23 Şubat 2015 Pazartesi

EŞKIYANIN ŞEHRE İNİŞİ VE MASUMİYETİ YOK OLAN ŞEHİR…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin yaşanamaz hale getirildiği, şehir cinayet ve katliamlarının sınır tanımadığı netameli zamanlarda yaşıyoruz. Üstelik şehir katliamlarının hayat iksiri olarak sunulduğu ve bu iksire kavuşmayanların hızla ölüme doğru gittiğine inandırılıyoruz.

Nasıl mı? Şehir eşkıyalarının şekavetlerinin talan ve uygulama arenası haline gelen şehirlerimizde yükselen beton tabutluklar, zararsız böceklerin bile masum bir toprak parçası bulamadıkları için yaşayamayıp terk ettiği mekânlar, sadece kâr ve rant şehvetinin sembolü AVM’ler, iş kuleleri, rezidanslar, güvenlikli siteler, vs. vs… Artık şehirlerimiz her birimizin canlı olarak içinde mes’ut biçimde sığındığı birer nekropolden ibaret… Kendilerini canlı zanneden kadavralar için antik zamanlarda taştan oyulmuş lahitlerden oluşan nekropoller inşa ediliyordu. Modern zamanlarda beton lahitler üst üste dikilerek metropoller oluşuyor. Yani; modern zamanların metropolleri antik zamanların nekropolleri haline geldi.

Eşkıyanın şehre inişi bu hale getirdi şehirlerimizi… Artık dağlarda talan ve vurgun zamanı geçti, şimdi eşkıya şehirde hükümrân oldu… Eskinin eşkıyası kanundan kaçmak için dağa çıkar, vurgun yapardı, şimdilerde kendi kanununu ihdas ederek şehre indi.

Bu eşkıya yol kesen, kervan soyan türden değil; şehir rantlarını kollayan, şehrin neresinde bir bâkir toprak parçası, yeşil alan veya üzerine henüz bir şey konmamış arazi görse oraya musallat olan devletlû şeriklerinin korumasında bir eşkıya güruhu…

Öyle bir eşkıya güruhu ki dağlardaki eşkıyaları aratır cinsten..

Bu konuda arşivimizi bir yoklayalım…

XV. yüzyıl Osmanlı belgelerinden birisinde Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın Divan-ı Humayûn’dan İstanbul Kadısı ve Silâhdarbaşına gönderdiği bir hükümde “şehri eşkiyadan tathir ve pak etdiresin” diye emir buyurur. Yâni “şehri yol kesicilerden temizleyip arındırasın” der. Aynı hükümde “bazı ehl-i fesad evler basıp, adam katledip, esbap ve emval garet edip fesad ve şenaat eylemekten hali olma”dığını belirterek gerekli tedbirlerin tez elden alınmasını ferman eder.

O dönemde fermanın gereği yapılır ve şehir eşkıyadan temizlenir. Amma… Öyle bir zamandayız ki; ferman tersine çevrildi, adeta “şehri tez elden eşkıya ile âbâd idesün!” diye fermanlar salınır oldu !

Artık, ehl-i fesad evler basıp adam katledip emvali yağma etmiyor, daha korkuncunu yapıyor:
Şehirlerimize Moğol ve Haçlı istilâsının modern zaman tarzı istilâlar musallat oldu. Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in Amerika şehirleri için söylediği gibi, “Cengiz Han’ınkinden de kültürsüz bir vahşet hakim. Kuvveti ele geçirenlerin kendilerini dünyaya kabul ettirme iradesi” ve şehveti var ortada!

Şehirlerimiz inşa, imar ve ihya edilmiyor; iğfal, işgal ve imha ediliyor!

Bu bir rüya mı? Hayra mı şerre mi yormalı? Gördüklerimiz rüya değil, kâbusu da aşmış bir şehir gerçekliği! Bu gerçeklik hayatımızı istilâ ettiğinden, bu kaosta ifna olduğumuzdan göremiyor, fark edemiyor, anlayamıyoruz bu gerçeği!

Bu gerçekliğe birkaç cümle ara vererek Üstad Necip Fazıl’dan mühim bir misal verelim…

Yıl 1939. Üstad Necip Fazıl İstanbul’da karşı yakaya geçmek için Boğaziçi Vapuruna biner. Vapur köprüye yanaşınca, bir elinde acele ile gazeteye yetiştirmesi gereken yazı, diğer elinde ise her gün beraber gidip geldiği bir dostunun kolu Yenicami istikametine doğru yürürler. Üstad’ta hayret ve dehşete sebep olan hadisenin bundan sonrasını “Başıboş Şehir” başlıklı yazısından okuyoruz:

“Tam köprünün bittiği yerde, yani yüzünüz Yeni Camiye doğru köprüden çıkarken sol tarafta, köprüye hemen bitişik küçük toprak parçası üzerinde arkadaşım ne görse iyi?

Küçücük bir mısır tarlası!
Arkadaşım kolumdan çekti:
-Şuraya bak! Dedi, köprü başına mısır ekmişler!
Vapurdan çıkan birkaç kişi, şehrin en izdihamlı noktasında kendilerine hayat hakkı arayan mısır fidanlarına doğru hayretle eğildik ve ibretle yolumuza devam ettik.

