9 Mart 2015 Pazartesi

ŞEHİRLERİMİZİN TECELLÎ ZEMİNİ YOK EDİLDİ!

Yahya Düzenli

Bir şehrin tecellî zemini veya varoluş sebebi yok edilebilir mi? Veya, şehirlerimizin ifsat edilmiş haline bakarak şöyle soralım: Nasıl yok edilebilir? Tarihte şehirlere musallat olan Haçlı ve Moğol sürülerinden sonra günümüzde ‘Vehhabî zihniyeti’yle devam eden şehir katliâmları, zaman dilimiyle sınırlı kalmayıp şehirlerin/şehirlerimizin tecelli zeminlerini de yok ettiler, genetiklerini bozdular.

Ülkemizde ise… Tanzimat’tan bu tarafa “yeni şehir” inşa edemediğimiz, kuramadığımız gibi var olan kadîm şehirlerimizi de tahrip edip ruhsuz bir kadavra haline getirmekte cinnete yakalanmış gibiyiz. Ruh, muhteva, şekil estetik, mimarî süreklilik… gibi bir endişesi olmayan, “şehir” deyince işgal edilen toprağın üzerine dikilecek ‘beton mızrakları’ anlayan ve buralardan elde edilecek kârın şehvetiyle sarhoş olanların şehircilik adına konuştuğu, karar verdiği bir ülkede şehirlerimizin imha, ifsat ve en önemlisi ilhâdı kaçınılmazdır.

Tanzimat’a kadar insan ve şehrin faniliğinin idraki altında, ait olduğumuz dünya görüşünün/medeniyet tasavvurunun tecellisi olan yaşanmaya değer şehirler inşa eden bir zihniyet ve toplum, bugün ne yazık ki hafızası kaybolmuş, yaşama kültürü yok olmuş ve gelecek tasavvuru kalmamış bir halde şehirlerini katlediyor.

Sormakta bile ürperiyoruz: Tarihte muhteşem şehirler inşa ve ihya eden irade, bugün nasıl ifsat ve imhacı bir karaktere bürünebilir?

Önce zihniyet işgal ve iğfaliyle başlayan yabancılaşma; müthiş tarihî birikimden tiksinme, red ve inkârla devam etti, bu hal cumhuriyetle taçlanınca (!), açılan zihniyet caddesi etrafında insan, toplum ve şehir şekillenmeye başlamıştır. Bu kendine yabancılaşmış eklektik zihniyetin şehir katliâmları 1839’dan günümüze kimi dozu yüksek yıkımlar, kimi de değişik isimler altında tedricî yok edişlerle devam etti ve ediyor!

Artık “şehir” diyemeyeceğimiz toplu mekânlar bu katliâmı bütün boyutları ve kemaliyle yaşıyor.

Yeni şehir kuramamakta ne kadar mâhir isek, şehir tahrip edip imha etmekte de o kadar hüner sahibiyiz. Şehirlerimizi safari sahasına çevirenlerin özel imtiyazlarla sadistçe avlandığı bir ülke haline getirildik. Avını parçalarken bile bir usûl sahibi olan vahşîlere taş çıkartacak bir iştahla şehre saldıranların itibarlı konsorsiyumlar-işadamları olarak selâmlandığı bir ülke şehirleriyle değil, şerirleriyle öğünmek durumundadır.

“Bize ait” yeni şehir kuramama ‘marifetimiz’i Tanzimat’la başlattık ama Tanzimat aydın ve devlet adamlarının bile hayran oldukları batıya benzeme ve orada gördüklerini klonlama çabaları meşrutiyet ve erken cumhuriyet döneminde bir varlık ifadesi olarak ortaya çıkmıştı. Devam eden sürecin çürüttüğü şehirlerimiz; bugün boğulmakta olan bir canlıya yardım için el uzatanları da ölüme çeken bir çılgınlıkla yok ediliyor. Ancak bu yok ediliş “marka şehirler, kentsel dönüşüm, dünya kenti, Avrupa kenti” ilüzyonuyla bize sunuluyor. Tıpkı ölmek üzere olan bir hastanın gördüğü halisünasyonlar veya çölde aç, susuz ölmek üzere olan bir insanın gördüğü serap gibi…

Yeni ve rayından çıkmış bir Tanzimat zihniyetiyle mi karşı karşıyayız? Yoksa Tanzimat-Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet kolajlı bir zihniyetle mi? Amma da abarttık öyle mi? Ben hiç de öyle düşünmüyorum: Hâlâ bünyemize doğrudan giren ilk virüs olan Tanzimat kompleksi ve sendromu’ndan kurtulmuş değiliz.  

Günümüzün şehirlerini söz konusu ederek belirtelim ki; 1839’da Islahat adına başlatılan ifsat ne ise “yeni”lik ve Yeni Türkiye adına yapılan şehir dönüşümler de odur! Yeni bir ülke tahayyül ve tasavvur edenler; bunu öncelikle şehirlerde tecelli ve tecessüm ettirmelidirler! Oysa mevcut ve devam eden şehir tablomuz derece kaos ve kasveti beslemeye devam ediyor! Yani “Yeni Türkiye” nakaratının mucidlerinin iş ve icraatlarında “eski Türkiye alışkanlıkları” berdevam!

Yeni bir şehir idrakinin tecelli edeceği şehir ve mekânlara dair hiçbir iz, emare ve karine ne yazık ki bulunmuyor! Bunun için şehircilikte radikal operasyonlar gerekli! Öncelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve diğer ilgili Bakanlık ve kurumların ıslahı mümkün olmayan zihniyetine son verilmesi gerekir! Yeni bir idrak ve zihniyetle inşaya başlamak!

Ama nafile! Çünkü bu yönde ne bir irade ne de bir teşebbüs var!  Beklemiyoruz da! Virüslerin istilâ ettiği bünyede sıhhatli bir doğruluş emaresi olamaz!

Mevcut halden biraz uzaklaşıp şehir tecellîlerimizden tarihî bir kesite göz attığımızda dehşete kapılıyoruz.  Konumuzla alâkalı bir iktibas yapalım…

Selçuklu ve özellikle de Osmanlı’nın kurduğu Anadolu ve Balkan şehirleriyle ilgili önemli gözlemleri olan Alman bilim adamı F. Karl Kienitz, erken Osmanlı’nın Anadolu coğrafyasında “hangi idrakle” şehirler inşa ettiğine ilişkin şunları söyler:

Selçukluları ve onların devamı olan Osmanlıları, her açıdan batıya akan iç Asya kavimlerine benzeten, mesela bir Hunlarla ve Atilla İmparatorluğuyla eş tutanlar, eskiden farklı olarak güneşin doğduğu ülkelerden gelen yüksek İslam kültürünün binlerce mil batıya yayıldığını
ve önüne çıkan her ülkeye, onu yıkmak yerine, gelişmiş medeniyetinin damgasını vurduğunu, unutmamalıdırlar.

Bir zamanlar İspanya'nın Kurtuba’sında, Fırat ve Dicle'nin Bağdat’ında olduğu gibi, bu sefer de Anadolu'da ve Güneydoğu Avrupa'daki İslam şehirlerinde kültür çiçekleri açmakta, büyük gelişmeler kaydedilmekte idi. Bu şehirler başka türlü şehirlerdir, diğerlerine benzemezler özellikleri de, üstlerinde parlayan hilâlden ileri gelmektedir.

Şöyle ki, hilâlin gölgesindeki şehirler, İslâm dünyası tarihinin ve İslam kültürünün bir bölümüdürler. Anadolu ve Balkan yarımadası üzerindeki bu şehirlerin diğer bir ortak yanı da, kuruluşlarının, bazı istisnalar dışında, çok çok eskilere, yüzlerce yıl öncesine dayanmalarıdır…  

Türklerden önce şehircilikte gelişmeyen İç Balkan ülkeleri, özellikle Bosna-Hersek, Sultanların egemenliğinde, kalın tarih kitaplarının yeni bir sayfasına başladılar. Demek ki, hilâlin gölgesindeki şehirler, aynı zamanda Anadolu ve Güneydoğu Avrupa kültür ve tarihinin de bir bölümü oluyorlar.”

Karl Kienitz’in hayranlıkla resmettiği medeniyet coğrafyamızda tecelli ve tecessüm eden şehirlerin ruhunu anlayacak, kavrayacak, bugüne taşıyacak irfan ve idrake sahip siyasî, şehir yöneticisi, mimar, vs.’nin bulunmadığı bir ülkede şahsiyetli hangi şehirden bahsedilebilir ki?

Dün, tarihî medeniyet coğrafyasının her bir karesinde tecelli eden ruh ve mekânlar bugün hatırlanmıyor ise ortada ciddi ve tedavisi imkânsız bir vakıa var demektir. Tıpkı alzheimerli bir hasta gibi, zaman ve mekân idraki iptal olmuş; ne kendisini, ne geçmişini, ne de etrafındakileri tanıyamayan hastalıklı bir hal! Yahut da illetlerinin farkına varamayan, kendini sağlıklı zanneden bir hasta…

F.Karl Kienitz’in Bu şehirler başka türlü şehirlerdir, diğerlerine benzemezler özellikleri de, üstlerinde parlayan hilâlden ileri gelmektedir” cümlesini anlayabiliyorsak; dünya görüşü, medeniyet, kimlik, şehir, mimari ve yabancılaşmaya dair bir okumanın gerekli şartlarına sahibiz demektir.

Dün; büyük medeniyet coğrafyasında kaim olan şehirlere hâkim olan ruh ve şahsiyetten giderek uzaklaşmanın helâkini yaşıyoruz!

İdraklerin iltihaptan öte bir ilhâda yöneldiği bir zamanda kadîm şehirlerimizi düşünüp, hüzne dalma ve ağlama zamanıdır.

Niçin? Çünkü şehirlerimizin tecelli zemini yok edildi! Yeni bir tecelliye imkân hazırlayacak alâmetler ise henüz belirmedi! Belirir mi? Kim bilir!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder