19 Mart 2012 Pazartesi

ŞEHİR HAZ İMAL EDEN BİR ATÖLYE Mİ?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehre hangi soruları sorarsanız o yönde cevaplar alırsınız. Aldığınız cevaplara göre şehri anlayabilir, şehri tanımlayabilirsiniz. Şehre soru sormak ve cevap almak; ona baktığınızda gördüğünüz, onda yaşadığınızda hissettiğiniz, onu düşündüğünüzde sizde bıraktığı mânâ, sizi derinliğine davet eden ruhudur.

Şehre soru sormak her şeyden önce şehri ‘farketmek’le başlar. Bu bağlamda David Harvey’in “Paris, Modernitenin Başkenti’ kitabı her ne kadar artık geçerliliği kalmamış ‘eski şablon’larla ve ekonomi-politik bir bakış açısıyla moderniteye/modern şehir kuramlarına eleştiriler getirse de, oldukça hacimli bir biçimde Modern zaman şehirlerinin sembolü olan Paris’in genetiğini, karakterini, açmazlarını, hayat damarlarını ortaya koyan önemli bir çalışma olarak yayınlandı. Harvey, hayallerin kenti Paris’nin aynı zamanda nasıl bir sefalet şehri olduğunu da ayrıntılarıyla
anlatıyor yazar kitabında.

Harvey, Paris’e sorduğu sorulara muhtevalı cevaplar alan bir kuşatıcılıkla şehre yaklaşıyor.

Kitapta Paris’in mimarî dönüşümüne ilişkin de önemli, altı çizilmesi gereken açıklamalar, tesbitler var. Meselâ; şehir yöneticilerinin (Vali, Belediye Başkanı, vs.) bir şehrin mimarî dönüşümünde nasıl etkili olduğuna ilişkin; Napolyon 1852’de Haussmann tarafından yapılan Paris’in önemli bir binasını ‘kabul edilemez bir çözüm’ olarak durdurmasının ardından Mimar Haussmann’la Napolyon arasında geçen bir diyaloğa ilişkin şunu söyler: “Louis Napolyon 1852’de bu kadar berbat bir şey ortaya koyan bir mimarın iki yıl sonra nasıl bir şaheser ortaya çıkarabildiğini sorduğunda Haussmann, zerre kadar tevazu göstermeden ‘Vali farklıydı!’ karşılığını verir.” Bu anekdot şehrimizin Vali ve Belediye Başkanının dikkatini çeker mi bilemem.

Kültür adamlarının, sanatçıların, mimarların, entelektüellerin şehrin oluşumuna olduğu kadar dönüşümüne olan etkilerini de Baudlaire, Balzac, Flaubert, Zola gibi önemli edebiyat adamlarının şahitliğiyle ortaya koyan Harvey önemli uyarılarda bulunuyor: “Kentin nasıl görüleceği ve yoğun değişim dönemlerinde nasıl tanımlanacağı meselesi göz korkutucu bir güçlüktür…
Öte tarafta ise kentler üzerine sayısız araştırma ve monografi olmasına rağmen, insanlık halini aydınlatmak şöyle dursun pek azının özellikle anılmaya değer olduğu bir gerçektir. Elbette istisnalar vardır… Kentin içinde neler olup bittiğine dair bolca kuramımız var ama kente dair tekil bir kuramımız yok. Var olan kent kuramları da sıklıkla kent deneyiminin zenginliği ve karmaşıklığının içini boşaltacak kadar kuru ve yüzeysel görünür…”

Özellikle Balzac’ın Paris’le ilgili tanımı, şehirlerimizin ve içinde yaşadığımız şehrin de ‘zorlama bir modernliğin’ kıskacında nasıl bir sefalete doğru sürüklenmekte olduğunu akla getiriyor. 19. yüzyıl Paris’inin “haz imal eden büyük bir atölye” haline geldiğini söyleyen edebiyat adamı aslında bir asır sonrasında ülkemiz metropollerinin/şehirlerinin halini, işlevini tanımlamış. Paris’in “ahlak, ilke ve samimi duygulardan yoksun” olduğunu söyler. Daha da vahimi bu şehirde insanın nesneleşmesi, objeleşmesiyle birlikte “bu dünyaya siz de uyuverirsiniz, hiç yadırgamazsınız.” Der.

İnsanın şehrin kendisine yabancılaşmasına karşı soracağı soru olmaması, kuşanacağı ahlâki bir tavrı benimseyememesi bir yana, bir haz atölyesine dönüşen şehir çarkının arasında öğütülmesi nasıl izah edilebilir?
Müzik, alışveriş, spor ve mekanik bir koşuşturmanın insanın yaşama amacı haline geldiği, şehrin de bunlara sunduğu imkânlar kadar ‘yaşanılabilir’ sayıldığı bir çağda hayatımız üzerinde bir zevk diktatörlüğü kurulmuş, şehrimiz de “haz imal eden büyük bir atölye”, bir “haz tapınağı”dır artık.

Balzac’ın 19. yüzyıl Paris’inden bir kesit daha okuyalım da şehrimizin hem bugünkü halini okumaya bir not, hem de “kentsel dönüşüm” şehvetine kurban etmek isteyenlere belki bir şeyler hatırlatır:
“Paris’te yüz kızartıcı suç işlemiş bir adam kadar onursuz bazı sokak ve caddeler vardır; sonra asil ve nezih sokaklar, sonra düpedüz namuslu sokaklar, sonra ahlakı konusunda halkın henüz bir fikre sahip olamadığı genç sokaklar vardır; sonra katil sokaklar, en yaşlı soylu hanımefendilerden de yaşlı sokaklar, saygın sokaklar, her daim temiz, her daim pis sokaklar, işçi sokaklar, çalışan sokaklar, tüccar sokaklar vardır. Yani Paris sokakları insanî niteliklere sahiptir ve fizyonomileriyle bizde elimizde olmayan bazı fikirler uyandırır.”

Harvey’in ‘psiko-coğrafya’ dediği şehri meydana getiren bu mekânlarla her gün karşılaşıyoruz. Bu mekânlar şehrin ‘haz atölyesi’ haline gelmesine ne kadar direnebilir? Veya direnebilir mi?

Bir şehrin genetiğiyle oynamadan onu yaşanan zaman dilimlerine tarihselliğiyle taşımak, onu sürekli kılmak başta şehir yöneticileri olmak üzere şehri adına ‘dert taşıyan’ herkesin üzerine bir borçtur. Öyle bir borç ki; ertelenemez, devredilemez, vazgeçilemez bir borç. Harvey’in kitabında kullandığı deyimle ‘zorla modernliğe sürüklenen’ değil, modern zamanlarda ‘kendisi’ kalarak var olacak bir şehir…

Şehrin, ait olduğu medeniyetten, soluduğu manâ ikliminden, sahip olduğu dünya görüşü’nden koparılmasıyla ‘haz imal eden atölye’ye dönüşmesi karşısında ne yapılabilir?

Herhalde öncelikle yapılacak şey Harvey’in, “kendine dair olarak, yalnızca kendisine ilişkin olarak var olan mekânı yok etme gibi ölçüsüz bir yeteneğe sahiptir” dediği insanın bu karakterinden soyutlanıp şehre sahip olmak için yola çıkması ve “ahlaki ve bilinçli bir varlık olarak sırf hakim olmayacak kadar şehri sevmesi ve ona saygı duyması”dır.

Şehrimizin “haz imal atölyesi”ne dönüşmesi karşısında hüzün duymanın ötesinde yapılacak çok şey var. Ama öncelikle “hangi şehirdeyiz?” sorusunun idraklerde yer etmesi ve doğru cevaplanması gerekiyor.
(Günebakış, 21 Mart 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder