27 Nisan 2010 Salı

“MARKA ŞEHİR” KOMEDİSİ ve KOMPLEKSİ …

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

Bazı kavramlar vardır asla “ironi”ye konu edilemeyecek bir gerçeklikte kullanılırlar. Ne kadar zorlarsanız zorlayın size kendilerini teslim etmezler. Onlara sahip olamazsınız. Zoraki sahip olmak istediğinizde teslim olur ancak sizi de kendisine çeker, dönüştürür ve komedi malzemesi haline getirir. Yâni, bağlamlarından, ait oldukları anlam dünyasından koparılmalarının intikamını sizden korkunç bir şekilde alırlar. Siz bunun farkında olmazsınız. Çünkü “tutkunu” olduğunuz kelimenin büyülü dünyasına kendinizi öylesine kaptırmışsınızdır ki, düştüğünüz yerin ve durumun farkında değilsinizdir.

Bir yazımızda “kelimelerin yolumuzu aydınlatamadığı bir zamanda yaşıyoruz” diye bir cümle kullanmıştım. Cümleyi biraz değiştirelim: “Kelimelerin yolumuza tuzak kurduğu, daha doğrusu kelimelere kurduğumuz tuzağa kendimizin yakalandığı bir zamandayız!”. Etimolojisinden koparılan kelimelerin “cahil”lerin ve “kifayetsiz muhteris”lerin dilinde büründüğü anlamı gördükçe o kelimelerden utanacak, kaçacak hale geliyoruz.

Bu kelimelerden en popülerlerinden birisi; “marka”. Tek başına kelime olmanın ötesinde bir anlamı yok. Ancak kullanıldığı yere, anlamlandırılmak istenen yere taşındığında ortaya öyle bir garabet ve ucube çıkıyor ki insanın çıldırmaması mümkün değil. Tıpkı “marka şehir”de olduğu gibi… Şehre, olmayan “imaj”ını kazandırmak için olsa gerek uydurulmuş bir “dolgu kavram”… Hemen de müntesip bulmuş…

Şimdilerin “az gelişmiş” yerel yöneticilerinin dilinde dudak tiryakiliği bırakan bir kavram; “Marka Şehir”. Şehriniz mi “marka”laşıyor yoksa Belediye Başkanınızın mı “marka” olmaya veya “markalı” denilmeye ihtiyacı var ? Pek belli değil. Tabloya baktığımızda galiba ikincisi, yâni Belediye Başkanı’nın ‘markalı’ denilmeye ihtiyacı var !

Yerel yöneticiler, şehrin problemlerden kurtulmasının formülünü bulmuşlar: Şehirlerini “Marka Şehir” yapmak. Ne markadan ne de şehirden haberdar olmalarına, şehir tasası çekmelerine gerek yok. Şehirlerinin “marka şehir” olduğuna hayal dünyalarında inanmaları, bunu melankolik bir tutku haline getirmeleri yeterli.

Bazı hastalıkların şifası yok. “Marka şehir” epilepsisine tutulanların krizlerinin geçmesini beklemek zorundayız. O da çok zor. Çünkü hastalık ‘akut’ değil, ‘kronik’.. Onun için de ne zaman nöbetin geleceği, ne kadar süreceği belli değil. Bilinen o ki; sürekli epilepsi krizlerini beklemek zorundayız.

Adeta “vird” haline gelmiş ‘marka şehir’… Ağzını açan Belediye Başkanı “marka şehir”le başlıyor. Bir zamanların devletlûlarının “Biz küreselleşirken” nakaratı yerine bu kez yerellûlarımızın “biz marka şehir iken” nakaratı… İşin ilginç, ilginç olduğu kadar da ironik olan tarafı: Tüm şehirlerin, ilçelerin, beldelerin “marka şehir” olduklarını ilan etmeleri… Hastalık bir yerden patlak verdi mi her yere sirayet ediyor.

Yanılmıyorsam bir Karadeniz sanatçısı yıllar ince türküsünün bir yerinde söylemişti: “Nenem da hep markali keyerdi. Çabulaci Mehmet’ten alurdi lastiklarini!” Şehirlerini markalaştırma iddiasındaki yerel yöneticllerin “marka”ları da bu cinsten…

“Marka”, ticari-ekonomik bir imaj kavramı.. Rakebetle yan yana kullanılan bir kavram… Ve ‘marka’ iddiasında olanların öncelikle ‘pazar’ ve ‘rekabet’ kavramlarının ‘vahşi yok ediciliğine karşı markalarını korumaları gerektiğinden haberleri var mı? “Marka”nın rekabet piyasasına konu alınıp-satılabilen ticarî bir kavram olduğunu da hatırladığımızda, “markalı şehir” piyasasında ‘değer’e, manâya yer olmayacağını da anlarız.

Çok da önemli değil. Zaten şehrimizin ‘ne olduğu’ önemli değil (!) Bilboard’larda “marka şehir” yazılsın, Belediye Başkanı’nın da yapay bir gülücükle dişlerini göstermesi ve elini müphem bir noktaya işaret etmesi yeterli (!) Bu anlamda, aslında “marka” olmak isteyen, pazarda yerini almak isteyen Belediye Başkanı olsa gerek.. Yâni aslında bilinçaltında “marka”laştırılmak istenen şehir değil Belediye Başkanı… İfade edilemeyenin ifade edilebilir şekli bu.

Trabzon da bu “marka şehir”lerden payını almaya başlıyor… Siyasetçileri, yerel yöneticileri, Valileri, bürokratları, sanatçıları, sivil toplum örgütleriyle bir bütün olarak “Trabzon’u marka şehir yapmak için” çalışıyor (!) Kim veriyor bu markayı? Markalı şehirlerin ‘kerameti kendinden menkul’… Hangi sebeple “markalı şehir” oluyoruz o da belli değil.

Olsun, önemi yok. Narsisizmimizi tatmin ediyoruz ya, gerisi önemli değil.

Geçtiğimiz Şubat ayında Bir Belediye Başkanını Ankara’daki Trabzon etkinliklerinde standları dolaşırken gördüğümde, bir komedi filmini seyredercesine tebessüm ettiğimi hatırlıyorum. Belediye Başkanını özel kameramanı takip ediyordu. Belli ki önceden talimat almıştı. Başkan, ağır çekimde gibi hangi standda ise elini oradaki bir malzemeye uzatıyor, zoraki birkaç soru soruyor, cevaplar alıyor, poz veriyor. Hatta (konuyla ilgisi olmamasına rağmen) ‘bunu şöyle yapsanız daha iyi olur, daha verimli olur’ yollu akıl verici bilgiçlikte de bulunuyordu. Böylece de kameramanın ayrıntılı görüntü almasını sağlıyordu. Tabii daha sonra hazırlanacak “marka şehir” filminin ‘laytmotif’i olacaktı bu kareler… Yanımdaki arkadaş da “Bu sahneyi kaçırmayalım. Bu mutlaka belediye başkanıdır, biraz seyredelim, tebessüm edelim” demişti.

İşte “markalı şehr”imizin örnek bir Belediye Başkanı ! Kim ne derse desin, markalı olmak, görüntüyü kurtarmak, ‘ekran koruyucu’ olmak önemli.

İşin traji-komik tarafı, bu yerel yöneticiler, bir süre sonra kendileri de “markalı şehir” olduklarına inanıyorlar. Hele de yanlarında üçüncü sınıf bir imaj maker’ları, reklam işportacıları varsa, ve de kendilerine “Sayın Başkanım harikasınız, müthişsiniz, şehrimiz markayı da deldi geçti, dünya ile yarışıyor!” diyorsa.

Trabzon’u düşünerek bir de şöyle soralım:

· Şehri “markalı” yapan değerler, malzemeler, olaylar, enstrumanlar nelerdir?
· Şehir nelerini (bırakınız dünyayı) Türkiye ölçeğine sunuyor ki markadan bahsedilebiliyor?
· Trabzon’un “marka” olarak herhalde sunacağı şey, ‘yaşanılabilir bir şehir’den çok, ‘Trabzonspor’, ‘Kolbastı’, ‘Hamsi partileri’ olsa gerek ! Çünkü Trabzon’un öğündükleri bunlar !
· Müthiş bir tarih-coğrafya-insan potansiyeline rağmen, bunları göremeyen, sahiplenemeyen, dönüştüremeyen bir idrakle nelerin ‘marka’laşacağını kestirmek zor değil.

Utanacağımız yerde avunuyoruz !

Trabzon’un da “markalı şehir” kervanına katılması aklıma bir fıkrayı getirdi:

“Bir boks maçında rakibinden yediği yumruklarla ağzı, burnu kanayan, yüzü gözü görünmeyen, başı dönen ve havaya yumruklar sallayan, sürekli yıkılıp kalkan boksöre antrenörü ringin dışından bağırıyor:

‘Mükemmelsin! Ha gayret! Devam et! Karşındaki sallanıyor! Az kaldı! Rakibini indireceksin! Yumruklarının rüzgarıyla rakibini zatürreden götüreceksin!” der.
Boksör şaşkın bir durumda cevap verir:

“İyi ama o zaman ağzımı burnumu kim kanatıyor? Beni kim sersemletiyor, kim dövüyor?”

“Marka şehir” kavramına tutkulu Belediye Başkanlarına seslenelim: Şehrinize “marka şehir” demekle şehir “markalı” olmuyor, imaj oluşmuyor. Zaten her şehrin kendine mahsus, ayırdedici bir markası yâni, ismi var. Siz, kendi görüntünüze hayran olabilirsiniz, bu size narsistçe bir zevk de verebilir. Ancak, şehrinizi ve kendinizi gülünç duruma düşürmeyin! Bir duyan-gören-anlayan-tanıyan olur, “marka”nın ne olduğunu bilenler çıkar da yüzünüz kızarır.

“Marka şehir” iddiasındakilerin şehirlerini “markalaştırdıklarını” göremedik ama, kendilerini “maskaralaştırdıklarına” çok şahit olduk. Halen de şahit oluyoruz !

Trabzon’un “markalı” değil “manalı” şehir olmaya ihtiyacı var !

Öyle ya, “mana”dan nasibi olmayanlar “marka”ya sığınır. O da yapay olmak kaydıyla !

Trabzon’un kadîm zamanlardan bugüne taşıdığı ismiyle birlikte önemli ve çekici bir muhteva ve “manası” var. Bu manayı zorla sanal bir “marka”ya tahvil etmek, şehre yapılacak büyük bir kötülüktür.

Trabzon, kendisine yapılan çok kötülüklere tahammül etti ama “markalı kötülük”lere yeni şahit oluyor !

(Günebakış, 28 Nisan 2010)

20 Nisan 2010 Salı

ŞEHRİNİZİ GÖRDÜNÜZ MÜ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehrin insanı etkilemesi, insanın sadece ‘bakış’ıyla mı, yoksa insanın şehre sorduğu sorularla ve bu sorulara şehrin verdiği cevaplarla mı ilgilidir? Her ikisiyle de.

“Şehir nedir?” sorusu, ancak “şehir nasıl olmalıdır?”, “insanı nasıl etkilemelidir?” sorularıyla birlikte düşünüldüğünde/sorulduğunda tatmin edici bir cevap bulabilir. Cevap anlamlı olabilir.



Soruları soran ve cevap veren eğer “ârif”lerden ise, sorularının da cevaplarının da kitaplık çapta muhtevayı ve derinliği taşıdığından şüphe yok.

Bu bağlamda; aşağıdaki diyalog, bir şehri görmenin, onu tanımanın, onu hissetmenin, onunla bütünleşmenin ölçüsünü ve ruhunu ortaya koyar. Şehri “gördüğünü zannetme” ile şehri “hakikatiyle görme” arasındaki farkın idrak edilmesi, şehrin ne olduğunun hakikati, yâni şehrin gerçekliğidir. Şehrin bu gerçekliğini görüp, idrak ettikten sonra “demek ki bizim gördüğümüzü zannettiğimiz şehir değilmiş !” diyebiliyorsak, şehrimizi varolan hakikatiyle görmüş oluruz.

Büyük Velîlerden Cüneyd-i Bağdadî’nin talebesi, mektuplarında da bahsettiği Ebubekir Şiblî Hacc’a gidip gelen birisine çeşitli sorular sorup cevap aldıktan sonra şöyle bir soru daha sorar:

- Mekke'yi gördün mü?
- Evet
- Mekke’yi görmekle değişik bir duyguya, hale büründün mü?

Adamın, “- Hayır” demesi üzerine, Şiblî:

“- Öyle ise sen Mekke'yi görmemişsin.” Cevabını verir.

Bu meşhur diyaloğun her sorusuna Şiblî’nin verdiği muhteşem ve derin cevaplarla birlikte, “Şehrin anlamı ve ruhu”nu yakalayabileceğimiz zamanüstü bir ölçüyü görüyoruz.

‘Şehirlerin anası” Mekke’yi anlamanın, kavramanın ve ona aidiyetin en üst ifadesi olan bu diyalog, önemli bir ölçü olarak şehrin insan üzerindeki tesirine de işaret eder. Bu diyalog, bir şehrin insan üzerindeki tesirine ve insanın şehirde bulunmakla şehri ‘görme’si arasındaki müthiş farka işaret ediyor. “Görme”nin ‘bakmak’tan ibaret olmadığı, fizikî bir yönelmeden başlayarak insan ruhunda bıraktığı iz ve tesir, yâni “hal” olduğuna işaret eder.

Yeryüzünde ilk inşa edilen şehir olan Mekke’nin ‘hangi mekânları barındırdığı’na ve üzerinde kimlerin yaşadığından kaynaklanan manâsı, bütün şehirlerin bürünmesi gereken manâ, muhteva ve ‘şehir karakteri’ne delâlet eder. Yukarıdaki diyaloğun ruhunu böyle kavramak gerekiyor.

Velî-Ârif’lerin gözünde bu manâya bürünen şehir, şehrin “ne olması gerektiği”, şehrin insanı nasıl kimyevî bir değişime uğrattığına dair önemli bir ölçüdür.

Şüphesiz Kâbe ve Mekke’nin mekân ve şehir olarak sembolik anlamının ötesinde bir ‘ruhu’ ve Hacc’da ifadesini bulan anlamı var. Şiblî’nin “sen Mekke’yi görmemişsin!” ihtarı, şehri ‘gözle görülenin kalple idrak’ edilmesi olarak anlamak gerekiyor.

Kendi şehrimize böyle bakabiliyor muyuz? Şehrimizi böyle görebiliyor muyuz? Böyle görebilmek için kimlere sahiplik ve nelere yataklık ettiğini bilmemiz gerekiyor..

Şehir kendini hissettirmeli !

Yaşadığımız şehrin de böylesine manalardan pay sahibi bir şehir olduğunu söyleyebiliyor muyuz?

Üstad Necip Fazıl, 1956’da yazdığı bir yazıda zamanın şehirlerinden bahsederken “taşını ve kumunu döken bir böbrek gibi en hayırlı sıhhat şartına kavuşmuş olmakla beraber, böbreğin taş yapma istidadından tamamen kurtulduğu ve bünyeden (toksin)leri yüzde yüz süzücü bir mükemmeliyet arzettiği..” diye bahsettiği steril şehirler, Şiblî’nin “görülmesi gereken şehr”inden pay almış şehirlerdir.

Şehrini arayanlar şehrini anlayanlardır..

Onlar ki; gözle bakıp kalple görenler, yâni hissedenlerdir…

Şehrini göremeyenler de şehrine bu gözle bakamayanlardır. Şehrinde şehriyle ‘hallenemeyen’lerdir.

Büyük ârif Yunus Emre “Bu çeşniyi tadana, kim ne vereler kana” der. Biz de bu anlamda “şehrimizi bir an olsun görüp, bu görmenin verdiği göz kamaşmasıyla başka bir şehre bakmayacağımız” bir idrak düzeyine ulaşabilirsek şehrimizden bir çeşni tatmış olacağız.

Ol şehir bizden, biz de ol şehirdeniz !

(Günebakış, 21 Nisan 2010)

12 Nisan 2010 Pazartesi

ARAYIP DURDUĞUMUZ ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Yeryüzünde insanın bulunduğu şehre ilişkin ‘yaşanmaya değer’ hükmünü oluşturan temel belirleyici “dünya görüşü” olduğu kadar, o şehrin insana “ben niçin buradayım?” tedirginliğini yaşatmadan, içsel bir kabulle gereken doğru cevabı verebilmesi lazımdır. Yoksa şehirde insan veya metal parçasının hiçbir farkı yoktur.

Nereleri gezersek gezelim, hangi şehirde yaşarsak yaşayalım, aslında “ruhumuzun tatmin olacağı” bir mekânda, yâni şehirde olmayı istiyoruz.

Mecburen yaşadığımız, huzursuzluğuna ‘katlandığımız’ şehirler gibi; isteyerek yaşadığımız, yakıcı huzuruna katlanmamız gereken şehirler de vardır. İşte kendisine “niçin buradayım?” diye sordurmayan şehir, insanın “huzur”da olduğunu hissettiği şehirdir. Konfor anlamında bir huzurdan bahsetmiyoruz. İnsanın şehirde tüm oluş ve gerçekleşmelerindeki ‘etken’e vurgu yapmak istiyoruz.

Bu bakımdan şehrin kendisini insana açması kadar, insanın da kendine açılan şehri görmesi, hissetmesi de gerekir. Böylece şehir insanı kendisine büründürür. Ve “insan ve şehir” yerini “insanca şehir”e bırakır.

Hangi şehir“insan ruhunun tatmini için yaşamaya değerdir?”şeklinde çok genel bir soruya doğrudan verilecek bir cevap yoktur. Veya “insan ve şehir” yerine “insanca şehir” diyebilmek için “hangi şehirde” ve nasıl bir ruh, zaman ve mekân macerası yaşamamız lâzımdır?

Soruları daha fazla derinleştirmeden, bu sorularla birebir örtüşmese de benzeri ‘kaygı’larla dünyayı gezip dolaşanların gözlemlerine kulak vermemiz gerekiyor. Bize ‘kendi şehrimiz’i, bu şehirde ‘neleri muhafaza etmemiz gerektiği’ ve ‘şehrin ruhu’nun nasıl oluştuğunu idrak ettirecek ‘şok’ları da zaman zaman yaşamamız gerekiyor herhalde. Yoksa, ömür boyu içerisinde yaşadığımız şehrin ‘ruhu’yla bırakın akrabalık kurmayı, bir yabancının gelip geçişindeki mesafeyi bile anlayamayız.

