27 Haziran 2011 Pazartesi

"TRABZONİTE" veya TRABZON ENFEKSİYONU...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


İnsanlar gibi şehirlere musallat enfeksiyonlar vardır. Her an enfeksiyon riskiyle karşı karşıya olan ve giderek yaşanamaz hale gelen modern zaman şehirlerinde “şehir enfeksiyon”ları o kadar yaygınlaştı ki, enfekte olmayan şehir neredeyse yok. İlginç olanı; bu enfeksiyonlarla yaşamaya şehir halkı da o kadar alıştı ki, enfekte hayat adeta sağlıklı hayat olarak algılanmaya başladı.

Şehirlerin de canlı birer organizmalar olduğunu düşündüğümüzde, enfeksiyonlara karşı duracak, onlara karşı doğal reflekslerini harekete geçirecek bir bağışıklık sistemine sahip olmaları gerekir.

Önce kısa bir enfeksiyon tanımı yapalım. Sonra başlığımızı niçin Trabzon Enfeksiyonu koyduğumuza değinelim.

Enfeksiyon; “Bakteri, virüs gibi mikroorganizmaların vücuda girerek yerleşmesi ve dokuların doğrudan doğruya bu canlıların varlığına ya da ürettikleri toksinlere karşı gösterdiği tepki… Bu canlıların vücuda girmesi sonucunda kişinin sağlığı bozulmazsa, klinik belirti vermeyen bir bulaşma veya enfeksiyon, eğer kişinin sağlığı bozulur ve klinik bulgular görülürse bulaşıcı hastalıklar söz konusudur…”

Bu tür “şehir enfeksiyonları”nın konu edileceği, analizinin yapılacağı en önemli şehirlerden birisi de Trabzon olsa gerek… Özellikle medeniyet şehirleri, kendilerini kuşatan medeniyet iklimi kaybolduktan ve şehirde mensup olunan o medeniyeti çağrıştıran ne varsa zaman içinde birer birer ortadan kaldırıldıktan sonra mahkûm oldukları “enfeksiyon”larla varlıklarını devam ettirmek zorunda kalıyorlar.

Sahip olunan “medeniyet değerleri”, şehir enfeksiyonlarına karşı bünyeyi koruyucu antikorlar olarak, yarı canlı da olsa bir süre varlıklarını sürdürüyorlar. Ancak şehrin dokusuna müdahale sonucu birden bakteriler, virüsler ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlar da enfeksiyona sebep oluyor. Böylece şehir önceleri fark edilemeyen ama giderek yaygınlaşan “enfeksiyon”la ‘yaşamaya mahkûm’ hale getiriliyor.

“Trabzon enfeksiyonu” yeni bir hastalığın veya yeni bir virüsün, yeni bir bakterinin adı mı?

Uzun süredir var olan ancak adı henüz konulmamış, şehrin bünyesinde taşıdığı bir ‘enfeksiyon türü’… İlk ortaya çıktığında, şehir bakterilere karşı nispeten sterilize olduğu için fark edilmeyen ama bugün şehrin tamamında bulaşıcı etkisi hakim olan bir enfeksiyon türü… Ülkemizdeki tüm şehirler bu ‘bakteri’yi taşırlar ancak enfeksiyona düçar şehirlerimizin başında açık ara ile şehrimiz Trabzon geliyor.

Trabzon... Zihnini virütik etkilerden, kültürünü bakterilerin aşındırmasından kurtaramayan, hayatını bir mikrobiyolojik müzenin odaları arasında geçirmeye mahkûm edilmiş o güzel ve yalnız şehir... Benim şehrim.

Ne yazık ki Trabzon “futbol” denilen enfeksiyon türünün bünyeyi işgal ettiği bir şehir artık. Ona karşı vücut tepki vermek bir yana, bu “şehir enfeksiyonu”, vücudunun enfekte olmamış organlarına doğru hızla yayılmış durumda.

Bu enfeksiyonla şehrin sağlığı bozulmuş durumda. Bu konuda birçok klinik belirti var. Ancak, klinik belirti vermesine rağmen şehir hâlâ bu enfeksiyona karşı sağlıklı imiş görüntüsü vermeye çalışıyor. Klinik bulgulara bakılırsa birçok bulaşıcı hastalıklar şehrin bütününü sarmaya başlayacak. Depresyon, megalomani, değişik psikolojik bozukluklar, vs. vs.

Evet futbol şehrimizde “Trabzonite”ye, enfeksiyona dönüşmüş durumda.

Yeni doğan çocuktan yaşlılara kadar şehrimizin “Trabzonite”ye yakalandığına güncel bir örnek verelim de nasıl bir enfeksiyonla karşı karşıya olduğumuzu anlayalım.

Bu enfeksiyonu uygun düşecek bir vakayı dostumuz Arif Korkmaz anlattı.

“12 Haziran Genel seçimleri öncesiydi. Umreye gitmiştim. Bir gece tavaftan sonra, henüz Mescid-i Haram’dan çıkmadan kaldığım otele doğru yürürken, 75 yaşlarında yaşlı bir Trabzon’lu hemşehrimle karşılaştım. Telaşla sağa sola bakıyordu. Yaklaştım. “Ne oldu Hacı Efendi?” dedim. “Ayakkabılarımı bulamıyorum” dedi. Yardımcı olmak maksadıyla hangi kapıdan girdiğini, nereye koyduğunu sordum. Birlikte aramaya başladık. Ayakkabılarını bulduk. O arada sohbet açıldı. “Trabzon’da ne var ne yok, durumlar nasıl?” diye sordum. Yüzüme sert bir ifade ile bakarak “Vermeyeceğum” dedi. Ben de “Nereye vermeyeceksin?” dedim. Tekrar “kafam karişuk, vermeyeceğum.” Diye cevap verdi. “Hacı efendi nedir kafanı karıştıran şey?” dedim. “Ak Partiye oy vermeyeceğum.” Dedi. Ben de: “Vermeyebilirsin ama merak ettim, neymiş oy vermeyecek kadar kafanı karıştıran şey?”. Ciddi bir gerekçe bekliyordum yaşlı amcamızdan. Gene sert bir ifade ile bana dönerek “Habu Aleks’i çağirdi ya Başbakan. Onun içun vermeyeceğum.” Demesin mi? Şaşırdım kaldım. “Yahu herhalde şaka yapıyorsun, onun için mi vermeyeceksin? Bunun bir vebali var, iyi düşün amca” dedim. Otelimize doğru yürüdük. Ertesi sabah kahvaltı için otelin lokantasında tekrar yaşlı amca ile karşılaştım. Akşam konuştuklarımızdan etkilenmiş olacak ki beni görünce birden biraz daha yumuşak bir ifade ile: “Vereceğum ama gene kafam karişuk.” demesin mi?”

Arif beyin anlattığı bu olay aslında şehrimizin nasıl bir enfeksiyona yakalandığını, nasıl bir trajediyi yaşadığına canlı örnek. Mescid-i Haram’da bile 75 yaşında bir ihtiyarın zihnine kadar sirayet eden Trabzonite yâni futbol enfeksiyonu’nun etkisini düşünün! Şehrimizde bu ve benzeri örneklere mebzûl miktarda rastlamak mümkün. Ekonomiden siyasete kadar bütün bir şehrin bünyesini saran “Trabzonite”ye karşı geç mi kalındı, bilemiyorum.

Başbakan bile seçim propagandası için Trabzon’a geldiğinde ilk önce “Trabzonspor”la söze başlıyorsa, ol şehrin akıbetini siz düşünün.

Şehir organizmasında organların yerinden oynamış olduğu bir yana, organların tamamını saran “Trabzon enfeksiyonu”ndan kurtuluşun çaresi yok gibi. Kanserin en azında radyo terapi, kemoterapi gibi tedavi süreçleri var. Ama Trabzonite’nin yok. Erken teşhis edilmiş olsa bile yok. Ancak yeni bir “gen tedavisi” ile belki mümkün…

“Trabzonite” öyle bir enfeksiyon türü ki; bütün bir şehir halkında, bünyesel özellikler ne olursa olsun aynı etkileri gösteriyor, aynı tepkileri veriyor.

Eski bir Fars işkence usulünü hatırlıyorum. Bir alime işlediği bir suçtan dolayı ceza verdiklerinde cezası “bir cahille aynı odada belli bir süre kalmak”mış. Âlime verilecek en korkunç ceza aynı hücrede cahille bulunmak, konuşmak imiş.

Şehrimizin de kendi kendine verdiği en büyük ceza bu olsa gerek. Âlimiyle cahilinin, sanatçısıyla sıradan insanın aynı tepkiyi verdiği bir “vak’a” sadece “enfeksiyon” olabilir. Bunun adı da “Trabzonite”dir.

Bu virüsün imhası ve tekrar sağlıklı bir bünyeye dönüş zihnimizin koridorlarında saklı. İltihaplara karşı irfanımızın güvenli vadilerinde yeniden dolaşmaya ne dersiniz?

(Günebakış, 29 Haziran 2011)

20 Haziran 2011 Pazartesi

"BİZE HER YER TRABZON"... Şehrin zihin haritasına kısa bir bakış...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Eskiler derler ki “belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır”. Sözün insanların kaderinde olduğu gibi, şehirlerin kaderinde de etkili olduğunu, şehre izafe edilen sözlerin şehirleri nasıl bir siluete büründürdüğünü, son yıllarda stadyum kalabalığının ortaya attığı “Bize her yer Trabzon” sloganından gözlemleyebiliyoruz.

Şehrimizi artık sloganların dayanılmaz hafifliğine terk etmek zorunda kalıyoruz. Sloganların, yani nârâların… “Slogan”ın etimolojisine baktığımızda “İskoç dağ klanlarında savaş narası” anlamına geliyor. “Bize her yer Trabzon” da tam bir savaş narası gibi.

Giderek virütik etkisi bütün bir şehri istila ettiği gibi, şehir dışına da taşan “Bize her yer Trabzon” sloganı, bir medeniyet şehrinin “ifadecisi” değil, çağrıştırdıklarıyla “ifsat edicisi” durumuna gelmiştir. Hamasetten kendisini bir türlü kurtaramayan şehrin son sığınaklarından birisi “Bize her yer Trabzon!”.

Nereden çıktığı belli olmayan ama neyi ifade ettiği malûm olan, hemen sahiplenilen “Bize her yer Trabzon” sloganı şehre aidiyet ifadesi değil, öfkenin, enerji taşmasının, kabına sığmazlığın ifadesi…

Bu sloganla kastedilen keşke şehir aidiyeti, şehir mensubiyeti olsa. Kastedilen herhalde “stadyum” olsa gerek. Tarihî bir şehri, tarihsel kültürü, medeniyet iklimini antik dönemlerin “arenası”nın modern zamanlardaki temsilcisi olan “stadyum”a sıkıştırma, şehri stadyumla ifade etme…

Belki de bir dil sürçmesiyle “bize her yer stadyum” denileceğine, “bize her yer Trabzon” denilmiş.

Bu bir acziyet ifadesidir. Çaresizlik ifadesidir. Şehrin kendisini inkâra zorlamadır.

Bu slogan şehre “bağ”lanmayı değil şehirden “uzaklaşma”yı, şehirden kaçmayı çağrıştırmakta.

Bir medeniyet şehri bütün organlarıyla, mekânlarıyla, değerleriyle “yürüyen stadyum” haline getirilmişse orası artık insana ait olmaktan çıkmıştır.

Zannedildiğinin aksine “Bize her yer Trabzon” demek, aidiyetini her yere taşımaya çalışırken hiçbir şey olmak demektir. Yersizlik, yurtsuzluk demektir. Gladyatör edasının arkasında sırıtan büyük zihinsel yoksulluk, bir dekadans demektir. Bir büyük düşüştür, en âlâsından bir anti-kültür yaratma çabasının tezahürüdür. Bu slogan hiçbir yere tutunamamayı simgelediği kadar; hayatı, imbikten süzüle süzüle tevarüs eden zihin ve ruh haritamızın kaynağından değil, şizoid ve çatırdamış modern hayatın çürük, geçici ve sefil pusulalarından takip etmekle eşdeğer bir intihardır âdeta.

Oysaki her şehir, mensuplarında kendisine mahsus bir “rafine kültür ve davranış” biçimi oluşturur. Şehrimizin modern zamanlardaki davranış biçimini “stadyum kültürü” belirliyor. “Bize her yer Trabzon” bu kültürün dışa vurmuş ifadesi.

Bundan sonra yaşadığımız şehir mensupları için giderek “şehirli” kavramı “stadyumlu” kavramına dönüşürse şaşmamamız gerekecek.

Trabzon’un hamsi partileri, futbol ve şenliklerden ibaret diasporası da bu sloganla tam örtüşüyor. Bir şehir ancak böyle bir sloganla hafızasını kaybedebilir.

Bir şehrin şahsiyetini, haysiyetini stadyum sloganlarına ihale ve emanet etmek, bilinçaltındaki rahatsızlığın da bir sonucudur. Modern zamanlarda bir şehrin “yer”ini kaybetmesinin, “yer edinememesi”nin yâni kendine yabancılaşmasının bilinçaltı kompleksi olarak varlık ifade etmeye çalışmasının bir sonucudur “Bize her yer Trabzon!” demek.

Şehre duyulan bağlılıkla hiçbir ilgisi olmayan, reflektif bir sloganın şehirle bütünleşmesinden bütün bir şehir rahatsız olacağına, aksine memnuniyet duyuluyor.

“Bize her yer Trabzon” ise, Trabzon’un hiçbir anlamı yoktur. “Yer”inden koparılan her şey artık kendisi olamayacağı gibi, şehir de kendisi olamıyor.

Bu slogan aynı zamanda bir “kimlik kaosu”nu vurguluyor. Her yere gidebilen, etkileyen bir şehir değil, her yerden etkilenen bir şehir iması var bu sloganda. Bu sloganın yaygınlaşması ve kabul görmesiyle birlikte şehrin ifadecisi bir sembol olarak şehrin girişlerine kazınırsa şaşmamak gerek.

“İhraç edilecek değer”i olan şehirlerin iddiaları vardır! Hatta sorumlulukları vardır! Kendi değerlerinin farkında olmayan bir şehir “bize her yer Trabzon” sloganıyla öğünür!

Şehir adına söylenen her söz, yapılan her şey, bizi şehrimizden daha çok ayırıyor. Bize şehrimize daha çok yabancılaştırıyor. Bize şehrimizi daha çok unutturuyor.

Bunları gördükçe, yaşadığımız şehirde bizi de kuşatma altına alan ‘slogan’ları okudukça Tanpınar'ın “Beş Şehir” de söylediği “niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?” sorusunu hatırlıyoruz. Ve rahatlıyoruz/mu?

“Felsefenin yurdu şehirdir” diyen büyük hikmet adamı Sokrat, bugünün şehirlerini görseydi söylediği sözden herhalde pişman olurdu. Biz de yaşadığımız şehre baktıkça, öne çıkan sloganları gördükçe felsefenin şehirden nasıl kaçtığına şahit oluyoruz. Böyle bir şehre felsefenin uğramasının mümkün olamayacağını görüyoruz. Felsefenin, yani idrakin, düşüncenin…

İdrakin şehirden kovulması; sloganlara sarılmakla başlar. Hafızasını, şahsiyetini kaybeden şehirler de insanlar gibi sloganlara sığınır. Kendisini sloganlara emanet eder.

“Trabzon’u düşünmek” Trabzon’a ‘dönmek’le başlar. “Bize her yer Trabzon” sloganı şehirliyi Trabzon’dan kaçmaya çağıran meş’um bir cümledir. Başkaları nasıl anlarsa anlasın, biz böyle okuyor ve böyle anlıyoruz!

(Günebakış, 22 Haziran 2011)

14 Haziran 2011 Salı

ERDEMLİ BİR ŞEHİR SORUMLULUĞU...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Tarihî süreçte “şehir kitaplığı” diyebileceğimiz literatürümüz çok fazla öne çıkmamıştır. Şehir kitaplarına ilişkin birikimimizde adı ilk akla gelen Farabî’nin Medinet’ül Fâzıla’sı yâni, “Erdemli Şehir” kitabıdır. Farabî eserinde bugünkü anlamda bir şehrin değil; bir site devleti’nin, yöneticilerin, orada yaşayanların özelliklerinden, ilişkilerinden bahseder ve şehri bir organizmaya benzeterek, organların uyum içinde varlıklarını sürdürmelerinin aynı zamanda organizmanın hayatiyetinin devamını sağladığına vurgu yapar. Klasik “ütopya”lar arasında sayılan Medinet’ül Fâzıla’da Farabî iyilerin-doğruların hakîm olduğu bir şehir yönetimi kurgular.

Divan Edebiyatımızda ve büyük âriflerin, mutasavvıfların sözlerinde de insan vücudunun “şehr”e benzetilmesi, kalbin bu şehrin merkezi olması da böylesine “uyum içinde birliğe” vurgu yapmaktadır.

Şüphesiz ki, bir şehri erdemli kılan; şehri kuranlar, şehri yönetenler ve en önemlisi şehirde yaşayanlardır. Erdem, “fazilet”in karşılığı olarak seçkin, üstün anlamında… Buradaki üstünlük, seçkinlik sahip olunan ‘değer’leri ifade ediyor..

İnsanlık tarihî’nin aynı zamanda şehir kurma ve birlikte yaşama tarihî olduğunu düşündüğümüzde, ilk insandan günümüze şehirde yaşayanların sahip olmaları gereken ‘erdem’in bir şehri “erdemli” kıldığına şahit oluyoruz.

M.Ö. 469-399 arasında yaşayan büyük hikmet adamlarından Sokrat, ‘Atina Statükosu’nu sarsan fikirlerinden dolayı ölüme mahkûm edildiği mahkemede yaptığı ünlü savunmasını (apoloji) aradan 2 bin 500 yıl geçmesine rağmen bugün bile ilgi ile okuyoruz. Sokrat’ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra öğrencisi Platon’un kaleme aldığı “Sokrates’in Müdafaası”nda şehir ve şehirlilerimize de önemli mesajlar vardır. Kendisini yargılayan Atina ‘Beş Yüzler Meclisi’nde yaptığı savunmasında, bugün için oldukça anlamlı ve düşündürücü bir cümlesi vardır. Sokrat, savunmasının ortalarına doğru beş yüz kişilik mahkeme heyetine şöyle seslenir: “Kim insana ve şehirliye yakışan erdemlerin farkında?”

Bu önemli cümle, bugün şehirlerimizi yönete/meye/n merkezî ve yerel yöneticilere bir şey söyler veya hatırlatır mı, bilemiyorum. Ancak, bize çok şey söylüyor. Bize, yani şehir idraki, şehir derdi olanlara…

Öncelikle, şehir yöneticilerinin farkında olmaları gereken ilk değerin “erdem” olduğunun idrakini taşımaları, sözün ötesinde bir büyük sorumluluk… Sokrat’ın bu cümlesini şehir yöneticilerinin “Acaba erdemli bir şehrin sorumluluğunu taşıyabiliyor muyum?” şeklinde kendilerine sormaları gerekir. Ülkenin parçalara ayrılmış büyük bir şehirler topluluğu olduğunu düşündüğümüzde, “erdemli şehirlerin sorumluluğunu taşıyabiliyor muyum?” sorusu iktidar sahiplerinin de kendilerine sormaları gereken bir temel sorudur.

Ancak ne böyle bir sorunun sorulduğu, ne de böyle bir sorumluluğun taşındığı bir dünyada yaşıyoruz. Buna rağmen içi doldurulmamış müthiş iddiaların havada uçuştuğunu görüyoruz: “Dünya Kenti”, “Marka kentler”, “Kentsel dönüşüm”, "Kent bilinci”… İddialı klişelerin dışında, yapılanlara baktıkça; şehirlerimizin giderek büyük bir mezarlığa, insanlarımızın da bu mezarlıkta yaşamaya mahkûm mikro canlılara dönüştüğünü söylemek çok da abartılı olmasa gerek.

Metabolizmasını canlı tutmaktan başka bir derdi olmayan mikroorganizmalar… Kafka’nın romanındaki Gregor Samsa gibi, sabah kalktığında kendisini bir böcek gibi gören mikroorganizmalar haline geliyoruz, getiriliyoruz.

Kentimize ve kendimize yabancılaşmanın, şehrin ve şehirlinin sahip olması gereken erdemlerin yitirilmesinin kaçınılmaz sonucu bu…

İnsan şehre, şehir de insana böylesine yabancılaşamaz. “Toplu komut”larla insanların “toplu konut”larda istiflendiği hangarlardan oluşan kamplara “şehir” diyebilir miyiz?

Bugün yaşadığım şehirleri toplu konutların sürekli boy verdiği böylesine bir “toplama kampları”ndan farklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Oysaki kültürümüzde “medinet-ül fâzıla: erdemliler şehri” olarak simgeleşen tarihî şehirlerimizden bugüne tevarüs eden ‘kalıntıları’nda, boş mekânlarında bile bir zamanlar taşıdıkları ‘erdem’i okuyabiliyor, hissedebiliyoruz. Çünkü hem şehrin hem de erdemin idrakinde olan şehir yöneticileri, şehirleriyle bütünleşmişlerdi. Onlar için erdem yoksa şehir, şehir yoksa erdem de yoktu.

Bir şehrin “erdem”li olabilmesi, yaşayanların erdemiyle kaimdir. Referanslarını kendi tarihsel ve yerli dinamiklerinden alamayan, bu dinamikleri göremeyen, görse de anlayamayan şehir yöneticileri şehirlerimizi istila etmiş durumda.

Şehrimiz Trabzon da bu istilâyı hızla yaşıyor. “Yaşanabilir ve yaşanabilecek şehir” imkânlarına sahipken, “yaşanamayan ve yaşanamayacak şehir” inşasında şehrimiz gururla (!) ilerliyor.

Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “feryâd külliyatı”ndan bir paragrafı aktaralım: “Allah’ın yarattığı dünyanın güzelliğini idrak etmeyen, kendisini bu dünyayı güzelleştirmekle yükümlü saymayan, toprağı kısa vadeli çıkar ve talan aracı olarak gören nesiller tarafından dünyanın kirletildiği 20. asırda insanın kendisine temiz ve güzel bir çevre, şehirler, mahalleler ve evler geliştirmesi de imkânsızdır.

Dolayısıyla bugün özellikle kendi temiz kültür temellerinden kopmuş ülkelerin bilinçsiz taklitçiliğin pençesindeki çevreler, ülkeyi kirletmekte ve gelecek nesillere cehennemi kirlilikleri hazırlamaktadırlar. Türkiye’mizde bu yanılgıyı paylaşmayan, bu yanılgıda payı olmayan toplum kesimi de adeta yok denecek kadar azalmış bulunmaktadır.”

Yazımızın başında aktardığımız Sokrat’ın “Kim insana ve şehirliye yakışan erdemlerin farkında?” sorusuna gene rahmetli Turgut Cansever ontolojik cevabı veriyor: “Varlığın yaradılıştan gelen yapısı hakkındaki bilgi ve inancımız olmadan her türlü tercihimizi ve kararlarımızı belirleyecek olan ‘önemlilik’ hususunda yani neyin, neden, ne kadar önemli olduğunu belirlemek ve hareketlerimizi yönlendirmek de mümkün olamaz. “

Aslında Sokrat’ın Beş Yüzler Meclisinin karşısında yaptığı savunmada onlara sorduğu soruyu biz bugünün şehir yöneticilerine ve ülkemizin bundan sonra “şehircilik”ten sorumlu olacak bakanlık yöneticilerine soruyoruz?

Sorsak da faydası yok ya… Ne işitecek kulak, ne anlayacak idrak, ne de muhatap bir şehir yöneticisi var.

Belki metruk alanlarda kazı-araştırma yapan bir arkeolog merakı gibi; birileri çıkar da, işaret etmiş olduğumuz, iktibas ettiğimiz cümlelerdeki Sokrat’ın, Cansever’in feryâdını anlar.

(Günebakış, 15 Haziran 2011)

6 Haziran 2011 Pazartesi

"ŞEHİR DÜŞTÜ!" veya "ŞEHİRLERİ İHANET VURDU!"


Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir “şehrin düşüşü”nden bahsetmek veya “şehirleri ihanetin vurduğu”nu söylemek insanın da dehşete düşmesine sebep oluyor. Şehrin düşmesi, şehrin tahribinin de ötesinde yok edilmesi demek. Hele “şehre ihanet”, hiçbir cezanın karşılayamayacağı, ayrıca affı mümkün olmayan bir suç!

Yazımızın başlığı, Bizanslı Yeorgios Francis’in İstanbul’un fethini anlattığı kitabının adı “Şehir Düştü”den alınma. Francis, İmparator Konstantin’in sarayında onun en yakın danışmanı sıfatıyla bulunmuş bir tarihçi sıfatıyla, tanık olduğu İstanbul’un fethini “şehir düştü” adıyla anlatıyor eserinde.

Başlığımızdaki “Şehirleri ihanet vurdu!” cümlesi de Muhakkik-Mimar merhum Turgut Cansever’e ait.

Bağdat’ın, Şam’ın, Kurtuba’nın, Buhara’nın düşüşü Müslümanların gözünde neyse; 1453’te İstanbul’un batılıların/hristiyanlığın gözünde düşüşü de odur. Ancak, bir şehrin başkaları tarafından ele geçirilmesiyle şehrin yok edilmesi farklı anlamlar taşır. Çünkü Müslümanların “fetih” idraki; ele geçirdiği şehirleri yok ediş değil, şehrin muhafazası, imar ve ihyasını içeren bir anlama sahiptir. Buna en güzel örneklerden birisi İstanbul’un fethidir.

Müslümanlar, yüzyıllar boyunca fethettikleri şehirlerde kadîm Roma, Yunan ve daha eski çağlardan kalan eserleri, kültür varlıklarını korumalarına rağmen; batılıların istilâ ettiği şehirlerdeki İslâmî eserlere tahammülsüzlükleri, onları yokedişleri “fetih” ve “işgal” arasındaki farkı ortaya koyar.

Konumuz “fetih” ile “işgal” arasındaki farkı anlatmak değil. Veya Francis’in söz konusu eserinin muhtevası değil. “Şehir düştü” başlığından yola çıkarak yaşadığımız şehrin “nasıl düştüğü”ne vurgu yapmaktır.

Bir şehri kaybedenlerin, şehri kendisinden koparılanların bu hadiseyi en trajik biçimde iki kelime ile ifade eden oldukça anlamlı ve etkileyici bir ifade: Şehir Düştü! Bu başlığın çağrıştırdıklarından, şehrimize dair kalemime üşüşen notlara yer vermek istiyorum. Yâni şehrin düşüşüne “not düşüyoruz !”

Gerçekten şehrimiz düştü mü? Hayalî ve sanal bir şehrin düşüşünü mü kurguluyoruz?

Tarih; şehirlerin yaşadığı istilalar, yıkımlar, katliamlar, jenositleri kaydettiği gibi, halen yaşadıkları ve bundan sonra yaşayacakları istila, yıkım, katliam ve jenositleri de kaydediyor, kaydedecek. Sadece “kaydedecek” mi? Belki sonraki nesiller “dehşet ve ibret”le bu kayıtlara bakar da yaşayacakları şehre dair ‘olmaması’ ve ‘yapılmaması’ gerekenler için bu kayıtlardan istifa ederler.

Bir şehrin kadîm zamanlarda istilalarla yok edilişiyle, modern zamanlarda yok edilişi aynı. Sadece araçlar değişiyor. Modern zamanlarda şehirlerin mahvı Bağdat, Gazze, Kâbil gibi ya fiilen yapılan harekât ve bombardımanlarla veya Suudilerin Mekke, Medine ve diğer mübarek şehirlerde, Yahudilerin de Kudüs ve diğer filistin şehirlerinde yaptıkları gibi idraksizce, haince yok ediliyor, peygamberler tarihine ait ne varsa vahşice çiğneniyor ya da BİZDE OLDUĞU GİBİ bizzat şehrin yöneticileri tarafından “kentsel dönüşüm” adı altında tedricen “değiştirilerek yok edilmesi” şeklinde tezahür ediyor.

Bu üç tarz şehir yok edişinde en trajik olanı hangisi? Üçünün de birbirinden farkı yok. İstilâcıların hol haritaları aynı: “Şehirleri yaşanmaz ve yaşanamayacak hale getirme!”

Dünün tarihinde şehirler sadist istilâcılar tarafından yıkılıyor, yok ediliyordu. Bugünün tarihinde ise önce imar planları, sonra kentsel dönüşüm ve marka şehirler adı altında yapılan istilâlarla…

Muhakkik Mimar Turgut Cansever Osmanlı mirasını “hareketli kültürün ürünü” olarak tanımlar ve bu “hareketli kültürde mekân duygusu en yüksek düzeyde” olduğunu belirtir. Ancak ne bu “hareketli kültür mirası”nı sürdürecek bir idrak, ne de bunu görecek bir gözün olmaması, Cumhuriyetle birlikte başlayan ve halen hızla devam eden şehir yıkımlarıyla bizi karşı karşıya getirdi.

Cansever 1996’da “Şehirleri İhanet Vurdu” başlığıyla kendisiyle yapılan bir söyleşide bu anlamda “şehir yıkımları”na işaret ediyor:

“Şehirlere düzen getirmek istiyorlar ve şehir planlarına imar planı diyorlar. Dünyada bu planların adı ‘şehir planı’ iken burada eskiden mamur olmayan yeri imar etmek için plan yapıyorlar. İnsan ölçeği ile topoğrafyanın realitelerine hürmet eden, her kişinin katılımını mümkün kılan akıl almaz bir standartlar düzeninin ve en zenginin konağının yanında orta hallinin ya da fakirin yaşayabildiği müthiş bir sosyal dayanışma ile kültürel bütünlüğün ürünü olan, fakir insanın evinin en yüksek mimarî kaliteye sahip olmasını mümkün kılan bütün eski şehirlerin üzerinden masaya cetvel koyup yollar geçirerek yıkan planlara imar planı diyorlar.”

Dehşet !

Cansever’in sözlerine bir cümle de biz ekleyelim: Bugün de “yıkım planları”na KENTSEL DÖNÜŞÜM diyorlar!

Cansever kendisine sorulan “Şehirleri yeniden şekillendirme iradesi oldu mu?” sorusuna daha da dehşete düşürecek bir cevap veriyor: “Evet, eski şehirleri yok ederek. Paris taklidi iki tarafında apartmanlar yapmak Cumhuriyetin getirdiği politika ve yaklaşım olarak gündeme geldi." Bu yaklaşımdan yâni katliamdan en fazla payını alan tarihî şehirlerden birisi Trabzon’dur. Şehrin kimliğini hatırlatan, ifade eden tarihî şehir siluetinin 1930’lardan başlayarak önce doğrudan, sonra da tedrîcen nasıl yok edildiği tarihte şehir katliamları olarak kayıtlıdır.

Günümüzün “kentsel dönüşüm” mantığının aynı 1930’larda tarihî şehirlerimizde yaşandı. Modern zaman şehirlerinde “kentsel dönüşüm”ün karşılığı “şehir düştü” demektir. Cansever adeta bu sonucu görür gibidir: “Bu Türkiye’nin şehir geliştirmek için gerçek bir tasavvurunun olmamasından doğan bir sonuçtur. “

Şehrimizin son yıllarda yaşadığı ve bundan sonra hızla yaşayacağı “kentsel dönüşüm”ler, ortada “benim şehrim” diyebileceğimiz bir şehir bırakmayacak. Çömlekçi, Zağnos, Tabakhane, Ayasofya, Ortahisar gibi Trabzon’un tarihî şehir yerleşim ve dokusunu “Kentsel Dönüşü”me kurban edecek bir şehir yabancılaşması hızla başladı… Biz; çirkinlikleri yok etme, şehri dönüştürme adına şehrin TOPOĞRAFYASINI BOZAN, coğrafyasını değiştiren girişimlerin şehri ihya değil, şehri imha ettiğini düşünüyoruz.

Bu idrak/siz/lere gene Cansever sesleniyor: “Doğru, gerçeğe uyarak elde edilir. Bir şehir de öyle. Bin kilometre ötede resim masasının üzerinde yolları çizen, sağından solundan şu kadar boşluk bırakacaksın diyenler mahallî ve mikrokozmos gerçeğini bilemezler. Dolayısıyla çirkinlik ve iptidaîlik halka mecburi bir ölüm kefeni gibi giydirilmektedir.”

Evet, “Şehir düştü!”…

Düşen şehir artık istilâcıların elinde cetvel-pergel-gönye ile “kentsel dönüşüm”e hazır halde bekliyor!

Kentsel dönüşüm adına şehre ilk kazma vurulduğunda, şehrin coğrafyasında ilk iş makinası girdiğinde “şehrin düşüşü” başlamış demektir.

Bu düşüşün sebebi: Şehir yöneticileri ve şehirlerden de sorumlu siyasî irade. Bir o kadar da şehirliler.

Censever’in cümlesini bir vebal gibi tekrar hatırlatıyoruz:

“Şehirleri ihanet vurdu!”

Ancak, ihanet eden de, ihanet edilen de işin farkında değil. En trajik olan hal de bu!

Sık sık tekrarladığımız büyük ârif Yunus Emre’nin mısraı, muradımıza tercüman oluyor:

“Kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam!”

Tabii şehrimizi bulabilirsek !

(Günebakış, 8 Haziran 2011)