27 Mayıs 2013 Pazartesi

“ŞEHİR VEHHABÎLERİ” TARİH VE MEDENİYET KATLİAMINDA!

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

“Şehir Vehhabîleri” ülkemizi istilâ ediyor!

Vehhabîlik, İslâm tarihinin geç dönem sapık itikatlarından birisi. “Doğru yolun sapık kolları”nın günümüze uzanan, mukaddes beldeleri istilâ eden bir itikad, düşünüş ve uygulama biçimi… İslâm’a “kabaların kabası” bir bakış ve anlayış, ona “ruhsuz”, sapkın bir inanış..

18. Yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkıp adını kurucusundan alan ve Suud rejimiyle devletleşen, sınırlı da olsa etkileri bazı Müslüman coğrafyalarda da görülen bu sapık itikadın/zihniyetin şehirlerimizle ne alâkası olabilir, diye düşünebilirsiniz.

Var, hem de doğrudan alakası var: İslam’a kaba ve ruhsuz bakış ile şehre kaba ve ruhsuz bakış arasındaki açık paralellik.

Hiçbir tarih, gelenek, süreklilik ve ölçü tanımayan bu sapık inanış biçimi son yıllarda İstanbul’da yoğunlaşarak “şehir ve mimarî” tarzı biçiminde ortaya çıkıyor ve “enfeksiyon” bir biçimde bütün şehirlerimize yayılıyor. Müslüman’ın çağdaşlaşmasını batıdakinden daha ileri bir modernizm tatbikatı ortaya koyacak şekilde geleneği tahripte gören bir zihniyet... Bir çeşit Vehhabilik bu.

Bu zihniyet, ülkemizde de idraksiz şehir yöneticileri/siyasiler ve rant iştahlı müteahhitler marifetiyle vücud buluyor. İstanbul’da, tarihî yarımadada “vehhabî anıtları” şeklinde yükselen plazalar, AVM’ler, residanslar, İstanbul’un Müslüman/tarihi siluetine musallat olmuş durumda. Yani Vehhabî zihniyeti işe önce “peygamber müjdeli” İstanbul’a üşüşerek başlıyor. Bu gidişle –Allah korusun- o tarihî Müslüman siluetten iz kalmayacak.

Tehlike büyük: “Vehhabî zihniyeti” şehirlerimizi istila ediyor! İstilânın da ötesinde “imha” ediyor!

Aslında bilinçaltında bulunan “put” stokunun dışa vurumu halinde “putlaştırmayalım” ve “şirk” diyerek tüm mekân ve eşyalara düşman olan, sahabe kabirlerini yerle bir eden “vehhabî zihniyeti”, Kâbe’yi kuşatan, akbaba gibi Kâbe’ye üşüşen “modern zaman putları” gökdelenleri, Zemzem Tower’lari ise kutsuyor.

Kur’an’da “ummül kura: şehirlerin anası” olan mukaddes belde Mekke’nin her tarafı bu vehhabî zihniyetince “istilâ edilmiş” durumda.  Bu zihniyet, İslam tarihinin bütün eserlerini “bozuk itikatları” uğruna yok eden, Hz. Hatice başta olmak üzere birçok sahabenin evini, mezarını talan eden, İslam itikadına ve mukaddes şehirlere musallat olmuş bir zihniyettir.

Fakat Peygamber beldesinde hiçbir kutsal ve tarihî mekân bırakmayan vehhabî zihniyeti sadece Suud’la sınırlı değil.

Şehirlerimizde yükselen, insana ve hayata muzır ve musallat bu “kıyamet alametleri”, işte bu sapkın Vehhabî zihniyetinin şehir mekânları halinde tezahürleridir!

Zemzem Tower’ların Kabe-i Muazzama’nın üzerine çullandığı gibi, tarihi yarımadada Sultanahmet’e ve daha birçok tarihî mekâna-yapıya musallat olan ve üzerine yığılmak için fırsat kollayan arsız gökdelenlere izin veren “vehhabî zihniyet”, medeniyet şehri İstanbul’u (Mekke ve Medine’de yaptığı gibi) gökdelen tarlasına çeviriyor!

Mekke-i Mükerreme’de Mescid-i Haram’daki revakların kaldırılmaması, Osmanlı mirası o muhteşem Ecyad Kalesi’nin yıkılmaması için ricalarda bulunan siyasî iktidarımız ve onun Belediye Başkanları İstanbul’da, diğer metropollerde ve şehirlerimizde yaptıkları tahribatları hangi gerekçeyle izah edecekler?

Doğrusu böyle bir izaha nasıl cür’et ve cesaret edebilecekler merak ediyorum.

Bu zihniyet yanı başımızda, harim-i ismetimize girmiş, bize adeta şöyle meydan okuyor: “Kâbe’yi kuşattık, İstanbul ne oluyor ki?..”

İstanbul’a girişte sizi göğü delen kazıklara benzeyen binalarla Vehhabî zihniyet karşılıyor! Bu dökdelenler adeta şehrin kimliğinden, “temiz itikad”ından “kirli anıtları”yla intikam alıyor!  Anlaşılan o ki; bundan böyle “vehhabî zihniyeti” İstanbul’un siluetiyle birlikte muhteva ve kimliğini de ifsat ve talan edecek.

Kim derdi ki, Osmanlı’nın “sapıklık ve küfür” diyerek reddettiği, yok etmek için uğraştığı “vehhabî zihniyet”i kadîm medeniyet başkentinde yeniden ortaya çıkacak!

Kim derdi ki, bir zamanlar şehrin kendilerine emanet edildiği “şehreminleri”, bir gün “şehir imhacıları”na dönüşecek! Ülkenin bayındırlık, imar ve iskânından sorumlu bakanlığı da tıpkı bir emlakçı gibi, kentsel dönüşüm(!) uğruna “arsacılık”la uğraşmaktan “şehircilik”e vakit bulamıyor olsa gerek.

Bu nasıl bir zihniyettir? Bu refleks neyin ifadesidir? Acziyetin mi, vurdumduymazlığın mı, idrak yoksunluğunun mu, gafletin mi, yoksa şehre ihanetin mi?

Ürpermemek mümkün değil!

Aklın, şehrin, mimarînin, idrakin, inşanın ve ihyanın çıldırmasının vaktidir!

Karargâhını İstanbul’da kuran bu zihniyete geçit veren “Şehir Vehhabîleri”ni sahih ve temiz itikada davet etmenin vakti geçiyor!

Çünkü “tevhid” iddialı bu “şirk” inşa edicileri, gayr-i insanî “şirk anıtları”yla şehirlerimizde karargâh kurdular. Merkezî ve yerel “itikad inşa ofisleri” sürekli şehirlerimizde AVM, Residans, Plaza ve gökdelenlerle yeni “Babil kuleleri”yle inkâr ve isyanın bayrağını açtılar!

Oysa, Peygamber müjdeli bu büyük medeniyet şehrinin Fatih’i şehir tasavvurunu “murad bir şehir bünyâd etmekdür” şeklinde ifade etmişken; ondan beş asır sonra da II. Abdulhamid “Sened-i Hakanî” ile İstanbul’u koruma altına almışken, bugünün siyasî iktidarı ve İstanbul’un yöneticileri bir yandan hamasetle “Fatih’in Şehri, Fatihin Nesli” nutukları atarken, diğer taraftan ise sanki şehri ve nesli yok ettiklerinin idrakinde değil gibiler...

Belki bir “şok” hâsıl olur da kendilerine gelirler diye aşağıya Fatih’in meşhur Ayasofya Vakfiyesi’nden bir bölüm aldım. Fatih’in Vakfiyedeki vasiyeti ve bedduasındaki sözleri, adeta İstanbul’un 570 yıl sonra, bugün hangi ellerde ne hale dönüşeceğini düşünerek söylenmiş gibi:

“Kim, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse, vakfın değiştirilmesi ve iptali (batıl, geçersiz olması) için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve amacından başka bir amaca çevrilmesine kastederse… Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti böyle yapanların üzerlerine olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin, onlara ebediyen merhamet edilmesin. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı üzerine olsun…”

Bu vebalin dehşetini düşünebiliyor musunuz? Bu vakfiye Ayasofya için yazılsa da bütün İstanbul içindir. Tabii sadece idrak sahipleri için!

Ey İstanbul!
Ey şehrim!
Ey şehirlerim!

Senden, ancak “sana benzeyenler”le intikam alınabileceğini keşfedenler senin ruhuna musallat oldu! Genlerinle oynanıyor! DNA’n bozuluyor!

Artık Cengiz’ler, Hülagü’lar, Romalı istilâcılar yok! “Yerli” ve “senden” gözüken (mankurtlaştırılmış) imhacılarla karşı karşıyasın! Devir onların devri! T.C. Başbakanı ‘damak tadı’ndan bir türlü kurtulamadığı “tarih, şehir ve medeniyet” nutukları atarken bile yanıbaşında seni katletmeye devam ediyorlar!

İstanbul yanıyor!
Şehirlerimiz yanıyor!
Trabzon, Bursa, Amasya, Konya, Kayseri… bütün şehirlerimiz yanıyor! Yangından bir şey kurtarma derdinde değiliz, yangını söndürme derdindeyiz. Ama nafile! Çünkü bizzat yangını söndürmesi gerekenler yangına su yerine körükle gidiyorlar!

Büyük velî Feridüddin Attar’ın “kitabıma dert gözüyle bak ki bendeki yüz dertten birini görebilesin!” diyor. Bu dert sahipleridir ki;

-Tarih ve medeniyet derdi olanlar!
- Şehir ve mimarî derdi olanlar!
-İdrak ve inşa cehdi olanlar!
-Rant şehvetine kapılmayanlar!

Öncelikle İstanbul’a, sonra da tüm şehirlerimize musallat olan “vehhabî zihniyeti”nden rahatsızlık duyar !

“Şehir Vehhabîleri”nin rant şehvetini kim durduracak? Kirlettikleri şehirleri kim temizleyecek?

Üstad Necip Fazıl’la bitirelim: “Her şeyi o kadar tahrip ettiler ki, büsbütün berhava etmeden toplama imkânı kalmadı!”

Mevlâ görelim neyler…



 

 

 

  

 

 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Cumhuriyetin ‘geç dönem’ şehir faciası: TOKİ NEKROPOLLERİ ve DNA KORSANLARI...


Yahya Düzenli                                                                                                        
duzenliyahya@gmail.com

Bizim gibi köklerinden beslenmeyi red ve terk etmiş, yeni kökler de bulamamış bir ülke için modern zamanlarda inşa ettiği “metropol”llerle antik dönem “nekropol”leri arasında hiçbir fark kalmadı.

Zaten modern zaman metropolleri kasvet ve kaosuyla, sadece ‘biyolojik canlı’lara mahsus bir hayat tarzı oluştururken aslında bu “nekropolde yaşamaktan (!) başka bir şey değildir.

Erken dönem Cumhuriyet zihniyetinin “şehir tasarımı” ile geç dönem, yâni 2000’li yılların son on yılındaki “şehir tasarımı” arasında nasıl bir fark vardır? Veya fark var mıdır?

Şöyle bir fark var: Erken dönem Cumhuriyet, (reddetse de) mirası üzerine oturduğu Osmanlı medeniyet dünyasının köklerini kurutma adına işe şehirlerden başlamış ve Osmanlı coğrafyasından kalan bütün medeniyet şehirlerinde “Cumhuriyet’e özgü ilerici dönüşümü”ü sağlamak için, tarihi hatırlatan şehir, mimarî, mekân, vs. her ne varsa tamamını imha etmek gayretinde olmuştur. Bu konuda başta İstanbul, Trabzon, Konya olmak üzere tüm şehirlerimizde “urbisit” (şehir katliamı) gerçekleştirilmiştir. Bu konuda ayrıntılı olarak epey yazı yazdığımız için konunun ayrıntılarına girmeyeceğim.

Erken dönem cumhuriyet zihniyetinin urbisit uyguladığı şehirlerimizde dikilen binaların, yapıştırılan mekânların niteliği ne olursa olsun en önemli başarısı; tarihî şehir dokumuzu parçalamak, stokumuzu bozmak ve hafızamızı boşaltmak olmuştur.

Erken ve geç dönem Cumhuriyet zihniyetinin ilginç benzerlikleri var. Öncelikle her iki dönemde de “tek parti” iktidarı söz konusudur. Her ikisi de ısrarla ve taammüden “şehir”lere musallat olmuştur. Erken dönemde “yeni imar planları”, geç dönemde “kentsel dönüşüm projeleri” şehirlerimizin ‘karakterini’ bozmuştur!

Aralarında tek bir fark var: Erken dönem tek parti zihniyeti “neyi yıkacağını, yerine neyi inşa edeceğini” biliyordu. Ama geç dönem ‘tek parti zihniyeti’ ise “neyi niçin yıktığının, neyi niçin inşa edeceği”nin idrakinde olduğunu söylemek oldukça zor.

Peki, son on yılda şehirlerimizde yapılanları nasıl izah etmeli? Son on yıldır yapılanlar, tek cümle ile; şuuraltına erken dönemde katliam kodları yerleştirilmiş bir ‘şehircilik zihniyeti”nin geç dönemde yeniden hortlayarak harekete geçmesinden başka bir şey değildir.

Son on yılın altını özellikle çiziyoruz. Çünkü “tek parti”nin her türlü kuvvet ve kudretine sahip, üstelik “tarih ve medeniyet” iddialarını nakarat gibi dilinden düşürmeyen zihniyeti, TOKİ Terminatörü eliyle şehirlerimizde “urbisit” uyguluyor!

Sadece TOKİ mi? İlgili bakanlık, karar verici siyasîler ve özellikle de belediyeler bu “kent suçları”nın sorumlularıdır.

TOKİ nam Terminatör, tüm şehirlerimizi istilâya devam ediyor. Timur döneminde yaşayan İbn-i Arabşah’ın “Acâbu’l-Makdur” olarak nitelediği ve “Ol zalimin Isfahan’a girdiğinde yaptıkları” diyerek facianın dehşetini ifade ettiği gibi, şehirlerimize üşüşen bu “yapı zihniyeti” her türlü eleştiriye, tepkiye rağmen urbisit’e devam ediyor.

Şehirlerimizde kontrolsüz ve bünyeyi saran tümörler şeklinde çoğalan yapı gürûhunu yâni kötüyü, çirkini, yanlışı yıkmaya karşı çıkıyor değiliz; yerlerine iyiyi, doğruyu güzeli inşa edebilecek bir şehir ve medeniyet idrakinin bulunmadığını ısrarla ifade ediyoruz. İspatı ise TOKİ NEKROPOLLERİ’dir.

Son on yıllık geç dönem Cumhuriyet iktidarının şehir tasarımlarını gerçekleştiren “TOKİ” aygıtı, “kentsel dönüşüm” adına musallat olduğu tüm şehirlerimizi MODERN ZAMAN NEKROPOLLERİ haline getirmiştir. Getirmeye de devam etmektedir.

Başta Bakan olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın tüm bürokratik “mentalite”sinin de şehirlerimizi “modern zaman nekropolleri” haline getirmekte mahir ve mütebahhir olduklarından hiç şüphemiz yok!

Günümüze kadar gelen antik dönem nekropolleri ile bugünün modern zaman TOKİ NEKROPOLLERİ’ni mukayese edin. Arada şöyle bir estetik ve yaşama farkı var. Antik nekropoller, “ölüleri”ni eski Yunan ve Roma üslubuyla son derece estetik ve zarif “tabutluk”lara gömüyorlardı. Geç dönem ‘tek parti zihniyeti’ ise “zamanın ruhu”na uygun olarak gökyüzüne doğru diktikleri TOKİ NEKROPOLLERİyle “canlıları” gömüyorlar!

İlginç olan bir şey daha: Antik dönem metropollerinin canlıları ölünce nekropollere taşınıyor Modern zaman TOKİ zihniyeti ise canlılarla ölüleri aynı nekropolde istif ediyor. Yâni metropol ile nekropolün anlamı ve işlevi aynîleşmiş durumda.

Üstad ne muhteşem söylemiş: “Yaşayadursun insan, hayat dediği zan’la!”

Erken dönem metropolleri canlılarına saygı gösterirken, nekropolleri de ölülerine saygı gösteriyordu! Bunun göstergesi de inşa ettikleri metropoller ve nekropoller! Yâni “canlılar şehri” ile “ölüler şehri”.

Bir şey daha: Geç Cumhuriyet dönemi insanları nekropollere ‘gömüldükleri’nin farkında değil!

“DNA Korsanları” isimli fütüristtik bir filmde, korsanlar insanların vücutlarına girerek onları öldürmektedir. Bu filmden bir cümle hatırlıyorum: “hayatta hangi yolu seçersek seçelim, bu jenerasyonun kendini yok etmek gibi bir niyeti var.”

Niyeti aşmış bir “cinnet” şeklinde şehirlerimizin DNA’ları yok ediliyor. Buna “kentsel dönüşüm” anestezisiyle önce coğrafya imha edilerek, sonra da üzerine “dikey nekropol”ler inşa edilerek devam ediliyor.
 
Bu hal karşısında hepimiz, idrak tutulmasına uğramış bir halde “seyrediyoruz”. Bunun adı herhalde “topluca intihar” olsa gerek.

“Güç zehirlenmesi”yle tarihe, geleneğe, toprağa kastetmiş, “durdurulması imkânsız” gibi görünen bir zihniyetin şehir dönüşümleri ister “erken” ister “geç” Cumhuriyet dönemi olsun hep aynı !

Semerkand’la ilgili derler ki; “Semerkand’ı gördüm diyen kişiden, orada gördüğü acaibat ve garaibattan sual ederler. Eğer o kişi bunları söylerse, o zaman onun şehri gördüğüne inanırlar, öbür türlü ‘bu adam Semerkand’ı rüyasında görmüş’ derler.”

Biz de gördüğümüz acaibat ve garaibatı yazmaya ve şehre dair “feryad ü figan”ımıza devam ediyoruz.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

ŞEHİR “JAZZ”A, JAZZ ŞEHİRE DÖNÜŞÜRSE…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Almanya Kültür Bakanı’nın Berlin’de şöyle bir konuşma yaptığını düşünün: “Eğer klasik Türk musikisi bir şehre dönüşseydi bu muhakkak Berlin olurdu; Berlin bir müziğe dönüşseydi, muhakkak adı Klasik Türk musikisi olurdu”.

Veya Avusturya Kültür Bakanı’nın Viyana’da bir müzik etkinliğinde şöyle konuştuğunu farz edin: “Eğer Horon bir şehre dönüşseydi muhakkak bu Viyana olurdu; Viyana bir müziğe dönüşseydi, muhakkak adı Horon olurdu”.

Bu konuşmalar Almanya’da, Avusturya’da nasıl karşılanır, nasıl bir etki yapar ve Kültür Bakanı nasıl bir tepki alırdı?

Büyük ihtimalle Alman ve Avusturyalılar Bakanın “saçmaladığını”, bilincini kaybettiğini ve epilepsi nöbeti geçirdiğini düşünürlerdi. Bakan da gelen tepkiler üzerine istifa ederdi.

Dahası Almanlar Bach’ın, Beethoven’in, Wagner’in, Brahms’ın ruhuna ihanet edildiğini; Avusturyalılar ise bu hakaretler karşısında Haydn ve Mozart’ın hayaletinin üzerlerinde dolaşacağından endişe ettiklerini söylerlerdi herhalde. Bazı entelektüellerin de bıyık altından kıs kıs gülüp olayı epeyi komik bulacakları da âşikâr.

Hâsılı, bu konuşmalar, Alman ve Avusturya kültür tarihinde “Unutulmayacak ünlü skandallar” türünden yerini alırdı.

Peki, bizde böyle bir şey olsaydı… Oldu…

Türkiye’nin Kültür Bakanı 29 Nisan 2013 günü İstanbul’da UNESCO Uluslararası Caz Günü etkinlikleri nedeniyle Çırağan Sarayı’nda ev sahibi sıfatıyla verdiği resepsiyonda şunları söylüyor: “Eğer caz bir şehre dönüşseydi muhakkak bu İstanbul olurdu; İstanbul bir müziğe dönüşseydi, muhakkak adı caz olurdu.”

Bakan bunları söyledi ve hiçbir şey olmadı, hiçbir tepki almadı. Belki de resepsiyona ‘niçin katıldığı’nın farkında olmayan bazıları tarafından da alkışlandı. Bu sözler bakanın “özel fantezileri” midir, yoksa bir İstanbul gerçekliğini mi ifade ediyor?

"Günün anlam ve önemi”ni vurgularken tatlı su Frenklerine göz kırpmak babında ülkemizde benzerleri çok görülen “zorunlu saçmalıklar” dizisinin önemli figürlerinden biri oldu.

Kültür Bakanı Ömer Çelik’in gazetelere yansıyan fakat dikkat çekmeyen bu konuşması adeta Konfüçyüs veya Budavarî bir aforizma (!). Bizim için son derece manidar… Herhalde Sayın Bakan, bizim idrakimizi zorlayan, tahayyülümüzü aşan bir irtifada uçarak bunları söylüyor olsa gerek.

Caz; batılı sömürgecilerce Afrika’dan getirilen kölelerin Amerika’nın güneyindeki pamuk tarlalarında ve demiryollarında çalışırken söyledikleri, kendilerine mahsus bir müziktir. Gayr-i insanî şartlarda çalışan, hayatta kalmak için her şeye çaresizce boyun eğen kölelerin duygularını ifade eden caz, kökeni Afrika olsa da bugün Amerikan rengine büründürülmüş Afro-Amerikan cinsi bir ‘uyuşturucu’ olarak kullanılıyor…

Cazdan anlamıyor veya caza düşman mıyız?

“Caz”ın değerini, muhtevasını ve masum Afrikalı kökenlerini tartışmıyoruz. Kültür Bakanı UNESCO’ya şirin görünmek veya İstanbul’un, tüm ulusların ve müziklerin barındığı, kendilerini ifade edebilecekleri bir “dünya metropolü” olduğunu vurgulamak için bu sözleri söylemiş olabilir? Ama yine de etkinliklere ev sahipliği yapmanın verdiği mülkiyet duygusu ile bu topraklar ve insanlarda hiçbir karşılığı bulunmayan caz’ın “İstanbul’lu ifadesi” böyle olmamalıydı?

 İşte bir şehrin “Dünya Kenti”, “Uygarlıklar Kenti”, “Uygarlıklar Buluşması” anestezileriyle giderek kendine “yabancılaştırılması” bu tür sahte klonlama operasyonlarıyla oluyor.

Şehirlerin kendilerine yabancılaştırılması, kendileri olmaktan çıkarılması birdenbire olmuyor. Fiili istilâ bile şehirleri birdenbire tarihten silemiyor. Kültür, sanat, dil, folklor, müzik… ile başlayan bir operasyon süreci şehrin önce ifsadını, sonra inkârını ve sonra da imhasını beraberinde getiriyor.

Memleketimizin “Bakan kültürü”nden neş’et eden bu “şiir gibi hikmetli söz”ü anlayamayıp, kültür bakanının cümlesinden yola çıkarak paranoya mı üretiyoruz?

Ne derseniz deyin, nasıl anlarsanız anlayın, zaten kendisine ait müzik altyapısı, kültür ve sanat altyapısı yerinden oynamış, kökleriyle bağı koparılarak kısırlaştırılmış bir toplumun/bir şehrin boşalan damarlarına bu tür “devlet telkinleri”yle enjekte edilen şeyler enfeksiyonla sonuçlanır.

Kültür Bakanının yukarıdaki sözleri de “şehir enfeksiyonu” türünden ifadeler…

Türkiye’de “Bakan kültürü” maalesef böyle oluyor.. Üstelik bu sözleri söyleyen ülkenin “Kültür Bakanı” olursa iş nerelere kadar gider siz hesap edin…

Kültür Bakanı -başta İstanbul olmak üzere -şehirlerimizin “müzik dili”nin, genetiğinin… ezcümle kültür muhtevasının her türlü yabancılaşmaya karşı yeni yorumlarla tahkim edilmesi yönünde bir gayret içinde midir bilemiyorum. On bir yıldır hiçbir kültür bakanından sadece müziğin değil, hiçbir “kültür değerimiz”in muhafazası, gelenekten yeni değerler üretme ve yeni nesillerce içselleştirilmesi yönünde esaslı bir çabaya şahit olmadık.