Arjantin’in önemli edebiyatçılarından Borges, dünyanın değişik ülkelerindeki şehirleri gezip, oralara ait gözlemlerini anlattığı “Atlas”ında Cenevre başlığı altında şunları söyler: “Bu gezegendeki tüm kentler arasında, insanın yolculukları sırasında arayıp durduğu ve kendine yakıştırdığı onca değişik ve dost yer arasında, Cenevre mutluluk için en uygun kent olarak beni hep derinden etkilemiştir… Aşkı, dostluğu, aşağılanması ve intiharın ayartıcılığını keşfetmemi de Cenevre’ye borçluyum… Cenevre, başka kentlerin tersine, kendini dayatan bir kent değildir. Paris, Paris olduğunun farkındadır; ağırbaşlı Londra, Londra olduğunu bilir. Ama Cenevre, Cenevre olduğunun pek farkında değildir. Calvin’in, Rousseau’nun, Amiel’in, Ferdinand Hodler’in yüce hayalleri buradadır, ama hiç kimse onları yolcuya hatırlatmaz. Biraz Japonya gibi, geçmişini yitirmeden kendini yenilemiştir Cenevre. Buraya hep geri döneceğimi biliyorum.”

Bir paragrafta “şehrin ruhu”nun ne olduğunu, canlı gözlemleriyle aktaran Borges’in Cenevre’de gördüklerini acaba “şehrimiz” de görebiliyor ve hissedebiliyor muyuz?

Latin Amerikalı önemli bir edebiyatçının “batı şehirlerinde gördükleri”ni birebir kendi şehrimizde görmemiz mümkün değil. Ancak Buenos Aires’ten çıkıp coğrafya, mekan, tarih, insan, toplum ve anlayış olarak da “farklı” bir şehir (Cenevre) böylesine içselleştirilebiliyor ve idealize edilebiliyorsa, orada önemli bir “gen” vardır ve bu “gen” gözlemci tarafından fark edilmiştir.

Biz ise, kendi şehrimizin bırakın “gen”lerinin farkına varmayı, şehir üzerimize bütün tarihselliğiyle abanmışken onun farkına varamayışımızın affedilebilir bir tarafı olabilir mi?

Borges’in ifadelerini sorular haline getirerek şehrimiz Trabzon için soralım?

· Şehrimiz bize kendisini dayatabiliyor mu? Veya bu dayatmayı görebiliyor muyuz?
· Şehrimiz ‘nelere sahip’ olduğunun farkında mıdır?
· Şehrimizde hangi ‘tarihsel şahsiyet‘lerin hayalleri yaşıyor? Kendimizi bu şahsiyetlerin bakışları altında hissedebiliyor muyuz?
· Nereye gidersek gidelim, sürekli ‘arayıp durduğumuz’ kendi şehrimiz midir?
· Borges’in, “geçmişini yitirmeden kendini yenilemiştir” dediği bizim şehrimiz olabilir mi? Veya kaldı mı böyle bir ruh şehrimizde?

Borges’in tesbitleri bize çok şeyleri değil, “şehrimizin ruhu”na dair her şeyi anlatıyor aslında. Görebilene, okuyabilene, anlayabilene !

Borges’in cümleleri bana önemli bir edebiyat adamımız Hilmi Yavuz’un Trabzon’la ilgili cümlelerini hatırlattı:

“Bazı şehirler vardır, onlara gitmek, sadece gitmek değil, gitmek düşüncesi bile, bana daima bir bahtiyarlık vermiştir…. İlk defa Trabzon’a gidişimden sonra, nedense hep, Trabzon’a gitme, gidebilme hayalleri kurmuşumdur. Trabzon, gri ve yeşil bir şehirdir. Bence bordo-mavi’den çok, gri-yeşil daha çok yakışır Trabzon’a. İnsanın sıcaklığını ise yağmuru da, rüzgarı da soğutamaz… “

Uzun süredir, Hilmi Yavuz’un Trabzon’la ilgili sözlerine nasıl ve nerede yer vereyim? diye düşünürken, birden tam yerini burada buldu. Borges’in Cenevre’sini anlayabilmek için Hilmi Yavuz’un kısa fakat ‘öz’lü nitelediği Trabzon kılavuzluğuna ihtiyacımız olacak ! Tersinden şöyle söyleyelim: Hilmi Yavuz’un Trabzon’unu anlayabilmek için Borges’in Cenevre’sini anlamak gerekir!

Borges için Cenevre’ye gitmek nasıl sadece ‘gitmek’ değilse, Hilmi Yavuz için de Trabzon’a gitmek sadece ‘gitmek’ değildir, olmamalıdır ! Hele de bizim için !

Şehrimizi anlamak için bu kadar derinliğe davet veya işaret mi gerekiyor ?

Ne kadar uzağı işaret edebiliyorsanız şehriniz o derece önemlidir. Onu ne kadar yakında görebiliyorsanız da o kadar anlamlıdır.

Ancak böyle bir şehir insana “bahtiyar”lık verebilir !
(Günebakış, 14 Nisan 2010)

5 Nisan 2010 Pazartesi

MÜZİK DİLİNİ KAYBEDEN ŞEHİR veya EUROVISION'DA YUNANLILAR VE KEMENÇE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

"Şehir kültürü"nü oluşturan, onu ait olduğu medeniyete taşıyan, o medeniyetle bütünleştiren, ilişkisini sürekli kılan unsurlar içerisinde "müzik" önemli ve etkili bir yere sahiptir. Trabzon bu anlamda, modern zamanların dejenerasyon ve yokediciliğine rağmen müzik orijinalitesini muhafaza edebilen ender şehirlerden birisidir. Ancak; müziğin kullananın elinde bayağılaştırıldığı, sokağa düştüğü bir seviyesizliği de yaşamaya devam ediyor. Medyadaki bayağılaştırmadan tutunuz da, alanlar ve salonlardaki bayağılaştırmaya kadar Trabzon müziğinin (tabii beraberinde folklorünün de) giderek orijinalitesinin aşınmaya başladığını da gözlüyoruz.

Trabzon müziğinin her an "yeniden üretilebilecek", tahkim edilebilecek, zenginleştirilebilecek bir niteliği olmasına rağmen bu yönde hiçbir çaba ortaya konulmamış ve konulmamaktadır. Bunun sonucu Trabzon müziği; arabesk, pazar kaygısından başka bir kaygı taşımayan 'sokak ve sahne makinaları'nın eline düşmüş bir ucûbe müzik türü haline getirilmiştir. Oysa ki, uzun süre kalite ve seviyesini muhafaza eden "Trabzon müziği" bugün müthiş bir bozulma, yabancılaşma ve başkalaşmayla karşı karşıyadır. Bu da yetmiyormuş gibi, birdenbire maruz kalınan "kolbastı:kol baskını"yla Trabzon folkloru "ifsad"ın zirvesine doğru hızla tırmanmaktadır.

Ticarî ihtiras ve show malzemesi arasına sıkışmış bir "folklor değeri"ni düştüğü yerden kurtarmak ne yazık ki mümkün olamıyor... Hele de “nereye düştüğünüz” ve “düşürüldüğünüz”ün farkında değilseniz ve de bu halden şuh bir tatminlik duyuyorsanız, yapacak birşey yok.

Müziğin ve folklorun şehirle doğrudan organik bağı var. Bunların bir medeniyetin taşıyıcı ve sürdürücü ögeleri olduğunu düşündüğümüzde, müziği kaybetmenin, medeniyet sesini kaybetmeyle eşdeğer olduğunu da anlayabiliyoruz. Sesini kaybeden şehir dilini kaybetmiştir. Dilini kaybeden de dünyasını... Her şehrin “müzik dili”, kalitesiyle, çekim gücüyle kendisini diğer şehirlerden farklılaştıran bir ayrıcalığa da sahiptir.

Trabzon, bu anlamda “müzik dili” güçlü olan bir şehirdir. Ancak, müzik dilini üst seviyede tutmayı sağlayamamış bir şehirdir. Ritm kabiliyetinin yüksek ve güçlü olması nedeniyle, müziğini sadece ritme kilitlemiştir. Oysa ki; (henüz yazılmamasına rağmen) Trabzon’un sözlü müzik tarihine baktığımızda ritmle birlikte “melâl”in de ağırlıklı olduğunu görürüz. Yâni; derin, içli, hüzün yüklü bir damarın da Trabzon müziğinin derinlerinde varolduğuna şahit oluruz. Ne yazık ki bu damar bir türlü görülemiyor, ortaya çıkarılamıyor.

Günümüzde; Trabzon müziğinin icra edildiği en önemli enstruman olan "kemençe" yerine tedricî (aşamalı) olarak başka enstrumanlara yer verilmesi, giderek kemençenin "artık zamanı geçmiş" bir müzik aleti olarak addedilmesine sebep olmaktadır. Beraberinde de kemençenin eşlik ettiği folklorün yerine Trabzon'a ait olmayan, yerli köklerinden üremeyen 'yabancı' müzik ve folklor unsurlarının Trabzon'u işgal ettiğine de vurgu yapmak gerekiyor.

Kaynağı size ait olan ancak sahip çıkamadığınız, ciddiye almadığınız bir değer, ona sahip çıkanın malıdır. Trabzon’un horon ve kemençenin “yatağı” olduğuna kimsenin şüphesi yok. Bu bir mütearife. Yâni ispata ihtiyaç gerekmeyecek bir vakıa. Ancak, nerede doğmuş olursa olsun, bir kültür değeri hangi coğrafyada ve hangi topluluklarca sahipleniliyor ve içselleştiriliyorsa oranın ve onların değeri haline gelir.

Yeni doğmuş bir çocuğu öz annesinin ‘terketmesi’ne karşı, onu kabullenip sahiplenenin gerçek “annesi” olması hakikatinde olduğu gibi; kemençe ve horonları da “doğduğu yer”de sahiplenmek, yaşamasına imkân vermek, yaygınlaştırmak ve özenilir, model-örnek olarak sunulabilir bir hale getirmek gerekiyor.

Yeterince sahiplenmediğiniz ve yeniden üretemediğiniz, talep edilir hale getiremediğiniz, etkileme gücünü her an yeniden ortaya çıkaramadığınız zaman; "horon ve kemençe bizimdir" demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu anlayışın "Bir zamanlar bizimdi" demeye, sonuçta da "Artık bizim değil"e çıkacağının idrakinde olmak gerekiyor.

“Trabzon ses havzası”nın bütünüyle müziği ve özellikle kemençesiyle mutlaka “koruma” altına alınması gerekir. Akademik düzeyde ciddi çalışmalar, köklerinden sapmayan yeni arayışlar ortaya konulmalıdır. Bu asla ‘ne idüğü belirsiz’ bir “sentez”e geçit vermemelidir. Aksi halde “orijinal” niteliği kaybolmaya mahkûm olur.

Trabzon folkloru bugünki haliyle patolojik bir bünyeye dönüşmüştür. Gerek şehrin, gerekse de derin vadilerin muhafaza ettiği müzik dili unutulmayla, yabancılaşmayla karşı karşıyadır. Önceleri, dışarıdan gelen folklor unsurları, enstrumanlar ve ‘oyun’ları kendi havzasında eriten ve dönüştüren Trabzon müziği ve folklorü; bugün tam aksine, dış unsurların etkisi altındadır. Hatta giderek onlara mahkûm olmaktadır.

Ne yazık ki; nelere "sahip olduğumuz"u ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyoruz. Tabii anlayacak idrak varsa !

Sözü, önümüzdeki Mayıs ayında Norveç/Oslo'da yapılacak olan 55 nci Eurovision şarkı yarışması'na Yunanistan'ın "Opa" isimli şarkıyla katılmasına getirmek istiyoruz.

Yüzyıllardır, belkide binlerce yıldır Anadolu coğrafyasının sadece "Trabzon"unda yaşayan Kemençe'ye ne devlet ne de yerel düzeyde sahip çıkamayanların, Yunanistan'ın Eurovision'a katıldığı parçada kemençeyi kullanmasına karşı çırpınması ve yırtınmasının da hiçbir anlamı yok. Aksine Yunanlıları tebrik etmek gerekiyor ! Bizim sahip olamadığımız, coğrafyamızda muhafaza edemediğimiz, uluslararası değere dönüştüremediğimiz ve tesir gücünü bile anlayamadığımız bir enstrumanı uluslararası bir müzik platformuna taşıdıkları için ! Demek ki Yunanlı’lar “kemençe”nin gücünün farkında ve Eurovision’a “olmazsa olmaz”ları olarak getiriyorlar.

Eğer “değer” bizim ise, değerimize “nasıl sahip çıkılması gerekiyorsa” öyle sahip çıkalım. Kendi elimizden çıktıktan sonra da hangi ellerde olursa olsun ona “sahip çıkılıyor olması”na niçin karşı duralım?

Dinleyenler ve izleyenler görecektir ki "Opa"daki kemençenin batılı formu da kullanılan kemençenin ve ezginin orijinalliğinden birşey kaybettirmiyor. Aksine "kemençenin sesi"ni öne çıkarıyor. Dikkatleri kemençe üzerinde yoğunlaştırıyor. Parçanın adı bile Trabzon folklorünün hareketliliğinden, ritminden esintiler taşıyor. Türkiye ise Eurovision’a Manga Grubu’nun “We could be the same” isimli İngilizce ve yerlilikle bağdaşmayan bir parça ile katılıyor.

TRT’nin sahipliğinde Türkiye’nin katıldığı Eurovisyon şarkı yarışmasında TRT’nin İngilizce sözlü “We could be the same” isimli parçayı seçmesinin gerekçesini de ‘yetkililer’ “Geleneksel tatta motiflerle süslenmiş İngilizce bir şarkı” diye tanıtıyor.

İdrak çıldırmasın da ne yapsın?

Müzik beğenisi yüksek Kayseri’li genç bir Avukat dostumla parçanın klibini izlediğimde, dostumun tepkisi aynen şöyle oldu: “Yunanlıların Opa’sı Türkiye’nin yarışmaya katıldığı Manga grubunun ‘We could be the same’inden daha çok bize yakın.. Yunanlılar, bu parçayla Eurovisionda derece alırlarsa bize verecekleri en büyük ders bu olur.”

Trabzon’lu olmamasına rağmen genç dostumuzun tepkisi mükemmel diye düşünüyorum.

Türkiye'nin "niçin katıldığı" meçhul ve bilinçsiz eurovisionlara, kendi müziğiyle değil de bizi hatırlatmayan ingilizce MANGAlarla katılması, bundan sonra "ne ile" katılması ve katılmaması gerektiğine dair de bir "ihtar" taşımalı. Tabi anlayana !

Yunanlıların “OPA”sından bizimkiler ibret almalı, dehşete düşmeli ! OPA’yı benimsediğimizden değil, kullanmaları gereken enstrumanları ‘bilinçli’ seçtiklerinden. Bizimkilere ise yönlerini hiçbir zaman “yerli”, “otantik” enstrumanlara dönmediklerinden dolayı esef etmek gerekiyor !

"Opa"nın Kemençe eşliğinde icra edilmesine Trabzon'dan tepkiler gelmiş. Tepkilerin dozu ve gerekçesi de ilginç. "Elimizdeki kıymete onlar sahip çıkıyor". "Yunanlılar kemençe ve horonu sahipleniyor." Şeklinde…

Trabzon'lu Bakanlara, siyasilere, bürokratlara, sanatçılara, vs.vs. lere rağmen Trabzon'un sahiplenemediği, benimseyemediği, ihraç edemediği bir folklor değerine Yunanlıların sahip çıkmasına verilen tepki de oldukça ironik ! Her zaman olduğu gibi hamasetin gölgesinde, aşağılık kompleksiyle yüklü tepkiler... Ne hikmetse, bizim “değer saymadıklarımız”ı Yunanlılar hep sahiplenir (!) Belki de bize mesaj veriyorlardır: “Değerlerinize sahip çıkın!”

Trabzon hangi değerine sahip çıktı ve onu misyona taşıdı ki "kemençe"sine sahip çıkabilsin !

2007'de Trabzon'da gerçekleştirilen Karadeniz oyunları, Trabzon folkloru için müthiş bir fırsat iken bu fırsat ne kadar kullanılabildi? Halbuki Yunanlı'lar 2004 Atina olimpiyatlarında da kemençe ve horona özellikle yer vermişler ve ilgi odağı oluşturmuşlardı.

Trabzon folklorü ve müziğine birileri sahip çıkmadan once ‘duyarsız’ olanların ortaya koyduğu tepkilerin bizce hiçbir anlamı yok.

Sahiplenilen bir değer, manâ ve muhteva; onu kabullenenin, onu doğru kullananın, onu taşıyabilenin, onu içselleştirenin zimmetindedir. Onu farketmeyenlerin, onunla ilgili "farkındalık" oluşturması mümkün müdür ki tepkilerinin bir değeri olsun?

Sadece Trabzon değil, bütün doğu Karadeniz şehirlerinde Üniversiteler olmasına rağmen hangi birisinde "karadeniz folkloru" ile ilgili ciddi ve özgün bir çalışma ortaya konulmuştur? Maalesef onlar da kemençe ve horon denilince "ayağa düşürülmüş" müzik imajına sahipler.

Trabzon için “derd”i olanlar, Trabzon’un tarihsel-kültürel-folklor malzemeleri için de dert sahibi olmalılar. Kemençe ve horonları bu bağlamda ‘sahip’lenmek gerekiyor.

“Değer”leri bir emlâkçinin “mülkiyet duygusu” gibi sahiplenmek onu alınıp-satılabilir düzeye düşürmektir. Trabzon’un “değer”leri ise emval ve erzak haline getirilemeyecek özgünlük ve seviyededir.

NOT: TRT’ye önerimiz: Eğer takas mümkün ise, Yunanistan’ın “OPA”sıyla Türkiye’nin “WE COULD BE THE SAME” parçasının acilen ve yarışmadan önce takas edilmesi (!). Çünkü OPA bize daha yakın duruyor !


(Günebakış, 7 Nisan 2010)