27 Nisan 2010 Salı

“MARKA ŞEHİR” KOMEDİSİ ve KOMPLEKSİ …

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

Bazı kavramlar vardır asla “ironi”ye konu edilemeyecek bir gerçeklikte kullanılırlar. Ne kadar zorlarsanız zorlayın size kendilerini teslim etmezler. Onlara sahip olamazsınız. Zoraki sahip olmak istediğinizde teslim olur ancak sizi de kendisine çeker, dönüştürür ve komedi malzemesi haline getirir. Yâni, bağlamlarından, ait oldukları anlam dünyasından koparılmalarının intikamını sizden korkunç bir şekilde alırlar. Siz bunun farkında olmazsınız. Çünkü “tutkunu” olduğunuz kelimenin büyülü dünyasına kendinizi öylesine kaptırmışsınızdır ki, düştüğünüz yerin ve durumun farkında değilsinizdir.

Bir yazımızda “kelimelerin yolumuzu aydınlatamadığı bir zamanda yaşıyoruz” diye bir cümle kullanmıştım. Cümleyi biraz değiştirelim: “Kelimelerin yolumuza tuzak kurduğu, daha doğrusu kelimelere kurduğumuz tuzağa kendimizin yakalandığı bir zamandayız!”. Etimolojisinden koparılan kelimelerin “cahil”lerin ve “kifayetsiz muhteris”lerin dilinde büründüğü anlamı gördükçe o kelimelerden utanacak, kaçacak hale geliyoruz.

Bu kelimelerden en popülerlerinden birisi; “marka”. Tek başına kelime olmanın ötesinde bir anlamı yok. Ancak kullanıldığı yere, anlamlandırılmak istenen yere taşındığında ortaya öyle bir garabet ve ucube çıkıyor ki insanın çıldırmaması mümkün değil. Tıpkı “marka şehir”de olduğu gibi… Şehre, olmayan “imaj”ını kazandırmak için olsa gerek uydurulmuş bir “dolgu kavram”… Hemen de müntesip bulmuş…

Şimdilerin “az gelişmiş” yerel yöneticilerinin dilinde dudak tiryakiliği bırakan bir kavram; “Marka Şehir”. Şehriniz mi “marka”laşıyor yoksa Belediye Başkanınızın mı “marka” olmaya veya “markalı” denilmeye ihtiyacı var ? Pek belli değil. Tabloya baktığımızda galiba ikincisi, yâni Belediye Başkanı’nın ‘markalı’ denilmeye ihtiyacı var !

Yerel yöneticiler, şehrin problemlerden kurtulmasının formülünü bulmuşlar: Şehirlerini “Marka Şehir” yapmak. Ne markadan ne de şehirden haberdar olmalarına, şehir tasası çekmelerine gerek yok. Şehirlerinin “marka şehir” olduğuna hayal dünyalarında inanmaları, bunu melankolik bir tutku haline getirmeleri yeterli.

Bazı hastalıkların şifası yok. “Marka şehir” epilepsisine tutulanların krizlerinin geçmesini beklemek zorundayız. O da çok zor. Çünkü hastalık ‘akut’ değil, ‘kronik’.. Onun için de ne zaman nöbetin geleceği, ne kadar süreceği belli değil. Bilinen o ki; sürekli epilepsi krizlerini beklemek zorundayız.

Adeta “vird” haline gelmiş ‘marka şehir’… Ağzını açan Belediye Başkanı “marka şehir”le başlıyor. Bir zamanların devletlûlarının “Biz küreselleşirken” nakaratı yerine bu kez yerellûlarımızın “biz marka şehir iken” nakaratı… İşin ilginç, ilginç olduğu kadar da ironik olan tarafı: Tüm şehirlerin, ilçelerin, beldelerin “marka şehir” olduklarını ilan etmeleri… Hastalık bir yerden patlak verdi mi her yere sirayet ediyor.

Yanılmıyorsam bir Karadeniz sanatçısı yıllar ince türküsünün bir yerinde söylemişti: “Nenem da hep markali keyerdi. Çabulaci Mehmet’ten alurdi lastiklarini!” Şehirlerini markalaştırma iddiasındaki yerel yöneticllerin “marka”ları da bu cinsten…

“Marka”, ticari-ekonomik bir imaj kavramı.. Rakebetle yan yana kullanılan bir kavram… Ve ‘marka’ iddiasında olanların öncelikle ‘pazar’ ve ‘rekabet’ kavramlarının ‘vahşi yok ediciliğine karşı markalarını korumaları gerektiğinden haberleri var mı? “Marka”nın rekabet piyasasına konu alınıp-satılabilen ticarî bir kavram olduğunu da hatırladığımızda, “markalı şehir” piyasasında ‘değer’e, manâya yer olmayacağını da anlarız.

Çok da önemli değil. Zaten şehrimizin ‘ne olduğu’ önemli değil (!) Bilboard’larda “marka şehir” yazılsın, Belediye Başkanı’nın da yapay bir gülücükle dişlerini göstermesi ve elini müphem bir noktaya işaret etmesi yeterli (!) Bu anlamda, aslında “marka” olmak isteyen, pazarda yerini almak isteyen Belediye Başkanı olsa gerek.. Yâni aslında bilinçaltında “marka”laştırılmak istenen şehir değil Belediye Başkanı… İfade edilemeyenin ifade edilebilir şekli bu.

Trabzon da bu “marka şehir”lerden payını almaya başlıyor… Siyasetçileri, yerel yöneticileri, Valileri, bürokratları, sanatçıları, sivil toplum örgütleriyle bir bütün olarak “Trabzon’u marka şehir yapmak için” çalışıyor (!) Kim veriyor bu markayı? Markalı şehirlerin ‘kerameti kendinden menkul’… Hangi sebeple “markalı şehir” oluyoruz o da belli değil.

Olsun, önemi yok. Narsisizmimizi tatmin ediyoruz ya, gerisi önemli değil.

Geçtiğimiz Şubat ayında Bir Belediye Başkanını Ankara’daki Trabzon etkinliklerinde standları dolaşırken gördüğümde, bir komedi filmini seyredercesine tebessüm ettiğimi hatırlıyorum. Belediye Başkanını özel kameramanı takip ediyordu. Belli ki önceden talimat almıştı. Başkan, ağır çekimde gibi hangi standda ise elini oradaki bir malzemeye uzatıyor, zoraki birkaç soru soruyor, cevaplar alıyor, poz veriyor. Hatta (konuyla ilgisi olmamasına rağmen) ‘bunu şöyle yapsanız daha iyi olur, daha verimli olur’ yollu akıl verici bilgiçlikte de bulunuyordu. Böylece de kameramanın ayrıntılı görüntü almasını sağlıyordu. Tabii daha sonra hazırlanacak “marka şehir” filminin ‘laytmotif’i olacaktı bu kareler… Yanımdaki arkadaş da “Bu sahneyi kaçırmayalım. Bu mutlaka belediye başkanıdır, biraz seyredelim, tebessüm edelim” demişti.

İşte “markalı şehr”imizin örnek bir Belediye Başkanı ! Kim ne derse desin, markalı olmak, görüntüyü kurtarmak, ‘ekran koruyucu’ olmak önemli.

İşin traji-komik tarafı, bu yerel yöneticiler, bir süre sonra kendileri de “markalı şehir” olduklarına inanıyorlar. Hele de yanlarında üçüncü sınıf bir imaj maker’ları, reklam işportacıları varsa, ve de kendilerine “Sayın Başkanım harikasınız, müthişsiniz, şehrimiz markayı da deldi geçti, dünya ile yarışıyor!” diyorsa.

Trabzon’u düşünerek bir de şöyle soralım:

· Şehri “markalı” yapan değerler, malzemeler, olaylar, enstrumanlar nelerdir?
· Şehir nelerini (bırakınız dünyayı) Türkiye ölçeğine sunuyor ki markadan bahsedilebiliyor?
· Trabzon’un “marka” olarak herhalde sunacağı şey, ‘yaşanılabilir bir şehir’den çok, ‘Trabzonspor’, ‘Kolbastı’, ‘Hamsi partileri’ olsa gerek ! Çünkü Trabzon’un öğündükleri bunlar !
· Müthiş bir tarih-coğrafya-insan potansiyeline rağmen, bunları göremeyen, sahiplenemeyen, dönüştüremeyen bir idrakle nelerin ‘marka’laşacağını kestirmek zor değil.

Utanacağımız yerde avunuyoruz !

Trabzon’un da “markalı şehir” kervanına katılması aklıma bir fıkrayı getirdi:

“Bir boks maçında rakibinden yediği yumruklarla ağzı, burnu kanayan, yüzü gözü görünmeyen, başı dönen ve havaya yumruklar sallayan, sürekli yıkılıp kalkan boksöre antrenörü ringin dışından bağırıyor:

‘Mükemmelsin! Ha gayret! Devam et! Karşındaki sallanıyor! Az kaldı! Rakibini indireceksin! Yumruklarının rüzgarıyla rakibini zatürreden götüreceksin!” der.
Boksör şaşkın bir durumda cevap verir:

“İyi ama o zaman ağzımı burnumu kim kanatıyor? Beni kim sersemletiyor, kim dövüyor?”

“Marka şehir” kavramına tutkulu Belediye Başkanlarına seslenelim: Şehrinize “marka şehir” demekle şehir “markalı” olmuyor, imaj oluşmuyor. Zaten her şehrin kendine mahsus, ayırdedici bir markası yâni, ismi var. Siz, kendi görüntünüze hayran olabilirsiniz, bu size narsistçe bir zevk de verebilir. Ancak, şehrinizi ve kendinizi gülünç duruma düşürmeyin! Bir duyan-gören-anlayan-tanıyan olur, “marka”nın ne olduğunu bilenler çıkar da yüzünüz kızarır.

“Marka şehir” iddiasındakilerin şehirlerini “markalaştırdıklarını” göremedik ama, kendilerini “maskaralaştırdıklarına” çok şahit olduk. Halen de şahit oluyoruz !

Trabzon’un “markalı” değil “manalı” şehir olmaya ihtiyacı var !

Öyle ya, “mana”dan nasibi olmayanlar “marka”ya sığınır. O da yapay olmak kaydıyla !

Trabzon’un kadîm zamanlardan bugüne taşıdığı ismiyle birlikte önemli ve çekici bir muhteva ve “manası” var. Bu manayı zorla sanal bir “marka”ya tahvil etmek, şehre yapılacak büyük bir kötülüktür.

Trabzon, kendisine yapılan çok kötülüklere tahammül etti ama “markalı kötülük”lere yeni şahit oluyor !

(Günebakış, 28 Nisan 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder