18 Mayıs 2010 Salı

ÜSTAD NECİP FAZIL TRABZON'DA...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bu yıl Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 106. vefatının 27. yılı. (26 Mayıs 1904-25 Mayıs 1983). Büyük şair-mütefekkirlerin yaşamayı tercih ettikleri veya bir süre bulundukları, gözlemledikleri şehri “idrak”te muhataplarını nasıl bir derinlik ve yüksekliğe davet ettiklerini Üstad’ın muhtelif eserlerinde görüyoruz.

Çok ilginçtir, Üstad’ın Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini tanıdığı ve 1934 yılında “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diye tarih düşürdüğü ve bunun ‘derin izahını’ yaptığı Çile isimli şiirinde “Ensemin örsünde bir demir balyoz; Kapandım yatağa son çare diye. Bir kanlı şafakta bana çil horoz, Yepyeni bir dünya etti hediye.” diyerek aslî yatağına kavuştuğu “Büyük Kapı”yı buluşu, Trabzon’a banka memuru olarak 1933’ün baharında gidip, sonbaharında döndüğünden birkaç ay sonra, yâni 1934’ün başındadır.

1934. Bu tarih aynı zamanda Üstad’ın ‘büyük nefs muhasebesi” yaşadığı tarihlerden birisidir.

Üstad’ın, vefatından 9 ay önce 1982 Ağustosunda bulunduğu ruh halini “Kafa Kağıdı”nda anlatırken “Allahın ancak bu kadarını yazmama izin verdiği ve daha nicelerini kulu ile kendi arasında bıraktığı bu haller, bende 1934, derken 1944 ve peşinden 1952,57 ve 61 buhranlarından sonra en şiddetlisi ve devamlısıdır….” dediği hallerden büyüğünü Trabzon’dan İstanbul’a dönüştü yaşamıştır.

Üstad “Bu Yağmur” isimli şiirini ve kendi tabiriyle “hafakanlar içerisinde yazdığı” “Deniz” isimli hikâyesini Trabzon’da yazmıştır.

Bâbıâli’de “Bu Yağmur” başlığı altında şunları yazar Üstad:

[Artık "Genç Şair" devresinin son yılını yaşayan kahramanımız, ancak birkaç ay katlanabileceği
Trabzon'da... Onu "Yeşil Yurt" isimli bir otele indirdiler. (Son konferanslarından birini vermek için Trabzon'a giden kahramanımız, bu oteli, odasını, hattâ dökük beyaz boyalı karyolasını yerinde bulmuş ve 40 yıllık bu hatıralar eşyası karşısında çarpılıp kalmıştır)... Büyük bir taş merdiven; lokanta hizmetinde, at koşturacak kadar kocaman bir salon ve deniz ve park tarafında karşılıklı yatak odaları... Onunki, otele girer girmez, solda, park tarafındaki ilk oda... Ah, bu odada geçirdiği aylar!..

Birkaç gün hasta yattı. Otel penceresine bitişik gibi duran, henüz ilkbaharın giydiremediği bir ağaç, bir ağaç iskeleti... Her istikamette dalları ve dallarının üstünde daha küçük, derken küçük üstünden en küçük dallariyle, bu ağaç, ateşi 39'u aşan ona şöyle diyor:

- Bak, ben tek ve sabit bir gövde üzerinde sayısız bir dağılışın ve bu dağılışı merkezinde düğümleyen "tek" ve "bir"in ne ihtişamlı mimarîsini heykelleştiriyorum! Bak ve düşün!..

Deniz tarafından gelen şimal rüzgârının çıldırttığı bu dallar, her yöne doğru gidip gelir ve fezadaki istikamet ihtimallerinin, yahut ihtimâl istikametlerinin ayrı ayrı kapısını çalarak ıstırap dolu eller gibi bir yalvarış senfonisi bestelerken, o, yatağında ve beyin kıvranmaları içinde...

O günlerde ona müthiş tesir eden bir hadise olmuştur:

Ahmed Hâşim'in ölümü...

Birkaç gün gecikmeyle gelen İstanbul gazetelerinden hasta yatarken öğrendiği bu haber, tesirini Genç Şair'in en zaif ve hassas ânında onu kalbinden bıçaklarcasına göstermiş ve günlerce peşini bırakmamıştır.

….Trabzon'da bir hal, ebedî bir yağmur... Yağmur değil, pudra gibi ipince bir çiseleme... Vicdan kıvranışı, ter döküşü gibi bir şey... Bir gün, on gün değil, hep böyle, gece ve gündüz böyle...
……….

Bu yağmur, bu Trabzonlu yağmur onu adetâ hasta etti, cebine birtakım sinir ilâçları yerleştirmesine yol açtı veona "acaba kalb hastası mı oluyorum?" gibilerden bir korku aşıladı.

İyi havalarda oturduğu parka gelen askerlik arkadaşı bir maliye müfettişi ve yanındaki vergi
müdürü onu teselli ediyorlar:

- Yok canım, otuzundan önce umumiyetle kalb hastalığı olmaz.

Orada "Bu Yağmur" şiirini yazdı. “

Üstad, Trabzon’da iken Ankara’dan Yaşar Nabi, Nahit Sırrı ile birlikte çıkaracakları “Varlık” dergisi için bir yazı ister. Üstad da “Bu Yağmur” şiiri ile “Deniz” isimli hikâyesini gönderir.
Üstad’ın Trabzon’da yaşadığı “hal”lere teselli olan At merakı da var. Onu şöyle anlatıyor:

“Genç Şair'in Trabzon tesellileri arasında, at, o güzel hayvan... Bir askerî dişçi doktor, ona nefis arap atını, istediği kadar binsin ve hattâ terbiyesini sağlasın diye emanet etmiştir. O da, Londra malı çizmeleri ayaklarında, uzun ve yırtmaçlı at ceketi sırtında, (monokl)ü gözünde ve bej rengi (pötisüet) eldivenleri ellerinde ata binmeye bayılıyor. Sahil boyunca ilerleyip Soğuksu denilen tepeciğe çıkmak ve alaca karanlıkta yine sahil yoliyle dönmek en büyük zevki...

Denize bakarak düşündüğü oluyor:

- Ufkunda hiçbir kara parçası olmayan deniz... Enginlere doğru her şeyi küçültüp mesafe mefhumunu bir daire içinde sıkıştıran, ölçü dışı bırakan cüssesiyle ne muazzam bir varlık!.. Ve başını kayalara çarpıp uzaklıklardan ağlayan sesiyle... Ve üstünde, uçsuz bucaksız bir çölü aşmaya bakan karıncalara benzer gemiler... Hele isli ve puslu Karadeniz... Birden tiyatroda bir fon perdesi düşmüş gibi meydana çıkıveren bir gemi; sonra, yine bir fon perdesi kalkmışcasına kayboluş... O, nerededir; dünya ile ulaşımı olan bir yerde mi, yoksa, dünyadan kopmuş ve bir sal gibi bu noktada durmuş bir adada mı?..”

…………
Şehir adamıyken şehirden kaçıyor, “uzlet - yalnızlık" adamı değilken uzleti arıyordu.”

Üstadın, çok uzun olmayan bir süre kaldığı Trabzon’da yaşadığı “hal”ler ve şahit olduklarının ayrıntılarına girmiyoruz.

Trabzon’daki günlerini yazmaya devam ediyor Üstad:

"Kıldan ince" ve "nefesten yumuşak" bir yağmur altında oteline giderken mırıldanıyor:

- "Horaçyo, bana bir şey söyle!"... "Ne söyleyeyim efendimiz?"... "Ben burada daha fazla yapamayacağım, Horaçyo!"... "Nerede yapılabilir ki, efendimiz?"...

Ve bankadan kovulmasını gerektirecek bir lisanla istediği izinin cevabını beklemeden, tiyatro perdesinde ve sisler içinde bir vapur resmine benzeyen gemiye atlayıp İstanbul'a kapağı attı..”

Ve Üstad’ın 1934’te “Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin..” dediği Abdulhakîm Arvasî Hz. lerini tanıyışı ve bir daha ayrılmayışı…

Üstad’ın doğum ve vefat yıldönümünde Trabzon’la ilgili ifadelerinden bir kısmını şehrimize taşıyalım istedik. Yıllar sonra 1967 ve 1969 yılında büyük alâka uyandıran konferansları için gittiği Trabzon için “yeni inşalarla zenginleşmiş fakat ana çizgileri bakımından şekil değiştirmemiş buldum… Trabzon’da geçirdiğim bütün bir yaz mevsimi boyunca gökten pudra gibi dökülen sinsi bir yağmur, bu yağmur altında çektiğim çılgınlık buhranları ve yazdığım ‘Bu Yağmur’ şiiri” diyor. Üstad 1969 Ağustos’unda Trabzon’da “Özlediğimiz Neslin Vasıfları” konferansını verir. Umulur ki Trabzon, bu vasıflara sahip olanlara yatak olur.

Şehrimiz böyle bir şair-tefekkür adamını kısa bir süre de olsa misafir ettiği için bahtiyardır. Ve de O’na “Bu Yağmur” şiiri ile iki hikâyesini yazdırdığı için ne kadar övünse azdır!

Şehir övünecekse bunlarla övünmeli! O’nun işaret ettiklerini göremediği için dövünmeli !
(Günebakış, 19 Mayıs 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder