25 Temmuz 2011 Pazartesi

ŞEHRİN MAGAZİNLEŞMESİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Kimi etimologlar İngilizce magazine, Fransızca magasin, İtalyanca magazzino kelimesi ile Arapça mehazin kelimesi arasında akrabalık olduğunu söylerler. Hatta bu kelimenin batı dillerine Arapçadan geçtiği söylenir. Doğrudur da…

İngilizce magazin: dergi, Fransızca magazin: ambar, mağaza, büyük dükkan, İtalyanca magazin ise gemi ambarıdır. Arapça’da ise mehazin, bildiğimiz mahzen kelimesinin çoğulu, yâni saklama yeri, depolama anlamına geliyor.

Oldukça ilginç… Dünya dillerinin kök olarak akrabalığına, daha sonra coğrafyalara dağılıp anlam değişmelerine örnek ilginç bir kelimedir magazin.

Yaşadığımız şehir de içerisinde olmak üzere Modern batı şehirlerinin magazinleşmesi, yâni insan mahzenine dönüşmesi bir yana, bizim şehirlerimizin de artık geri dönülmez biçimde magazinleştiğini, insan deposundan ibaret mahzen haline getirildiğini görebiliyor muyuz?

Bir depoda istif edilen paketler ve odun parçaları ne ise, şehirde insan toplulukları da o. Tek fark: İnsanın, şehirde biyolojik hayat sürmesi.

Şehirde hayatın kendisi magazinleşmiştir. Bizim şehrimiz artık topyekûn magazin sayfasıdır. Bu sayfada varlık ve idrak da dâhil her şey magazin konusudur. Yaşadığımız şehri, insanına 3. sayfa haberi gibi sunan, şehri 3. sayfa olaylarına indirgeyen ve algılatan, o şehri bir insan mahzenine çeviren Şehir Yöneticileri var. Var demenin ötesinde mebzûl (bolca) miktarda mevcut. Şehrini magazin sayfasına çeviren şehir yöneticilerinin de yeri, olsa olsa “arka kapak güzeli” olur. Bununla da öğünebilirler.

Eğlencenin, sporun, müziğin hayatın merkezine odaklandırıldığı bir şehrin akıbeti, şairin mısralarında saklı: “Hangi şehre girdimse, kapıda bekler, sodom-gomore denen kıyamet!”

Şehir magazinleşince, insanlar günlük hayatın basitleştirilmiş, gastro ve metabolizmaya indirgenmiş ilişkileri içinde hiçbir şeyi doğru göremiyor, doğru anlayamıyor. Çünkü şehirde varlık ve idrake ilişkin hiçbir şeyin karşılığı yok.

Şehir magazinleşince, mağazaya dönüşünce orada tek bir ilişki biçimi vardır. O da; alıp-satanların sevinç çığlıklarıyla, alınıp satılanların paketlenme gürültüleri.

Kim ne derse desin, şehirlerimizde/şehrimizde böyle bir hayat var edilmiştir. Şehirlerimizin bugünkü halini magazin=mahzenden iyi resmeden bir kelime aramaya gerek yok. Şehrin tam karşılığı bu. Şehirdeki hayatın da tam karşılığı magazin hayatı veya mahzen hayatı.

Şehrin rantı da bu magazinde/mahzende kuruluyor. Fiyatlar oluşuyor, yükseliyor, düşüyor. “Değer” diye bir şey yok. Çünkü değer “varlık ve idrak”le alâkalıdır.

Magazinleştirilmiş, mağazaya, mahzene mahkûm edilmiş bir şehirde, genel anestezi verilmiş insanların nefes alıp veren hayatı… Şair diyor ya: “Tükür bu hayatın yüzüne!” İyi de mahzende anestezi halinde kim tükürecek, kim idrak edecek bu hayatı?

Uzun süredir magazinde/mahzende yaşıyoruz. Dışarı çıkmamıza imkân yok. Ola ki, birisi mahzende, magazinde mahkûm hayatı yaşadığının farkına varırsa, o zaman magazinde/mahzende paniklemenin vaktidir.

İlginç olan bir şey de; düşünenleri, bu işin idrakine sahip olanları da magazinde/mahzende yaşatıyorlar. Onlar da mahzenle sınırlı düşünmek zorundalar.

Modern zaman şehirlerinin magazinleşmesi/mahzenleşmesi aklımıza Eflatun’un ünlü “mağara” benzetmesini getirdi. Ömür boyu bir mağarada yaşayan insanlar, mağaranın duvarına düşen gölgeleri görüp, onları hakikat zannediyorlar. Mağaranın dışına çıkan içlerinden birisi, aydınlıktan gözleri kamaşıp hızla tekrar mağaraya kaçıyor ve “bunlar gölgeler, hakikat değil. Asıl hakikat dışarıda.” diyor.

Eflâtun’un bu mağara istiaresi/sembolizmi şehirde yaşanan hayatı aynen yansıtıyor.

Aslında o dışarı çıkan kişi tekrar mağaraya döndüğünde, arkadaşlarına hakikatin dışarıda olduğunu nasıl anlatacak? Temel sorunumuz da bu değil mi? Bize benimsetilen bu şehir imgesinin kabuklarını kırıp atabilecek idrake sahip miyiz?

Şehirdeki insan magazin mahzeninin ve mahşerinin farkında değil.

Bakın etrafınıza! Şehrinizin dışına çıkabiliyorsanız, dönüp bakın nasıl bir magazin/mahzen göreceksiniz?

Halüsinasyon görmüyoruz, var olan şehir ve insan gerçeğine işaret etmek istiyoruz. Asıl halüsinasyon, magazinde/mahzende yaşarken şehirde yaşadığını zannetmektir.

Bu magazinden/mahzenden nasıl kurtulacağız?

Bu soruyu sorabiliyorsak halâ hayat emaresi taşıyabiliyoruz?

Bize şehre, bir anlamda kendimize soru sormayı unutturdular. Aslında o sorunun cevabı da ondan daha güzel bir sorudur: Şehrin ortasındaki bu ben kimdir, kimin nesiyim ben?

(Günebakış, 27 Temmuz 2011)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

RUHU KOVULMUŞ "KÂBUS ŞEHRİ"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kimine kâbuslar yaşatan şehirler kimileri için huzur şehridir. Bunu belirleyen o şehre verilen “değer” ve şehrin ‘mânâsı’dır. Mekke, Medine, Kudüs, Buhara, Semerkand, Bağdat, Şam, İs-tanbul bizim gözümüzde neyse; Roma, Paris, Londra, vs. Batılıların gözünde o…

Üstad Necip Fazıl 1924 yılında 20 yaşında iken yüksek tahsil için gittiği Paris’te geçirdiği günle-rini de anlattığı “O ve Ben”de “Kâbus Şehri” başlığı altında Paris günlerinin onu nasıl etkilediği-ni anlatırken, “Kâbus şehrini bendeki tesiri bakımından kendi aynamda manâlandırırken…” diye başlar ve şöyle devam eder: “İhtilâç (kıvranma), râşe (titreme), takallüs (büzülme), hafa-kan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen ışıkları ve canavar dizisi halinde binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi peçeleyici kâbus şehri…”

Duyan, hisseden bir idrakin şehrin manâ ve muhtevasını bir anda kuşatıcı bu tesbitler, insanın şehirle, şehrin de insanla olan yakınlık ve uzaklığını yakıcı bir biçimde ifade ediyor. İnsanın imar ve inşa ettiği modern şehrin, insanı nasıl imha ve iptal ettiğinin farkına vardığımızda ürperiyo-ruz.

Bugün, kendi tarih ve medeniyetinden, kültür, mimari ve sanatından haberdar olanlar hariç, istisnasız tüm şehir yöneticilerinin “aç bir insanın eksiksiz donatılmış bir ziyafet sofrası önünde ağzının sularının akması” gibi aptal bir hayranlık ve kompleksle özendikleri, önünde ezildikleri batı şehirleri, özellikle de Paris’in, bir mütefekkirdeki, hem de 20 yaşındaki bir üniversite tale-besi iken yansıması işte budur.

Devam ediyor Üstad: “Kadını, kumarı, içkisi; (bohem) hayatı, şüpheci felsefesi, sar’a nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün düğümlenen meseleleriyle Paris… Susa-dıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın ve pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çek-menin hali… Her türlü madde âlayişi ve nefsânî saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına yataklık, hüsran beldesi…”

Modern zaman şehirlerinin tamamını saran bu hal, ülkemizin tüm metropollerinde giderek yaygınlaşan, özenilen bir kaotik hayat haline geliyor.

Böyle bir modern zaman şehrinde “hissi iptal edilmiş ruh” artık hiçbir insanî acı ve sevinç duy-muyor…

Üstad’ı okumaya devam ediyoruz: “Burhan Toprak’la bir gün (Sen) nehrinin bir köprüsü üzerin-den geçerken, kendisine şu sözü söylediğimi hatırlıyorum:

- Bir gün gelecek; bu makine dünyasının son buhranı kertesinde beklenen fikir kahramanı zuhur edecek ve kollarını açarak insanlığa seslenecek: ‘Ne yaptınız, mukaddes emaneti, ne yaptınız?’

Paris, remzleştirdiği bütün Batı mâmuresiyle beraber, perdenin önünde aldatıcı nakışlar olarak öyle (plâstik) hârikası ki, sadece perde gerisindeki karanlık ve haraplıktan haber vermeye me-mur ve dertli başını taştan taşa vura vura, bunalımdan bunalıma kıyamete kadar köşe kapma-ca oynamaya mecbur… İşte Batı! “

Şehir, hız, ışık ve renk kaosu içinde neleri kaybetmekte olduğumuzu bizden kaçırıyor. Şehir bir frankeştayn gibi kurucusuna saldırıyor, onu öldürmek için kovalıyor. İnsanın kaçma imkânlarını bile yok ediyor. Çünkü şehirde her şey insanın içinden çıkmasına müsaade etmeyici bir ‘lâbi-rent’ şeklinde inşa edilmiş. Bu lâbirentte insan yön duygusunu kaybetmiş, gideceği istikameti şehrin ‘canavarlaşmış beton kütleleri’ belirlemiş durumda. Bunlardan kaçması da imkânsız. Geriye dönse gene şehir lâbirentinin başka bir karanlık koridorunda panik halinde sağa-sola koşacak. Sonuçta şehir lâbirentine teslim olmaya mahkûm insanoğlu.

Kurgu bir şehirden mi bahsediyoruz?

Hayır! Kaskatı bir modern zaman şehrini resmediyoruz. Daha doğrusu Üstad’ın birkaç parag-rafla şeklini ve ruhunu verdiği ‘modern zaman urları’na dönüşmüş şehirleri kopyalamaya çalı-şan şehir yöneticilerine bu şehirlerin hakikatinden kesitler sunmaya çalışıyoruz.

Evet, insan vücudundaki “ur”lar şeklinde bir şehir tavassur edebiliyor musunuz? Aramanıza gerek yok. Büyük metropollere, yaşadığınız şehre bakmanız yeter! Beton urlar arasında, bu gözle biraz dolaşın yeter!

Batının sembol şehri (Paris) batılıların gözünde “Paradisius mundi Parasius, mundi rosa, balsamum orbis.” Yâni, “Yeryüzü cenneti Paris, dünyanın gülü, evrenin pelesengi” olsa da Üstad’ın “kâbus şehri” dediği, “ur”laşmış bir şehirdir.

Kendi tarihselliği içerisinde “şehrini yeniden üretemeyen”ler şehirlerini “ur”laştırmaktan başka yol bulamıyorlar!

“Çevre ve Şehir Bakanlığı” kurmakla şehirlerimiz “kâbus”tan kurtulmuyor. Tam aksine şehirle-rimizi yeni kâbuslar bekliyor. Şehir yöneticilerimizin “kentsel dönüşüm” ve “marka şehir” cin-netleri devam ettiği sürece kâbuslarımız da devam edecek.

Şehirlerimizi bekleyen en büyük tehlike, daha doğrusu şehirlerimizin yaşadığı büyük çöküşü Üstad Necip Fazıl “Vecdini kaybetmiş büyük şehirlerin boğucu kâbusu…” diye tanımlıyor.

Büyük Velî Hacı Bayram’ın ise “mil çekilmiş gözleri sebebiyle şehir nedir bilmeyen”ler diye nite-lediklerine söyleyecek sözümüz yok.

Sözümüz; şehrimizde doğanlardan çok, şehrimizle dolanlara, şehrimizle donananlara, şehrimi-zin ‘kâbus’unu hissedenlere…

Kendi dünya görüşünü kaybetmiş, medeniyetine yabancılaşmış, şehir zevk ve idraki dumura uğramış şehir yöneticilerinin yapabileceği kötülüğe eş bir kötülük düşünemiyorum.

İman, ruh, vicdan, estetik, kaygı, hüzün, sevinç, gelenek şehirlerin bağrından kovulup mağara-lara çekildiğinde, bu kederli ve yalnız ülkenin/şehrin kıyameti gelmiş demektir.

Ey şehrin insanı, bir damla kandaki bütün endişeyi hayatın kütüğünden silmiş kişi… o zaman ne yapacaksın?

Şehrimizin akıbeti hayrola…

(Günebakış, 20 Temmuz 2011)

9 Temmuz 2011 Cumartesi

“MODERN ZAMAN KENTİNDE YAŞAMANIN HİÇBİR İNSANÎ NEDENİ YOK”

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yüzyılımızın önemli düşünürlerinden Baudrillard’ın “Amerika” kitabında New York’u anlatırken söylediklerini okuyunca, yaşadığımız şehrin ve insanların rüyalarını süsleyen modern zaman kentlerini nasıl bir meş’um akıbetin beklediğini görür gibi oluyoruz. Modernliğin kemalini yaşayan, ömrünü tamamlamış kentlerin ‘metal yorgunluğu’ yaşadıkları, hız ve ritm içinde ölümü beklediklerine şahit oluyoruz.

İnsanın modern zaman kentlerinde nasıl yalnızlaştığı, nasıl atomize olduğuna Baudrillard’ın New York için söylediklerinden kesitler aktaralım: “Burada sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen, tek başına yiyip kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü. Ama yine de bir araya gelmiyor; tersine birbirlerinden kaçıyorlar; dolayısıyla birbirlerine benzemeleri kuşkulu…

Ancak belli bir yalnızlık var ki başka hiçbir yalnızlığa benzemiyor. Herkesin önünde, bir duvarın, bir arabanın motor kapağı üstünde, bir parmaklık boyunca yemeğini tek başına hazırlayan adamın yalnızlığı. Burada her yerde görülüyor bu; dünyada görülen en üzücü sahne; yoksulluktan daha üzücü; herkesin içinde yalnız başına yemek yiyen bir kişi, dilenen bir kişiden daha çok üzücü. Hiçbir şey bundan daha çok insan ya da hayvan yasalarıyla çelişkili değil, çünkü hayvanlar yiyeceği paylaşmaktan ya da almak için çekişmekten her zaman onur duyarlar. Tek başına yemek yiyen insan ölmüştür… ”

İnsanın tek başına dağ başında yaşamasıyla kalabalıklar içinde yalnız olarak şehirde yaşaması arasında fark var mıdır? Veya benzerlik var mıdır? Bu soruya Baudrillard New York’tan cevaplar arıyor:

“İnsanlar neden New York’ta yaşıyorlar? Aralarında hiçbir bağ yok. Ama yalnızca iç içe yaşamanın neden olduğu bir elektriklenme dışında. Yapay bir merkeziyet için büyük bir yakınlık ve çekim duygusu. New York’u kendi kendini çekici bir çevre yapan işte bu; bu çevreden çıkmak için de hiçbir neden yok. Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; iç içe, birbirine yakın yaşamanın verdiği sarhoşluk dışında…”

İnsanın dehşete düştüğü bir durum. Hayatın da ölümün de hiçbir anlamının olmaması için çıldırmış olmak gerek. Ama modern zaman kentlerinde çıldırmış olmak sıradan bir olay. Kimse kimsenin farkında değil. Metallerin birbirine değmesiyle oluşan elektrik, ne yazık ki insanlar arasında yok. Kentin insanı ‘yaşıyor göstererek’ öldürmesi böyle bir şey olsa gerek.

Baudrillard, modern zaman kentlerinin gelecekte nasıl yok olacağını bir kâhin üslubuyla belirtiyor: “Gelecekte kentler daha genişlemiş ve kentlikten çıkmış olacaklar, yine gelecekte kentler toprak altında yitecek, adları bile kalmayacak. Her şey yapay ışık, yapay enerji ile dolu altyapıya dönüşecek. Parlak üstyapı, çılgın dikeylik yok olacak. New York yatay parçalanmanın ve onun ardından gelen yer altı patlamasının gerçekleşmesinden önce bu barok dikeyliğin, bu merkezkaç tuhaflığın son sınırıdır…”

“New York, tüm halkın şaşılacak bir suç ortaklığı ile yakın yıkımını komedi imiş gibi görüyor; ama bu onun çöküşünün bir sonucu değil, kendi gücünün bir sonucu; bu gücü de üstelik hiçbir şey korkutmuyor; çünkü korkutan hiçbir şey yok ortada. Yoğunluğu, yapay elektrikliği herhangi bir savaş düşüncesini yok ediyor. Bir gün önce o kadar çok enerji harcanıyor ki, ertesi sabah yaşamın yeniden başlaması bir tür mucize…”

Baudrillard “bu ülke umutsuzdur” diyerek Amerikan kentlerinin vahşiliğine not düşüyor:

“Burada kentler, gezgin çöller gibi. Anıt yok, tarih yok: Her yerde gezgin çöllerin ve simülasyonun coşkusu. Birçok vadisi bulunan çorak toprakların bozulmamış sessizliği içinde de, bitmeyen ve aldırmaz kentlerin içinde de aynı vahşilik… Buralarda her türlü derinlik yok olmuş; parlak, devingen ve yüzeysel yansızlık; anlama ve derinliğe meydan okuma, doğaya ve kültüre meydan okuma, kökeni artık belli olmayan, kaynağı olmayan bir üst-mekân…”

İşte size çağımızın en önemli düşünürlerinden birisinin gözüyle “dünyanın gıpta ettiği” modern zaman kentinin görünüşü…

Hız içinde huzursuzluğun, ışık altında kasvetin, insan görünümü içinde eşyalaşmanın, gözleri kamaştıran bir özentiye dönüştüğü ülkemizin zavallı şehir yöneticileri! Nasıl bir ‘derin şehir’e sahip olduğunuzu idrak etmemenin cezası olarak; batı insanını bitkisel hayata mahkûm eden kentlerin çekiciliği size yeter!

Baudrillard’ın cümleleri, “kentsel dönüşüm” cinnetine tutulmuş şehir yöneticilerine ve “Şehircilik Bakanı”mıza ithaf olunur.

“İşte yolculuk bitti” diyen düşünürümüzün sözünü soruya dönüştürerek bitirelim: “Şehirlerimizin yolculuğu bitiyor mu? “

(Günebakış, 13 Temmuz 2011)

5 Temmuz 2011 Salı

BİYOLOJİK HAYAT VE ŞEHİRDE "FARKINDALIK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Canlılar içinde yaşadığı şehrin “farkında” olan sadece insan mıdır? Çoğu kez insanın yaşadığı fakat ‘farkında’ olmadığı şehrin diğer canlılar farkındadır. O’nu hissederler. O’ndan etkilenirler, tepki verirler. Bu canlılar davranışlarıyla ‘’şehrin farkında olması gerektiği’ni insana hatırlatırlar, ihtar ederler. Sadece “biyoloji”siyle varlığını sürdüren canlılara karşı insanın ‘idrak edici”, “şehir kurucu” vasfı; şehri “yaşanmaya değer hayat”a uygun biçimde tanzim ve tezyîn edişi O’nun “şehri inşa eden ruh idraki”ni yansıtır.

Bitkiler ve böceklerin dahi, yaşadıkları “yer”le olan ‘bağ’ ve ‘ilgi’leri insanı dehşete düşürürken, ne yazık ki insanoğlu ‘yaşadığı yer’e kayıtsız kalıyor, farkında olamıyor. Şehri göremiyor, şehrin sesini işitemiyor, şehrin havasını soluyamıyor. İdrakleriyle değil de sindirim sistemiyle şehre bağlı olanların şehir idraki, midevî ‘hazım kapasiteleri’yle sınırlı kalıyor. Böylece “idrak sahibi” olmayan diğer canlılarla aynı biyolojik hayatı sürdürüyor.

Şehir’le ilgili önemli ve ilginç metinlerden birisi olan “Şehir Kuramı” isimli makalesinde Don Martindale bu konuda şunları söyler:

“Bir yaşam sistemi olarak şehir, yeni kentli-böcek ve hayvan formları oluşturarak biyolojik evrimin bizzat yapısına müfuz eder. Gümüşçün, karafatma, tahtakurusu ve hamamböceği gibi böcekler, proleterya kadar şehre özgü ve bürokrat kadar kentlidirler. Fare ve sokak kedisi; kayıtsızlık ve inceden inceye işlenmiş ‘sinizm’ kadar şehirli olan bir bakış açısına sahip şehir sakinleridir. Şehrin kuşlar aleminden de temsilcileri vardır. Geçimlerini ticaret artıklarından sağlayan serçe, sığırcık kuşu ve güvercin tıpkı diğer kentliler gibi sang froid (soğukkanlılık) ile trafikten kaçar, meydanlarda tartışır ve saçaklarda toplantı düzenlerler. Her şehrin şafak vaktinde, dairelerin, dörtgenlerin, çokgenlerin ve üçgenlerin-şehrin geometrisinin- yeryüzünden kurtulan insan ruhu gibi buğulu havada, deyiş yerindeyse, yüzdükleri anlar vardır. Yıldızlı gecelerde, şehrin kulelerinin, hayranlık uyandırıcı ışık demetinden boşalan karanlığı yırtacakmışçasına göğe taarruz ettikleri zamanlar vardır. Bu anlarda şehir, insanlığın bizzat zamana karşı keskin bir meydan okuyuşudur. “

Devam ediyor Martindale: “Geleneksel kanıtlar, eski insanların, kendi şehirlerine ait özel nitelikleri algılayıp değerlendirdiklerine tanıklık eder….. Klasik Yunan’da yurttaş, şehrin üyesi olmaktan gurur duyuyordu ve bu özelliği kendisini barbardan ayırdeden bir fark olarak görüyordu. Roma sakinleri de benzer bir kent gururu içindeydiler.”

Martindale’nin bu sözleri aslında ‘medeniyet şehirleri’nin özellikleridir. Tarihsel şehir ve yaşama kültürümüz bize, şehirleri ortaya çıkaran nedenlerin (kimi Marksist düşünürlerin aksine) insanın diğer varlıklarla birlikte sadece üretim ilişkilerine bağlı olmadan ‘yaşayabileceği’ ve yaşama nedenlerinin sadece tarihsel şartlara bağlı olmadığını göstermektedir.

Şehrin insana tevdi edilmiş bir “emanet” olduğunu düşündüğümüzde, şehre ‘sadakat’in icbar edici, zorlayıcı bir görev olduğunu anlarız. Ne yazık ki, insan dışındaki canlılar ‘bilinçsizce’ bunun farkındadırlar da, sadece insan bunun idrakinde değildir.

Şehir sadece “şehir” değildir. Kendisini aşan ancak kendinden kopmayan mânâların tecelli zeminidir.

Şehir aslında bizi “seçer”! Bu, seçim biyolojik bir seçim değildir. Kendisini emanet edeceği, kendine liyakat gösterecek insana yaşama imkânı verir. Gerisi kendilerini “şehirde yaşıyorum” zanneder. Ama asıl onlar ‘katakomp’larda, yâni yer üstünde yaşadıklarını zannederken yeraltı mezarlarında yaşarlar. Şehir kendilerinin farkındadır ancak onlar şehrin farkında değillerdir.

Bir gün şehir bizimle biz de şehirle hesaplaşacak mıyız acaba?

Şehir idrakimiz varsa evet !

Bir gün kendimize soracağız: Bu şehrin gerçek yüzü hangisiydi ? Biz yaşarken hangi yüzüyle karşılaştık? Bu sorunun cevabı bizde gizli. Bizim şehre vereceğimiz cevabın muhtevasında saklı.

Bir gün şehrin biyolojik çeşitliliğinin bir parçası olmak istemiyorsak o şehre sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Aksi halde, tıpkı denizin insan cesetlerini kıyıya atması gibi, şehir de kendine sahip çıkmayan insanı, kendi ruhunun bahçesinden kovar. Kovmasa da o insan, ‘yürüyen ceset’ olarak varlığını sürdürebilir.

Şehrin aklı ve şehrin zekâsı karşısında insan ne yapmalı? Şehrin zekâsının kendine duyarsız kalanlar için acımasız bir zekâ olduğunu, aklının ise kendini anlamayanlar için bir cehennem olduğunu bilmeliyiz.

Şehir, kendisini hangi kollara emanet edeceğini bilir. Hangi insana “görüneceği”ni bilir!

Siz, bir şehri imha ettiğinizi zannedebilirsiniz. Ama şehir ‘küllerinden yeniden doğma’yı bilen bir ustadır. Her an yeniden doğmayı becerebilen o binlerce yıllık ustanın sizi hafızasında işaretlemesinden korkmanız gerek! Onun için sorumluluğunuzu kuşanın! Şehrin ruhuna sahip çıkın!

Hangi şehir ruhuna? Sizi biyolojik hayata değil, ‘yaşanmaya değer hayat’a çağıran şehir ruhuna!

İnsan hayatı şehir ruhu ve hayatının yanında yalnızca bir “an”dan ibarettir. İnsan bu “an”ı nasıl değerlendirirse şehir de onu o şekilde yargılayacak ve hatırlayacaktır. Bir gün hepimiz mezara gireceğiz. Önemli olan şehrin hafızasında “mevta” olmamaktır.

Şehirde, tüm hayat belirtilerinin ortadan kaybolduğu biyolojik hayatı yaşamamak için şehrin farkında olmalıyız!

Şehrin hangi karesinde olursak olalım, yukarıdaki soruları şehrimize sorabiliyor ve tatmin edici cevaplar alabiliyor muyuz? Sorabiliyor ve alabiliyorsak şehrimizin “farkında”yız. Aksi halde diğer canlılar gibi biz de “biyolojik” hayata devam ederiz.

Hani şu külhanbeylik meşhur lakırdıyı tepetaklak edip işe yarayacak şekilde yeniden söyleyelim: “Şehre sadakat şerefimizdir!”

(Günebakış, 6 Temmuz 2011)