27 Aralık 2011 Salı

ŞEHRE DOĞRU YOLCULUK...

Yahya Düzenli

duzenliyahya@gmail.com


Yolculuğa çıkın, yürümeyi biliyorsanız.

Yürürken karşınıza çıkan şehri görebiliyorsanız yolculuğa çıkın.

Şehirde yürüyün, şehri kaybetmeyecekseniz…

Şehre bakın, şehri görebilecekseniz.

Yoksa siz boş yere yorulursunuz, şehir de varlığınızın farkında olmaz.

Kendinizi tanıdıkça şehri, şehri tanıdıkça kendinizi tanıyacaksınız.

Şehrinize doğru hiç yolculuğa çıktınız mı? Şöyle de soralım: Şehrinizde hiç yolculuğa çıktınız mı?

Bu iki yolculuk, yolculuğa çıkana göre şehirden uzaklaşma ve şehre yakınlaşma gibi iki aykırı yürüyüşü ve bakışı yansıtır.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehriniz sizden ayrılmış, siz şehrinize uzak düşmüşsünüz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizin farkında değilsiniz, şehirde sadece bir ‘obje’siniz.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehrinizi tanıyor, şehrinize dönüyorsunuz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizde her an yenilenen ruhunu görüyorsunuz.

Şehri görmek ile şehri görememek arasındaki fark bir varlık ve yokluk farkıdır.

İnsanın şehre/şehrine aidiyetini kaybettiği modern zamanlarda kimliği belirsiz bir yolcu gibi yaşadığı hayatta kendi şehrine bakarken ve şehirde yürürken görmeyi ve yürümeyi unuttuğunu söyleyebiliriz.

Modern zamanlar, insanı ve şehri aslî bağlamından/mihverinden koparıp hayat dışı obje/nesneler haline getirince, insan şehrin yerlisi mi yoksa yolcusu mu olduğunu bile anlayamıyor.

Yukarıdaki cümleleri kurmamıza sebep: Batı edebiyatının büyük kalemlerinden Stefan Zweig’in Hermann Hesse’ye yolladığı bir mektuptaki satırlardır. Şöyle yazıyor Zweig: “Peki, ya bu yolculuklar? Yolculuk etmesini unuttunuz mu yoksa? Ben unutmadım, gerçekten, ruhum öylesine huzursuz ki, her an bir yerlere gidebiliriz. Yaşlanmaktan korkuyorum, günün birinde yorulacağımdan, tembelleşeceğimden ve yolculuk edemeyeceğimden çok korkuyorum.”

Zweig’in “bu şehir insana hemen yakınlık gösteriyor” dediği şehirlere de, “birçok kent tabutu andırıyor” dediği tarihî şehirlere de, “Üst üste yığılmış kutulara benzeyen evler…” dediği modern şehirlere de bir fikir ve edebiyat adamının görebileceği gözle bakabilmek, şehri yaşanılır kılmanın en önemli tarafı…

Zweig’in 1902 ile 1940 yılları arası gezdiği şehirlerdeki gözlemlerini anlattığı denemelerinden oluşan “Yolculuklar Kitabı”ndan, ‘bir şehre nasıl bakmamız ve neleri görmemiz gerektiği’ne dair notlar aktaralım:

“… Brugge, bu ruhsal ve simgesel kişiliği, modern yaşamın göze batıcı, rahatsız edici her türlü aksesuarından uzak oluşuyla sanatçıları her zamanki gibi kendine çekmeye devam ediyor... Ressamlar için kentte sayısız duygu ve renk dolu motif var… Brugge her zaman şair ve yazarları da çeken bir kent olmuştur.

…Ölümün hüznünü, daha doğrusu ölmenin verdiği acıyı Brugge kadar içinde böylesine güçlü muhafaza eden başka bir kent daha tanımıyorum… Burada yaşam ümidini yitirmişler, geleceği göremeyenler, geçmişlerini de artık umursamayanlar kendi hallerinde yaşıyorlar… Çekiciliğini hiç yitirmeyen Brugge, insanı hem hüzünlendirdi hem de kendisine saygı duydurdu. Bu kentte üzerinde büyük bir geçmişin gölgesini hisseden kişi, değişkenliğin ve kısa ömürlülüğün ne olduğunu fark ediyor.

…Bazı kentler vardır ki, oraya ilk kez gittiğinizde her şey anında tanıdık gelir. Yaşamınızda hiç adım atmamış olduğunuz sokaklarında yürürken anıları size seslenir, sizi selamlar. Kentin yüzünü –kentler de insanlar gibidir, hüzünlü ve yaşlı, keyifli ve genç, ince uzun boylu ve yumuşak, öfkeli ve bitkin-, sanki başka bir yerde görmüş gibisinizdir. Gittiğiniz kentlerden birini andırıyordur, tanıyorsunuzdur onu bir tablodan,
bir kitaptan, bir şarkıdan, düşlerinizin birinden… İşte Sevilla da böyle bir kent. Şirin bir yer, insana hemen yakınlık gösteriyor.

Ne de olağanüstü rahatlatıcı bir manzara; sürekli tekrarlanan güzellik, değerini hiç yitirmiyor. İnsana gözdağı verir gibi üzerinizde yükselen kapıların birinin altından geçtiğinizde o yine karşınızda: Sakin, huzur içinde geniş, yeşil bir alan orada öylece duruyor.

Zweig, gezdiği şehirler arasında eğer o yıllarda hâlâ canlılığını koruyan Osmanlı’nın medeniyet şehirleri İstanbul, Bursa, Konya, Amasya ve Trabzon’u görüp yazsaydı eminiz ki yukarıdaki notlarından çok farklı bir ruh ve muhtevayı bize aktarırdı. Nereden mi biliyoruz? Aynı yıllarda Osmanlı coğrafyasında seyahat edenlerin yayınladıkları notlar, seyahatnameler bizi bu tespite götürüyor.

Yaşadığımız şehri bu gözle görebilmek için “şehirli” ve “şehirle” olmanın gerekliliğine vurgu yapalım.

Trabzon Trabzon olalı, başta Evliya Çelebi ve Mehmet Aşkî olmak üzere bazı fikir, sanat ve edebiyat adamı hariç tutulmak kaydıyla kendisine yukarıdaki gözle bakılmamıştır. Maalesef bu gözle “bakılması gerektiği” zamanları hızla geçen, bugün ise kentsel dönüşüm adına tahrip edilen coğrafyasıyla giderek ‘yaşanamaz bir şehir’ haline gelen şehrimize bakarak “bu şehir bize yakınlık gösteriyor” diyeceğimiz yerde, “bu şehir bizi tabutluğa davet ediyor” demeye mahkûm edildik. Geçmişi ne olursa olsun, böyle bir şehrin bugünü ve yarınında şehir adına tabutluklarda yaşamanın dışında bir yol görünmüyor.

Şehre doğru yolcu iseniz siz şehirli değilsiniz.

Şehirde yolcu iseniz şehirli olup olmamanız şehre bakışınıza bağlıdır.

Biz, her şeye rağmen şehrimize yabancı bir yolcu gibi bakmamayı ‘şehirli’ olmanın olmazsa olmaz şartı görüyoruz. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktur.

(Günebakış, 28 Aralık 2011)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder