçe duvarlarımız, harimimiz duvarlarıdır ve o adalar elimizde bulunmadıkça Anadolu’nun selameti hiçbir vakit müemmen (emin) değildir… Efendiler, bu adalar Yunanlıların elinde bulundukça Anadolu’yu bahren müdafaa ve muhafaza edemezsiniz.” demiştir.

Mecliste Hilafetin kaldırılmasına yönelik gizli müzakereler sırasında da teklif sahiplerinin her birinin konuşmasının arkasından söz alan Ali Şükrü Bey bu teklife şiddetle karşı çıkar. 

Mahir İz hatıralarında bu müzakereleri şöyle anlatıyor:

“Hilâfetin lağvı lüzûmuna dâir olan teklifin müzâkeresine gizli celsede başlanmıştı. Çok hararetli müzakereler oldu, gece yarısına kadar devam etti. Teklif eden tarafın sözcüsü Bahriye Vekili İstiklâl Mahkemesi Reisi İhsan Bey’di. Buna muhalif olan karşı tarafın da kendiliğinden meydana çıkan sözcüsü Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey’di. Muhâlifler, söz sıraları gelince kürsüye çıkıp fikirlerini söylediler, mes’elenin müdafaasını yaptılar. Ancak Ali Şükrü Bey kürsüye belki on beş kere çıktı.

Artık vakit çok geç olmuş, herkes de yorulmuştu. Fakat Ali Şükrü Bey ayakta hatibi dinliyordu. O sırada yine kürsüye yaklaşarak konuşan hatibe cevap vermek üzere söz istedi ve kürsüye yaklaşmaya başladı. O anda, Mersin meb’usu Selâhaddin Bey’in her zaman oturduğu kürsüye yakın ilk sırada ortada Rauf Bey oturuyordu. Önüne doğru gelen Ali Şükrü Bey’i belinden tutarak: “Şükrü! Yeter, yeter! Şükrü, artık söz alma!” deyince, Ali Şükrü Bey birdenbire Rauf Bey’e dönerek: “Rauf! Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” dedi ve kürsüye çıktı…”

Mahir İz devam ediyor: “Ali Şükrü Bey’in iddiası şuydu. Bütün dünyadaki İslâm âlemi tekmîl rûhuyla, vicdâniyle Makam-ı Hilâfet’e bağlıydı. Bu kuvveti ihmal etmek adeta bir hiyanet-i vataniye idi. Hâfi celsede Ali Şükrü Bey’in Rauf Bey’e dönerek: “Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” demesi, bu büyük kuvvetin alemşumûl tesirine inandığı içindi. İngilizlerin yıpratmak istedikleri bu kuvvet idi. Bu parçalanınca, kavmiyet üzerine kurulan milliyet mefhumu, dinleri müşterek milletler üzerinde yavaş yavaş tesirini gösterecek ve istenen parçalanma hâsıl olacaktı.”

Ali Şükrü Bey’in trajik akıbetine dair Mahir İz’in TBMM Zabıt Müdürü Zeki Bey’e söylediği şu söz her şeyi ifade ediyor:

“O sırada ben, zabıt müdîri Zeki Bey’e: “Ali Şükrü Bey bu gece idâm fetvâsını eliyle imzâ etti” dedim. Nitekim o sözüm de çıktı.”

TBMM’deki gergin oturumlardaki tartışmalarla ilgili Ali Fuat Cebesoy da hatıralarında şunları anlatıyor:

“Gazi Paşa konuşurken, Meclis’e sinirli bir hava hâkimdi. Mustafa Kemal Paşa kürsüyü terk etmiyor, sualleri cevaplandırıyordu. Mebuslardan bir kısmı bulundukları yerlerden ayağa kalkıyor ve konuşuyorlardı. Bir kısmı da kürsünün etrafında gelmişler, Gazi'ye cevap yetiştiriyorlar, sualler soruyorlar, tenkitler yapıyorlardı. Bunlar arasında Ali Şükrü Bey de vardı. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra Ali Şükrü Bey'in:

"Ben de söyleyeceğim" demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla:

"Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardîde ediyorsunuz." demiş ve elleri cebinde olduğu halde asabi bir halde kürsüden inmiş ve "Memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?" diye bağırarak Ali Şükrü Bey'in üzerinde yürümüştü. Bu sırada Birinci ve İkinci Grup azalarından bazıları Meclis salonunun ortasında birbirlerine bağırmakta olan mebusların etrafını almışlardı. Gürültüler, şiddetli ve asabi hareketler oluyordu. Ali Şükrü Bey, "Kimseyi ithama hakkınız yoktur" diye bağırıyor, Sivas Mebusu Hakkı Hami Bey, "Meclis’te emniyet yok mudur?" feryadını basıyordu.

"Meclis her vakit emniyetini muhafaza eder, şimdi de vardır. Susunuz, herkes yerine otursun" ihtarıyla müdahalede bulundum. Ali Şükrü Bey'in sesi yükseliyordu:

"Emniyet-i şahsiye mefkut [yok] mudur?"

….

Belirttiğimiz üzere Ali Şükrü Bey’in Meclis’teki “muhalif duruşu”nda iki önemli konu Lozan ve Hilafet idi.  İlginçtir ki, 1923 yılının Şubat ve Mart aylarında TBMM’de başta Ali Şükrü Bey olmak üzere İkinci Gruba mensup milletvekillerinin dahil olduğu oldukça sert ve gerilimli müzakere ve tartışmalar yaşanır. Ali Şükrü Bey 5 Mart’ta (şehadetinden 22 gün önce) TBMM’de yaptığı bir konuşmada; “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diyerek Lozan’ın ruhunu ortaya koymuştu. Üç hafta sonra Ali Şükrü Bey birdenbire ortadan kaybolur. Sürekli aranmasına rağmen bulunamayan Ali Şükrü Bey, tafsilatı bilinen bir cinayetle Giresun’lu Topal Osman tarafından boğdurularak şehid edilir.

Kendisinden hiçbir haber alınamaması üzerine Meclis’in 2. Grup milletvekillerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, TBMM’de oldukça sert, heyecanlı, muhtevalı bir konuşma yapar ve “Bir meb'usun ağzı, kalemi, o milletin namusudur! Bu namusa tecavüz eden eller kırılsın!  (Kırılsın sesleri,  kahrolsun sesleri). Bu, milletin ismetidir; bir katre kan değildir. Tecavüz arkadaşımıza değil, bir milletin namusunadır. Böyle namussuzlar yaşayamaz! (Kahrolsun sesleri). Efendiler, Ali Şükrü Bey iki gündür kayıpr. Efendiler, memleketin sahibi, azametli bir tarih sahibi, namusuna hâkim bir milletin mebusu kayboluyor; hükümet bulmuyor! İki gündür kayıptır! Bulamıyor efendiler! Allahtan çok isterim ki, memleketin elîm zamanlarında bu, adi bir netice olarak zuhur etsin, evet adîyyen zuhur etsin. Efendiler, ya siyasî ise?” der.

Daha sonra yapılan aramalar sonucu Ali Şükrü Bey’in cesedi Çankaya sırtlarında toprağa gömülmüş olarak bulunur.

Dr. Rıza Nur, cesedin bulunuşunu “Hayat ve Hatıratım”da şöyle anlatır:

“Şimdi iş tamam olmak için Ali Şükrü'nün cenazesini arıyorlar ve bu taharriyatı [aramayı] Çankaya'da yapıyorlar. Bir faal jandarma zabiti, bir müfreze jandarma ile dolaşıyor. En sıcak mevsimdi. Zabit bakmış Çankaya'da bir sürülmüş tarlanın bir yerinde birçok sinek yığılmış bir yere konuyor, uçuşuyormuş. Dikkatini celbetmiş, oraya gitmiş, eline bir parmak dokunmuş. Epeyce açmış bir insan ayağı. Bütün açmışlar Ali Şükrü!.. Demek acele ile çukuru derin kazamamışlar ve vücudu derince itmiş, amma bir ayağı adeta dışarda kalırcasına sadece dört beş parmak kadar toprak ile örtülmüş imiş.”

Bu trajik olayın büyümesi, şüphelerin Mustafa Kemal üzerinde yoğunlaşması ve yankıları üzerine kurulan komisyon Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürüldüğünü tespit eder ve Muhafız alayı Topal Osman’ı adamlarıyla birlikte yaralı olarak ele geçirir. Yolda can veren Topal Osman’ın başsız cesedi daha sonra mezarından çıkarılarak ayağından darağacına asılır.

Trabzon’da yayınlanan İstikbal Gazetesi, 11 Nisan 1933 tarihli nüshasının manşetinde Ali Şükrü Bey’in cenazesi için şu başlığı atmıştı: “Dün Trabzon büyük evlâdı fikir ve cihad kurbanı Şehid Ali Şükrü’nün mübarek nâşını tarihinin görmediği fevkalâde bir ihtişamla hürmetkâr omuzları üstünde medfun-u mübareğine tevdi etti.”

1990’lı yıllara kadar Boztepe’deki kabri mezbelelik haline getirilen ve unutturulan Ali Şükrü Bey, 90 yıl önce “tarihin görmediği fevkalâde bir ihtişamla” defnedilmesine rağmen kabri, bugün taşıdığı manâdan habersizliğin verdiği gafletle hâlâ ıssız…

Ali Şükrü Bey’in yakın akrabası Hasan Fehmi Atabay, Tarihçi Kadir Mısıroğlu’nun 1976 yılında kendisiyle yaptığı bir söyleşide cenaze ile ilgili şunları söylüyor:  “Trabzon daha öyle bir kalabalık görmemiştir. Erzurum’dan Samsun’a kadar muazzam bir kitle Trabzon’a gelmişti. Şehir istiab etmiyordu. Belediye Meclisi Boztepe’ye Ali Şükrü Tepesi adını verdi. Şimdi unutuldu bunlar …”

Tarihin benzerine çok az şahit olduğu bu korkunç cinayetin sır perdesi, azmettirici ve planlayıcıların kimliğinden dolayı kaldırılmamıştır.

Ali Şükrü Bey cinayeti üzeri küllerle örtülü bir kor olarak -resmi olarak- hâlâ esrarını koruyor!

Aslında cinayetin “niçin”i ve “nasıl”ı üzerinde yazılan yazılar, yayınlanan kitaplar olayı “müphem” ve “meçhul”lükten çıkarmış durumda. Ancak, olayın resmî ellerle de ortaya çıkarılmasına dair bugüne kadar herhangi bir teşebbüs maalesef yok. Ali Şükrü Bey Cinayeti ile ilgili 1992 yılında bir milletvekili’nin (Hasan Mezarcı) “meclis araştırma önergesi” vermesinin ardından kendisine nelerin reva görüldüğünü biliyoruz. Önerge veren milletvekili gerekçelerini açıklarken; “Ali Şükrü Bey’in 2. Grup diye anılan meclis çoğunluğuna mensup muhalif grup milletvekillerinin sözcüsü olduğu ve Lozan tartışmaları sürerken öldürüldüğü”nü söylüyor ve “Yüzbaşı Dreyfüs olayına göre, her bakımdan çok daha ağır ve vahim olan Yüzbaşı ve Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey cinayeti ile ilgili iddia, bilgi ve belgelerin kamuoyumuzca bilinen kısmı dahi devleti zan ve şaibe altında bulunduracak mahiyettedir. 70 yıl sonra hala bugün, devleti zan ve şaibe altında bulundurmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu menfur cinayetle ilgili bilgi ve belgelerin hala sansürlü veya yasaklı olması ise anlaşılır bir durum değildir” diyordu.

Bugün, konjonktür gereği bizzat Başbakan tarafından “Dersim olayları” trajik bir biçimde ortaya konulur, “Devletin Dersim’le yüzleşmesi” söz konusu olur ve Dersim’le ilgili resmî devlet belgeleri de açıklanırken, Ali Şükrü Bey cinayeti karşısında niçin böyle bir “yüzleşme” gündeme gelmez?

Bugüne kadar hiçbir Trabzon milletvekili ne yazık ki bu konuda tek bir kelam sarf etmemiş, hiçbir girişimde bulunmamıştır. Tarihin karanlık sayfalarındaki olaylar, cinayetler, tertipler ortaya çıkmaya ve aydınlanmaya başlamışken, Ali Şükrü Bey Cinayeti’nin bütün ayrıntılarıyla ortaya konulacağı bir araştırma önergesini vermeye iktidar partisine mensup bir Trabzon Milletvekili cesaret edebilir mi acaba!

Veya, şehid edildiği gün (27 Mart) acaba bir milletvekili TBMM’de söz alıp Ali Şükrü Bey’den bahsedebilecek midir?

Hiç zannetmiyorum.

Öncelikle bu vebal “kurşundan bir yük” gibi Trabzon Milletvekillerinin üzerindedir.

***

Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur, Ali Şükrü Bey’in şahsiyetiyle ilgili şunları söylüyor: “Ali Şükrü orta boylu, güzel yüzlü, miyop olup gözlüklü, namuslu bir adam. Hayatı muntazam. Vaktinde yatıyor, vaktinde uyanıyor. Asla rakı içmiyor, rakının şiddetle aleyhinde. Hatta sigara ve kahve de içmiyor.  Bahriye zâbiti imiş ve İngiltere’de de bulunmuş; fakat pek fazla bir taassub halinde dindarlığı var. Çok da asabi bir adam…”

Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey iddia, feraset, cür’et ve cesaret sahibi büyük bir mücadele adamı, davasına adanmış bir şahsiyet olarak bugün Boztepe’de bulunan kabrinden şehrine mahzun bir şekilde bakıyor.

Mahzun çünkü,

·         Katledilişinin 90. yılında Trabzon hâlâ onun “niçin” şehid edildiğinin farkında değil!
·         O’nun uğruna hayatını verdiği davasından haberi yok.
·         Üzerinde taşıdığı ‘büyük şehid’inin varlık ve anlamı ona bir şey hatırlatmıyor!
·         Futbol takımı yenilince kimyası bozulan şehir, bu “büyük şehid”ine karşı maalesef ilgisiz…
·         Genleriyle oynanan şehir, üzerinde taşıdığı ‘değer’lerin ağırlığını hissedemiyor.

39 yaşında enerji dolu, genç bir milletvekili olarak siyasî komplo sonucu cinayete kurban giden Ali Şükrü Bey’in adını anmak, onunla ilgili programlar düzenlemek, yayınlar yapmak bugün bile hâlâ risk taşıyor. Riskin de ötesinde şahsiyeti “korku” ve “endişe”leri beraberinde getiriyor.

Bu korkusuz Adamı “öldürten”ler adına örülen korku duvarı, hem memleketi Trabzon’da hem de TBMM’de halen aşılmaz bir set olarak duruyor. TBMM tutanaklarında adı “Trabzon mebusu şehid-i mağfur Ali Şükrü” olarak geçmesine rağmen, şehadeti ve “niçin şehid edildiği”ne dair üzerinde dolaşan müthiş sükût bulutu hâlâ dağılmış değil.

Trabzon “bir zamanlar” böylesine muhalif, “duruş sahibi” büyük şahsiyetlere de sahipti. Bugün ise Trabzon’u Meclis’te temsil eden milletvekilleri belki de Ali Şükrü Bey’in isminden bile habersizdirler.

Bazı mezarların “büyük davası” vardır. Ali Şükrü Bey’in mezarı da bu büyük davanın manasıyla yüklüdür. Bunu anlamak, o mezarın “neye delâlet ettiği”ni anlamaktır.

Trabzon ise, Ali Şükrü Bey’in şehadetinin 90. yılında ondan habersizliğin verdiği meş’um neşe ile “Trabzonspor’un hali ne olacak?” derdinde.

Trabzon; birçok gereksiz etkinliklerle, ‘dostlar alışverişte görsün’ türünden toplantılarla gününü gün ede dursun, aşağılık kompleksi kokan “olimpiyat şehri”, “futbol şehri”, “marka şehir” komedileriyle varoluş gösterileri yapadursun, BOZTEPE’DEKİ BÜYÜK KABİR’İ TANIYAMADIĞI, ANLAYAMADIĞI ve ONA SAHİP ÇIKAMADIĞI sürece sadece “bakterilere mahsus” hayatını devam ettirecektir.

Yakın arkadaşı Mehmed Akif’in şu sözü Ali Şükrü Bey’in şahsiyetini özetliyor: “Bir tane namuslu adam kaldı; Ali Şükrü!”

Üstad Necip Fazıl’ın 10 Kasım 1950 tarihli “Büyük Doğu”daki Ali Şükrü Bey’le ilgili yazısının bugünün ve geleceğin basiret sahiplerine seslenen bir paragrafıyla bitirelim:

“Allah’ın lütuflarına müstağrak şehit ruhları, sizden sizi, sizden kendi kendinizi, öz tarihinizi ve hakikati tanımanızı istiyor!!! Dünyanın en kalpazan ve sahtekâr mâna tuzaklarında mahkûm ve esir yaşamakta ne güne kadar devam edeceğiz???”

Allah’ın O’na ‘bahşettiği’ şehadetinin 90. yılında Ali Şükrü Bey’e rahmet diliyoruz. Bir gün davasının anlaşılması ve O’nunla yüzleşilmesini ümid ediyoruz.


O gün, bu gündür.  

18 Mart 2013 Pazartesi

OSMANLI TRABZON’UNDA ÖNEMLİ BİR DERGİ: “HEKİM”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin “kitabî birikimi” o şehrin ‘şehir kültürü’nün, bilgi ve irfan seviyesinin su yüzüne çıkmış önemli bir göstergesidir. Geleneğimizde yazılı kültüre nisbetle şifahî kültürün yaygın ve belirgin olduğu düşünüldüğünde, “yazılı eser” meydana getirmenin ne kadar zor olduğu anlaşılır. Bu “genetik” özelliğimize rağmen tarihî şehirlerimizde varlığından haberdar olunmayan, tarihin, sahafların ve kütüphanelerin raflarında varlığını muhafaza eden, kendilerini ortaya çıkaracak kitap kurtlarını bekleyen eserlerimize da rastlayabiliyoruz.

İşte bunlardan birisi Osmanlı Trabzon’unda 1910 yılında yayınlanan “Hekim” isimli tıp dergisidir. Yayınlandığı yılları düşündüğümüzde, 15 günlük olarak 48 sayı müthiş bir tıbbî muhteva ile yayınını sürdüren “Hekim”, belki de Anadolu’da çıkan ilk tıp dergisidir. Bu dergi, Trabzon’un “medeniyet şehri” kimliğiyle örtüşen bir nitelikte yayınlanmıştır.

Bu Osmanlıca “Hekim” Trabzon Tabip Odası eski Başkanı dostumuz Dr. Aydın Aydın’ın çabaları ile 2007 yılında yayın hayatımıza kazandırıldı. Dr. Mustafa Çulfaz’ın Osmanlıca’dan transkrip ettiği “Hekim”, süreli bir dergi değil, adeta bir ansiklopedi. Geçtiğimiz hafta Dr. Aydın Beyle sohbet ederken bahsettiği bu dergiden, Trabzon’la ilgili yayınlar konusunda oldukça dikkatli ve hassas olmama rağmen maalesef haberim olmadı. Aydın Bey’in söylediğine göre dergi daha çok tıp dünyası ilgililerine sunulmuş. Böyle de olmalıydı. Ancak, mesleki niteliği ne olursa olsun bu tür önemli tarihî yayınların mutlaka büyük şehirlerin kitabevlerine, kültür çevrelerine sunulması gerekir. Trabzon Tabip Odası ve Serander Yayınlarınca Hekim’in yayınlanmasından dolayı tebriklerimizi iletiyoruz.

Osmanlıca metniyle birlikte transkrip edilen Hekim’in girişinde dergi ile ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler var. Dr. Aydın Aydın’ın “Sunuş”u, Dr. Mustafa Çulfaz’ın “Önsöz”ünün yer aldığı “Anadolu’nun İlk Tıp dergilerinden Hekim”de, Prof. Dr. Erdem Aydın’ın “19. Yüzyılda Osmanlı Sağlık Politikası”, Dr. Gülten Dinç’in “Sağlık bilimleri alanında süreli yayıncılığın gelişimi ve bu alanda Arap harfleri ile Türkçe yayınlanan süreli yayınlar üzerine bir değerlendirme”,  Veysel Usta’nın “Tanzimattan Cumhuriyet’e Trabzon’da Sağlık” konulu yazıları dergi ve dönemin tıp dünyası hakkında bilgiler içeriyor.

Bugün okunduğunda bile tıp dünyasında hâlâ geçerli önemli bilgi ve muhtevayı derinliğine ihtiva eden Hekim’de Osmanlı tıp dünyasından birçok hekimin önemli yazıları bulunuyor.

“Yumurtalar Nasıl Bozulur ve Nasıl Muhafaza olunur”dan “Su ne zaman içilmelidir”e, hastanelerde yaşanan bazı olaylara, tıbbî ilânlara, hastalıklara karşı uyarılara, yapılması gerekenlere, koruyucu hekimlikten tedavi edici hekimliğe, ahaliye hıfzısıhha derslerine, işret ve zararlarından, cerrahîden eczacılığa-kimyagerliğe, hayvan hastalıklarına, hava sıcaklıklarından sağlıklı uykuya kadar daha birçok konuda oldukça kapsamlı ve bugün geçerli temel bilgilerle dolu bu nefis dergi, o yayınlandığı yıllarda Trabzon’un adından bahsettirecek öneme sahip.

Kosova/Priştina’dan Erzincan’daki uzman tabibe, Kerkük Belediye Tabibi’nden Askerî tabiblere, Veteriner hekimlerden sağlık memurlarına kadar birçok ismin yazıları bulunan Hekim’in 1 Kânun-ı sâni 1325 tarihli ilk sayısında uzunca anlatılan dergi, özdeyiş şeklinde şu önemli cümle ile başlıyor: “Hasta olup ilaç aramaktan ise, hasta olmamağa çalışmak daha iyidir.”

Bugün bilinen birçok hastalığa ve veteriner hekimlikle ilgili konulara dair oldukça ayrıntılı ve anlaşılır metinler bulunan “Hekim’in neşrinden maksat” başlıklı yazıdan bir paragraf şöyledir: “Hekim’in neşrinden maksat, hekimliğin kıymetini, hünerini, ehemmiyetini herkese anlatmak, şehirlerden uzak olan yerlerde, tabip olmayan mahallerde, hastalanıp da ilaçsız, ah ü enîn içerisinde terk-i hayat eden evladının ızdırâbâtını görüp de karşısında eli bağlı kalan ebeveynine bir parçacık olsun hekimlikten öğreterek figan içinde yatan o ciğerparesinin derdinin, ıstırabının teskinine mümkün mertebe medar olmak ve bu vesile ile hayat-ı millete bir hizmet etmektir….”

Dergi’de birçok hastalığa dair muhtevalı yazılar kadar ilginç tespitler de var. Örneğin Dr. Aziz Sami’nin oldukça heyecanlı ve celâlli, bugüne tevarüs eden bazı bilimsel ve bürokratik kayırmacılığa dair “Bizde Hekimlik” başlıklı yazısından birkaç paragraf:

“.. Fen namına, insaniyet ve tababet namına, hamiyet namına sudûr eden hikmetler hâlet-i ruhiyemizin ne derece bozulmuş olduğunu pek güzel ispat ediyor. Hayat-ı ictimaiyede öyle hâlât-ı  ruhiye ve vicdaniyeye tesadüf olunuyor ki bir şahsın kibir ve gururuna, azametfürûşluğuna esir olan bazı zavallı insanlar o şahs-ı müstebidin bir peyk-i riyâkârı olduktan sonra mevkiini tahkim edebiliyor. Mezâyây-ı ilmiye ve insaniyeden mahrum dimağlardan istibdâdî efkârı musavvir haller, garibeler zuhur eder ise insan o kadar müteessir olmayabilir. Çünkü onları humk ve cehl ile itham ederek cemiyyât-ı beşeriyenin bir tabaka-i süfliyesine indirir, atar; fakat neyyir-i ilim ve maarifle münevver dimağlardan çıkan muamele-i keyfiye ve müstebide, alelhusus etıbbâ gibi hâdim-i insaniyet olan kimselerden böyle garip, hayretten hayrete düşülecek hikmetler, keyfi muamelelere tesadüf olunur ise failine bir saffet bulunamaz…

İstidracen şunu söyleyelim ki, fen namına ağlanacak daha ne garaib ahval bu şehremanetinden sudûr etmiştir…”

...Meziyyât-ı ilmiye ve fennieden ziyade muamelât-ı keyfiye ve icraât-ı hikmet-fürûşâneye vakıf olan tabip beylere bugün tekâpû ederek memuriyet alan bu gibi etıbbâ acaba hakikat-i insaniyenin karşısına hangi sermaye-i ilim ve fen ile, hangi yüzle yarın arz-ı endam edeceklerdir?

Artık bize el etek öperek mevkiini tahkim eden cahiller lazım değil. Terakkiyât-ı hâzıra-i tıbbiyeyi takip eden, münevver dimağlar lazımdır. Bunu zaman pek güzel ispat edecektir.”

Bugün her türlü imkân, iletişim, muhteva ve bilimsel gelişmeye rağmen bu çapta bir tıp dergisi var mıdır bilemiyorum. Gördüğümüz o ki; günümüzden 113 yıl önce Trabzon, dünya tıbbına katkı niteliğinde bir muhteva taşıyan “Hekim” dergisiyle tebarüz eden bir “medeniyet şehri” niteliğini sürdürüyordu.

Yazımızı Tabip Raif Hasan’ın “Fesad-ı Bünye” yazısından şehirlilerle köylüleri mukayese eden şu satırlarıyla bitirelim:

“Şehirliler medeniyetin oldukça enva-ı lezzetinden istifa ettikleri ve oldukça bir kısmı da hıfz-ı sıhhatlerine dikkat ve itinada bulundukları halde kuvva-yı hayatiyeleri köylülerden pek aşağı olup cılız, kansız, çehresizdirler. Köylüler ise daima kuvvîel-bünye, zinde, tüvânâ ve çehreleri ateş gibi, intanî, yani mikroplu hastalıklardan gayri, öyle ufak tefek hiçbir arıza-i vücudiye görülmez.

Şehirliler ise her gün ah vah, vay vuy içerisinde hayatlarını geçirirler. Bahusus, yaşamını yemekte ve oburcasına yutmakta arayan bazı tenperverler– ki bunların şu haline miskinane bir hayat demek daha muvafıktır- güya gıdalarına, vücutlarına pek mükemmel baktıkları halde yine bir ızdırâbât-ı vücudiyeden kurtulamadıklarını söylerler…”

Dr. Aydın’ı; tıp tarihine şahitlik eden, ayrıca tıp felsefesine dair önemli metinlerin bulunduğu “Hekim” dergisini gün ışığına çıkarttığı için; Dr. Çulfaz’ı bu “yoğun emek isteyen” metinleri titizlikle çevirisinden dolayı, Trabzon Tabip Odası ve Serander Yayınevini de yayınından dolayı tekrar tebrik ediyoruz.

Trabzon’la ilgili kütüphanelerimizin, arşivlerimizin derinliklerinde yeniden keşfini bekleyen daha nice eser var kim bilir…

13 Mart 2013 Çarşamba

ŞEHİR YÖNETİCİLERİNDE SORUMLULUK -Valiler "konar-göçer" olursa

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehre ilk defa gitseniz, o şehri ilk kez görseniz bile, şehrin siluetinin, mekanlarının sizde bıraktığı o 'ilk intiba' şehrin ruhunu size vermeye yetiyor. Bilhassa tarihi şehirlerimiz, sizi öylesine kucaklıyor ki,  kendinizi adeta yuvanızda hissediyorsunuz. Kars da işte böyle bir serhat şehrimiz. Öyle ki, büyük veli-arif Ebul Hasan Harakani'nin Kars kalesi eteklerindeki kabri ve külliyesi şehre adeta ruh üflüyor, sizi kendisine çekiyor.

Birkaç günlüğüne ilk defa gittiğim Kars’ta Vali Yardımcısı kadîm dostum Ünal Coşkun’la şehir üzerine konuşurken, Kars’ın önemli ve korumaya alınması gereken bir tarihî şehrimiz olduğu ve şehrin imarıyla ilgili Rus’ların işgal dönemleri haricinde pek bir şey yapılmadığı, yapılanların da diğer şehirlerimizde olduğu gibi, şehrin kontrolsüz ve çirkin bir şekilde dağılması ve yayılmasından başka bir şey olmadığı üzerine hemfikir olduk.

Devam eden sohbetimizde Ünal Coşkun, birçok yerde kaymakam olarak da görev yapmanın verdiği tecrübe ve birikimle şehir yöneticilerinin nasıl bir sorumluluk taşımaları gerektiğiyle ilgili olarak, “bir vali şehri değiştirebilir!” dedi. Sıradan gibi görünen bu söz, kendisini şehrine adamış, şehrinin misyoneri olmuş bir Vali’nin neler yapabileceğine ilişkin önemli bir cümleydi.

Tarihte hükümdarların veya Valilerin kurduğu şehirler vardır. Bir hükümdarın kurduğu, yeniden imar ve inşa ettiği şehirler gibi, Valilerin de isimlerinin o şehirle bütünleştiği, anıldığı olmuştur. Tıpkı; İskenderiye, Kostantiniyye, vs. gibi. Ayrıca halâ varolan tarihî bazı şehir mekânlarının isimleri de onların bânilerinin nasıl bir ruh ve estetik idrake sahip olduklarını gösteriyor.

Bu vasıflarda, bu misyonda bir Valiyi henüz göremedik. Bazı istisnaları olmakla birlikte Valilik, hâlâ erken Cumhuriyet döneminin “Çizmeli, kırbaçlı, fötr şapkalı, emredici” profilini aşmış değil. Onun için de bu tipte bir Vali için şehir sadece birtakım bürokratik mevzuatın yerine getirileceği, Vali’liğin de Sadaretten gelenlerin “karşılanıp, ağırlanıp, uğurlanacağı” bir mekândan başka bir şey değil.

Nedense Valiler kendilerini bulundukları şehre ait hissetmezler. Çünkü bulundukları şehirde “sayılı günleri” vardır ve belli bir süre sonra başka bir şehre doğru yola çıkacaklar veya da Başkent’teki istirahatgâhlarında Merkez Valiliklerine devam edeceklerdir. Yâni Valilik adeta “göçebe bir yönetici” intibaı veriyor. Eski deyimle “konar-göçer” bir kimlik… Oysa ki, hatırımıza gelen nice Osmanlı Valilerinin şehirlerini nasıl imar ve inşa ettikleri, nasıl dönüştürdüklerini okumanın ötesinde,  tarihî şehirlerdeki bazı uygulama, eser ve mekânlardan görebiliyoruz.

Ancak, Valilerin de zamanın siyasî zihniyetiyle kayıtlı bir ömürlerinin olduğuna vurgu yapalım. Hangi Vali, siyasî iktidarın taleplerine duyarsız kalabilir ki! Bulunduğu şehrin iktidar partisi yöneticileriyle ters düşmemek için gününü kebapçı dükkanı, mağaza, bayi, ofis, vs. açılışlarıyla geçiren Valilerin sadece "sıfattan ibaret" Vali olduklarını söylemeye gerek yok. Ancak bir farkla; şahsiyet sahibi, ‘kendi doğruları’ olan, hiçbir beklentisi olmayan, adeta İbrahim b. Ethem gibi sultanlığı terkedip “tahtından vazgeçebilecek” ve gayesine kilitlendiğinde “işte sultanlık bu” diyebilecek derinliğe ve irfana sahip olanlar hariç…

Liyakatsiz/kifayetsiz muhterislerin öne çıktığı bir vasatta, hasbelkader liyakat sahibi olanların Vali tayin edildiğine şahit olsanız bile, ona icraat yapabileceği imkan, yetki ve desteğin verilmeyeceğine dair endişelerimizi de ifade edelim.

Şehirlerimizin yeniden imar, inşa ve ihyası için öncelikle şehir yöneticilerinin “medeniyet tasavvuru ile şehir idraki”ne sahip olmaları işin kaidesi, olmazsa olmazı. Sonra da işin ekonomik, sosyal tarafları… Ancak, bunca “tarih, medeniyet, kültür, vatan, vs…” hamasetlerine rağmen ülkemiz şehirlerinin hali ortada.

Siz hiç “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ile “İçişleri Bakanlığı”nın doğrudan bir ilişki içinde olmalarına dair bir şey duydunuz mu? Çünkü birisi şehrin imar ve inşasının, diğeri şehrin yönetiminin kararlarını veriyorlar. Tabii bu arada şehir için özellikle “Kültür Bakanlığı”nın da olmazsa olmaz bir fonksiyonunun bulunduğuna vurgu yapalım.  Acaba aralarında koordinasyonu sağlayacak, içselleştirilmiş bir “medeniyet tasavvuru ve şehir idraki”ne bu bakanlık kadroları ne kadar sahiptir?

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir” diyor. Yönetici iradenin de dünyanın güzelleştirilmesine odaklanmış bir idrake sahip olmadığı şehirlerimizin haliyle ortada.

Üstad Necip Fazıl'ın "benin olmadığım yerde kimse yoktur" dediği mükellefiyet idrakine sahip olmayan şehir yöneticilerinin şehirlerine verebilecekleri hiçbir şey yoktur. Sadece mevcut kaosa yenilerini eklerler.

Sözün burasında şehir yöneticisi Vali'nin Anadolu’da nasıl bir intiba bıraktığı, nasıl algılandığına ilişkin dostumuz Muzaffer Doğan'ın anlattığı şu fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim. 

“Konya ‘ya yeni bir vali tayin edilir. Vali, adı “Velî”ye çıkmış kişilerden birini ziyaret eder. Ziyaretine gittiği kişi, evinin damında, su sızdırmayan bir cins toprağı sermek ve yuvarlak bir taşla sıkıştırmakla meşguldür.

-Efendim, yaşlı olduğum için aşağıya inemeyeceğim, affediniz! diyerek, Valiye damdan seslenir.

Vali de: -Ne münasebet! Ben yanınıza geleyim der.

Vali merdivenden tırmanıp dama çıkar. Sohbet ederlerken, yaşlı adam Konya‘da damların, kalın direkler üzerine konulan kamışların üzerine su geçirmez toprağı sıkıştırmak suretiyle yapıldığını, fakat toprakta kalan ot tohumları, güneşi görünce filizlendiği için, her yıl yeniden sıkıştırılması ve otların yolunması gerektiğini anlatır. Yaşlı adam bunları anlatırken bir yandan da Valiyi, damın üzerinde oradan buraya dolaştırmakta ve:

-Biraz da şu tarafa gidelim, biraz da bu tarafa, bacanın yanına gidelim diye, çekiştirmektedir.

Vali dayanamaz ve bu dam gezintisinin sebebini merak eder:

-Efendi hepsi iyi de, beni neden böyle dolaştırıp duruyorsun? demesi üzerine, yaşlı adam cevap verir:

-Arzedeyim efendim: “Hükümetin ayağının bastığı yerde ot bitmez” derler, ben de damda ot bitmesin diye mübarek ayağınızı her tarafa bastırmaya çalışıyorum."

Fıkramız bu kadar…

Bastığı yerde ot bitmeyen şehir yöneticisi Vali değil, bastığı yeri 'mamur' hale getirmeye odaklanmış şehir yöneticileriyle 'şehir'den bahsedebiliriz.

Şehir yöneticisi Valilerimizin kendilerini 'konar göçer' hissetmemelerini, imar ve inşasına katkı verdikleri şehirlerle isimlerinin anılacağına inanmaları, şehirlerini sahiplenmelerinin ilk şartıdır.

"Bir Vali şehri değiştirebilir." Nasıl ki erken cumhuriyet döneminde Umumi Müfettişler, CHP dönemi Valileri 'yeni cumhuriyet' adına şehirlerimizin tarihi dokusunu, tarihi karakterini nasıl bozup yok ettilerse, yeni valilerimizden de yeni bir şehir ve medeniyet idrakiyle bulundukları şehirlerin imar, inşa ve ihyasına dair irade bekliyoruz.

Tabii, gerçekten "Vali" iseler.

4 Mart 2013 Pazartesi

ŞEHİRDEN MEDENİYET, MEDENİYETTEN ŞEHİR ÇIKARAMAMAK..


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Dün; ‘dünya görüşü ve şehir idraki’ne sahip bir medeniyet ailesi olarak “şehir” deyince “medeniyet”i, “medeniyet” deyince “şehir”i anlıyorduk. Bugün ise, artık ortada sadece maddî kalıntıları kalmış bir iklimden bile habersiz olarak ‘şehir’den medeniyeti, ‘medeniyet’ten şehri okuyamıyoruz. Belki de hatırlamıyoruz. Çünkü tam bir “global amnezi”yi yâni bütün bir “hafıza kaybı”nı yaşıyoruz.

Nasıl böyle kesin bir hüküm verebiliyoruz? Nereden mi biliyoruz?

Yaşadığımız yer kadîm bir medeniyet şehri olmasına rağmen herhangi bir insana “şehir deyince neyi hatırlıyorsunuz?” diye sorun. Büyük ihtimalle size şehirleri istila eden modern zaman virüslerinden birisini veya birkaçını söyleyecektir. Hafızasında asla şehrin medeniyeti çağrıştırabileceğine ilişkin herhangi bir ‘müdahale hücresi’ bulunmayacaktır. Suçu bütünüyle mevhum bir modernizm’e mi yüklüyoruz? Hayır! Hafızasıyla birlikte iradesi de elinden alınmış bir neslin “şehir ve medeniyet” idrakinin kaybolduğu, kaybedilenin de farkında olunmadığı bir hale işarettir muradımız.

Bu konuda, çağımızın önemli sinema yönetmeni Tarkovski, “modernizm karşısındaki duruşu” sorulduğunda ilginç bir örnekle cevap veriyor: “Bir ayağı bir teknenin kenarında, bir ayağı da başka bir teknenin kenarında olan bir adam gibi duruyorum. Teknelerden biri dümdüz ileri gidiyor, öbürü de sağa dönüyor. Yavaş yavaş suya düşmekte olduğumu anlıyorum. İnsanlık şimdi tam bu durumda…”

İnsanımızın şehir ve medeniyet ilişkisine ilişkin durumu da tam bu şekilde. ‘Doğulu kalamamakla batılı olamamak’ arasına sıkıştırılmış bir toplumun yönü belirsiz hareket halindeki pozisyonu “şehir ve medeniyet idraki”ni kaybettirmiş durumda.

Şehirlerimiz de, hangi istikamete gittiği meçhul ama hangi yöne savrulduğu malûm bir kaos içinde, önüne geçilemez bir tümörleşme içerisinde…

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajda Huntington’un “medeniyet çatışması” tezine de değinerek, medeniyet ve şehir ilişkisine dair şunları söylüyor: “Bütün insanlığın aktığı tek bir medeniyet değil, birçok medeniyet vardır. Ancak bu medeniyetler arasındaki ilişki Huntington’un düşündüğü gibi her zaman çatışmacı ve gerilimli bir ilişki değildir. Ayrıca medeniyetler birbirlerinden ayrı yerlerde, tarihi boşluk alanlarında ortaya çıkmazlar. Medeniyetler, özel şartlarda belli bir insan topluluğunun çevreye getirdiği yeni yorumlarla ve birtakım kurumların ortaya çıkmasıyla teşekkül etse de birbirinden kopuk yaşamazlar. Aynı medeniyetin farklı coğrafyalarında kurulan şehirler arasındaki farklılıklar, aynı coğrafya içinde kurulan farklı medeniyetlere ait şehirler arasındaki farklılıklardan daha azdır; mesela Marakeş ile Buhara İslam coğrafyasının iki ayrı dünyasıdır; ama birbirlerine çok benzerler; fakat Marakeş ile Madrid birbirine çok yakın olduğu halde birbirlerine daha az benzerler. Dolayısıyla tek bir medeniyet yoktur. Ancak bütün bu medeniyetler insanlık birikiminin ortak değerleridir ve insanlığın ortaya çıkardığı her şey birbirinden etkilenir, yani tek başına soyut bir alanda doğmayan medeniyetler insanlığın ortak birikimine katkıda bulunurlar….”

Dün bize ait medeniyet dünyamızda coğrafyaları birbirine çok uzak olsa bile ‘akraba şehirler’in aynı ruha sahip iklimi; yerini bugünün aynı coğrafyada birbirine yabancılaşmış, beton yığını haline gelmiş şehirlerine terk etmiştir.

Böyle olmuştur ve günümüzün “şehir ve medeniyet idraki”nden yoksun yöneticileri eliyle böyle olmaya da devam edecektir.

Anlayan, hisseden, tasalanan, hüzünlenen için “şehir ve medeniyet” bir derdin adıdır, şifası da onu inşa edecek iklimle mümkündür.  Büyük Velî Feridüddin Attar’ın söylediği gibi; “kitabıma dert gözüyle bak ki bendeki yüz dertten birini görebilesin!”

Yaşadığımız şehre bu gözle bakabiliyorsak, şehrimizin kendisine ait neleri kaybettiğini ve  kendisine ait olmayan nelerle kuşatıldığını fark edebiliriz.

Evet… “Şehir ve medeniyet” derken, maalesef yaşayan bir vakıadan bahsedemiyoruz. Bu kavramların çekiciliğiyle tarihî realiteye kaçmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bu anlamda, hafızamıza yeniden dönmeliyiz. Dönmek için de ‘hafızamız olduğu’nu hatırlamak zorundayız. Yoksa ‘travmatik amnezi’lerle insanımız ve şehirlerimiz sarsılmaya devam edecektir.