Bizde “bakan kültür”leri böyle oluyor demek ki.

Biraz daha klasikleştirelim: “Çelebi! Bizde böyle olur entel Bakan dediğin!”

UNESCO’nun İstanbul Uluslararası Caz Günü etkinliğine yaptığınız ev sahipliği kadar olsun şehrin kültürel ve fizikî siluetinin bozulmasına dair ikazına niçin aldırış etmiyor, cevap vermiyorsunuz?

Kültür Bakanı’nın “aforizmasından”(!) böyle vahîm sonuçlar çıkarılabilir mi?

Bu tür etkinliklerle şehirlerimizi “pazarlama” cinneti sadece İstanbul’la sınırlı değil. Yaşadığımız şehirlerin, “kifayetsiz muhteris”ler eliyle nerelere kaydırıldığını, nasıl bir yabancılaştırılma koridoruna sokulduğunu görmemek için kör olmaya bile gerek yok. Bunu âma bile görür…

6 Mayıs 2013 Pazartesi

ŞEHİR= [(AVM)+(RESİDANS)+(PLAZA)]-[İNSAN]

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığındaki denklem şeklindeki  “matematiksel ifade”  şehirlerimizin ne hale geldiğini, insansızlaştırılmış, AVM, Residans ve Plazaların toplamından ibaret “ur yığını”na dönüştüğünü anlatıyor. Eskiler “su-i misal emsal olamaz” dese de kadîm medeniyet şehirleri de dahil olmak üzere bütün şehirlerimiz bu şekilde “urlaşma” içerisinde. Ur haline gelemeyenler de “urlaşma”nın hasreti içerisinde (!)

Karşımızda insan öğüten, insana tahammül edemeyen, “yok eden güruhiyle ve yok edilen ruhiyle” tümörleşmiş bir “şehir aygıtı” var. Bu aygıt, kendisini inşa edeni yutmaktan şehevî bir haz alıyor. Yuttukça da şehveti artıyor!

Bu denklemin geometrik ifadesine gelince…

Bir dostum geçtiğimiz günlerde, yukarıdaki denkleme uygun düşecek müthiş bir karikatür gönderdi. Görünce çarpıldım. Modern zamanların insan-şehir ilişkisi karikatür diliyle ancak bu kadar etkili anlatılabilir, çizilebilirdi. Müthiş olduğu kadar insanı dehşete düşüren bir karikatür: Korkunç büyüklükte ve yan yana birbirine yapışmış, ayrılsa yıkılacakmış hissini veren apartmanların/gökdelenlerin her birinin en üst katı kıyma makinasının et konulan haznesi şeklinde. Bu hazneye tıka basa doldurulmuş insanlar panik halinde çırpınıyor. Kıyma makinasına benzetilmiş gökdelenin yan tarafında bir el, kıyma makinasının çarkını çeviriyor, haznenin kenarlarından et ve kan pıhtıları sarkıyor. Çark döndükçe gökdelenin her katındaki pencerelerden kıyma fitillerine dönüşmüş insan etleri fışkırıyor, aşağıya dökülüyor. Kıymalar yere değer değmez robotlar veya tabanca kurşunları şeklinde “blok insanlar”a dönüşüyor ve yeni bir hal alarak metropolün büyük bulvarında ruhsuzca ilerliyor.

“Genetiği değiştirilmiş şehir ve insan”ın fotoğrafıdır bu karikatür.

İnsan ve şehir yok artık. “Şehir” olmaktan çıkan bu ‘toplama mekânlar’ ve burada ölüme doğru çılgınca koşan insanlar…

Ruhu kalmayan şehirlerde ruhsuz insanlar… 

İnsanın zihni öylesine istilâ ve işgal edilmiştir ki; artık hayal ve rüyalarında kendisini “hapsedeceği” böyle bir ‘tabutluk’un iştiyakını duyuyor.

“Görünmez bir el”in her şeyine müdahale ettiği, kimyasını değiştirdiği böyle bir şehir ve insanın akıbetini merak etmeye gerek yok. Çünkü ortada “şehir ve insan”dan iz kalmamış. 

Şehrin de insanın da “helâk”i bu olsa gerek… İnsan bu halinin farkına varmadan “hayat dediği zan”la yaşadığı tesellisinde…

Metropolü inşa eden de insan, metropolün imha ettiği de insan… Tıpkı kumanda edicisinin kontrolünden çıkıp, sahibine saldıran bir yaratık gibi.

Bu bir inşa mı, yoksa imha mı?

İnşa zannedilen bir imha!

“Ölçü”sünü kaybeden insanoğlunun “ölçüsüz” sığınakları, barınakları, yaşama mekânları…

Eşyanın, araçların, nesnelerin, betonun, metalin ‘kutsal’ hale geldiği, beynine elektronik çip yerleştirilmiş ‘makina’lara ‘insan’ denildiği bir dünyanın şehirlerinde, mekânlarında ‘insan’a yer yok !…

Ahmet Haşim, yaklaşık 90 yıl önce “bizim şehrimiz”in geçireceği bu ‘başkalaşma’ya ilişkin, öncelikle ‘şehir telakki’mizin bozulduğuna, mimarî tarzımızın yok edildiğine  ve modern araçların istilâsına değinerek şikayet ediyordu: “Yeni bir Bâbil gibi yan yana konmuş esmer küpler halinde yükselen New York’u, durmadan gökyüzüne doğru uzamaya mecbur eden sebepler mimarın zevksizliği veya aczi değil, caddelerin yeni nakil vasıtalarına göre geniş ve düz tutulması lüzumu, arsaların pahalılığı, binaların acele yapılması mecburiyeti, nüfus kalabalığı, iş hayatının günden güne artık korkunç faaliyetidir. Mimarîyi artık Çin ve Hindistan’ın uzak eyaletlerinde (o da bilmem ne zamana kadar) aramalı…”  

Haşim “… zamanımız feragat isteyen birçok faziletlere, safvet isteyen birçok güzelliklere inanmadığı gibi şimdi ‘mimari’ye de inanmıyor.” diyor.

Şehirlerimizin bugünkü halini göremeyen Haşim’e ilaveten: Mimarîyi aramak için önce “şehir ve medeniyet idraki”ne sahip olmak lâzım diyebiliriz.

İşte, “şehir ve medeniyet” idrakiyle inşa ettiğiniz yapı ve mimariyi ortaya çıkaran ‘iman’dan sonra inkâra saplanmak; ortaya böylesine gayri insani, vahşi yapılar, mekânlar yâni AVM’ler, residence’lar, plazalar çıkarıyor.

Bunlar, antik dönemlerdeki dev tapınakların modern zamanlardaki karşılığı mıdır dersiniz?

Bu hal, en çok da “kendisinden kaçan”, kendisinden korkan, kendisine yabancılaşan, ne olacağını bilemeyen ve giderek ‘hormonal canlılar’a dönüşenler için geçerli. Yâni bizim için. 

Tarih boyunca “kendi kalarak değişebilen” şehirler sürekliliğini sağlayarak var olabilmişlerdir. Kendi kalan, yâni ‘varlığının idraki’nde olanlar…

Nietzche’nin sorusuyla devam edelim: “Bu evler ne anlama gelmekteler? Gerçekte, onlara anlam vermek için inşa eden büyük bir ruh değil! Onları oyuncak kutusundan çıkaran aptal bir çocuk mu?... Ya bu odalar ve barınaklar? İnsanlar bunlarda nasıl yaşayabilir?...”

Bir filozof, “bir kobranın bile, içinde zararsız hale gelebileceği ortamlar düşünmek mümkün” diyor. Bugünün zehir saçan bu devasa yapılarında kobralar bile hayretten sokmayı unutmuş durumda bir zavallı, bir masum..

Antik mitolojide bile hayal ve hayatın bu derecesi yok!

Denklem etrafımızı sarmış durumda. Çember giderek daralıyor. İnsan için intihar ya da isyandan başka bir ihtimal var mı?

Bu hal karşısında hiçbir şey yapamayan, çaresiz mahkûmlar mıyız?

Üstad Necip Fazıl’ın söylediği gibi; “Istırap bile ilâhi bir lütuf, şifa yerine geçiyor! Allah Allah! Ne haldir bu! Ne korkunç hale geldi! Hiçbir devir böyle bomboş kalmadı!”