Kim bilir hangi kayıkçı, gemici, Şirket-i Hayriye memuru, o başıboş toprak parçasına bu mısırları ekmiş, yahut o başıboş toprak parçası, üzerine düşen birkaç mısır tanesinden, başıboş şehrin tam bir ifadesi halinde derhal bir mısır tarlası fışkırmıştı.

Belki bu yazı bitinceye kadar herhangi bir belediye memurunun yolması mümkün olan, belki de ve en kuvvetli ihtimalle hala o noktada bekleyen bu mısırlar, tenekeden evleri, barsaktan sokakları, herkesin ve herşeyin keyfine açık ve perişan bünyesiyle, zavallı İstanbul’un ne mükemmel ifadesi!”

Üstad, gördüğü bu şehir manzarası karşısında hükmünü verir: “İstanbul’u vecize halinde ifade için, köprü başındaki mısırlardan daha kuvvetli bir vesika bulunamaz. Bu tarzda olağandışı tecelliler, insanı, kendi memleketinde seyyah haline getiriyor.”

Her mısraı berceste olan “Canım İstanbul”u yazan Üstad’ı 86 yıl önce dehşete düşüren bu manzaralar artık kalmadı! Sadece İstanbul’da değil, neredeyse hiçbir şehrimizde yok!

Sevinelim mi? Üzülelim mi? Şehirlerimiz Üstadın bahsettiği çirkinliklerden, kirliliklerden, teneke evlerden temizlendi, ıslah edildi de mi bu manzaralar artık yok?

Şimdi şehirlerimizi mısır tarlaları yerine beton ormanları istilâ etti.

Biz de Üstadın hayretinin tam tersi bir hayretle veyl! diyoruz.

Şehir idraki olmayan ve şehirli olamayan güruhun şehirlerimizi ne hale getirdiğinin tipik bir misalini dehşete kapılarak dile getiren Üstad, bu misalle şehir davamızı öyle derinden resmeder ki; günümüzün şehir yöneticileri anlayamaz!

Şimdilerde olsa şehirde kendini kentsel dönüşümden kurtarabilmiş vaha diyebileceğimiz bu masum mısır tarlası o yıllarda şehrin dokusunu bozan bir patolojik organ gibiydi Üstad’ın gözünde. Bugün ise tam aksine şahit oluyoruz. Üstad’ı hayrete düşüren bu tablo toprak terminatörleri tarafından rant ve kâr şehvetiyle yok edildiği için bugünkü şehirlerimizin masumiyeti hunharca katliamlarla kaybedildi.

TOKİ, belediye ve müteahhit eli değmemiş bir toprak parçası kalmadığı için şehir toprağının kimyası bozuldu, tabiatı değişti. Şehrin içeresinde insanın ayağını basacağı bir toprak parçası bırakmayan bu meş’um troyka marifetiyle gelecek nesiller toprak diye bir şey tanımayacak. Toprağı sadece filmlerde, fotoğraflarda görecekler. Daha da ilginci kimya laboratuvarlarında “bu topraktır” diye kendilerine gösterilen parçalara, başka galaksiden kopup gelmiş parçalar gibi hayret edecekler!

Görünen o ki bu eşkıya güruhunun ıslah-ı nefs edip nâdim olması mümkün değil. Bu hal, tatmin edilemez şehir eşkıyası iştihasının toprağa ihanetidir.

Üstad’ın hayret ettiği, dehşete kapıldığı  “kendilerine hayat hakkı arayan mısır fidanları” şehirlerimizi terketti. Çünkü şehir eşkıyaları bırakın insanı; nebat olsun, hayvan olsun şehirde hiçbir canlıya hayat hakkı tanımıyor!

Yukarıda söz konusu ettiğimiz fermandaki deyimle şehirlerimizin ahvâl-i umraniyyesi bu minval üzere bertahrîp devam ediyor! Bir taraftan da “şehir, medeniyet, gelenek, kadîm şehir ruhu….” gibi kavramlarımız (Üstad’ın deyimiyle kelâm fuhşu halinde) kullanıla kullanıla yok ediliyor.

Şehirlerimizi (gene Üstad’ın tesbitiyle)  “vecize halinde ifade için” TOKİ tabutlukları, kentsel dönüşüm katliamları, rezidanslar, AVM ve tower’lardan daha güçlü bir belge bulunamaz!

Şehirlerimiz mısır tarlalarından temizlendi fakat yerlerine göğü bile kirleten beton kaktüslerle işgal edildi.

Yaptıklarıyla gafilce avunan ve taammüden avutan devletlûlarımız, şehir ve medeniyet idrakinden mahrum Şehircilik Vekâletimiz ve ‘Heyet-i Vekile’miz var oldukça insanlığı ve şehri çok arayacağız!

Şehirlerimiz ‘yerli görünümlü’ müstevliler elinden daha çok çekecek gibi!

Ne acıdır ki sadece feryâd edebiliyoruz!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder