26 Eylül 2012 Çarşamba


Zaman Gazetesi yazarlarının anlamsız bir seferberliği üzerine…

BİR “ZAMANE MÜPTEZELİ”NİN NECİP FAZIL VE İSLAMCILIKLA İLGİLİ İFRAZATLARI…

 

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tanzimat’tan bu tarafa bir türlü kurtulamadığımız tartışmalardan birisi “İslamcılık”. Hâlâ da sınırları bütünüyle belirlenmiş bir düşünce ve tartışma alanı değil. Belki de Osmanlı sonrası “masum” bir arayışın müntesiplerini bugün kendi zihnî çelişkilerinin malzemesi yapmak, onlara yapılacak en büyük hakaret olsa gerek.

Dünyanın ve ülkemizin anlık değişen gündeminde, kendilerini pazarlamak için mevzu arayanların her zaman sığınacakları bir pazar yeri haline getiriliyor İslâmcılık.. Kelimenin etimolojisinin önemi yok. Önemli olan çağrışımları ve delâletleri…

Son günlerde de gündemde “prestijli bir yer edinme” endişesiyle olsa gerek kendisine konum arayanların birbirleriyle paslaştıkları, bazen de birbirlerini iğneledikleri bir mevzu haline geldi İslamcılık…

Siyasî bir kavram ve zorlama bir akım haline getirilmesi için suyun her iki yakasının da uğraştığı tarihsel İslâmcılıkla ilgili, şu anda “Cemaat karasuları”nda yüzen ve hangi limana yanaşacağı müphem  bir “zamane düşkünü”nün geçtiğimiz günlerde “İSLAMCILAR NEDEN GERİ KALDI?” başlıklı yazısı bu yapay İslamcılık tartışmasında İFRAZATLARI DÖKME imkânı sağladı.

Öyle bir ifrazat ki bugüne kadar “suyun öte yakası”ndakilerin bile yeltenemediği türden…

Aslında bugünkü İslamcılık tartışmalarının hiçbir ciddi, muhtevalı ve tutarlı bir temeli yok. Bütün çabaları siyasî iktidarın her alanda hakim olmaya başlayan rengine sığınıp, malûmatfuruşluklarla okuyucularını meşgul etmek.

Sözkonusu “zamane düşkünü”nün geçtiğimiz genel seçimler öncesinde cemaat karasularından Ak Parti karasularına açılma teşebbüsünü biliyoruz. İşe ülkücülükle başlayıp, sonra “ben hiçbir zaman ülkücü (veya MHP’li) olmadım” diyen sonra kendine münbit ve velûd bir ‘varoluş alanı’ arayan, hayatı SERVİSÇİLİK’le geçmiş ve ‘geçici’ olarak yeni bir servis durağı bulan birisinin İFRAZATLARInı ciddiye almak gerekir mi? Şüphesiz gerekmez. Ancak, bu “zamane düşkünü” işi o kadar ileriye götürüyor ki, bilinçaltı saplantılarını ifrazata dönüştürüp işe Üstad Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u alet etmeye yelteniyor.

İslamcılık konusunda “uzun ve kısa paslar”la oyun kurduğu Ali Bulaç, bu konuda ondan daha mahir ve o işi ustaca götürüyor (!)

Bu zamane müptezeli şu anda kendisine verilen “sığınma odası”na olan borcunu ödeme gayretiyle olsa gerek ifrazatlarını şöyle döküyor:

“1960'lı, 70'li hatta 80'li yılların İslâmcı metinlerini açıp okuyun. Müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum. En ilerileri Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?”

Hiç kimsenin İslam adına bırakın ortaya çıkmayı, kuytularda bile görünmeye cesaret edemediği 1940’lı yıllarda İslâmî muhteva, birikim ve geleneği önemli bir tarihsel kırılma döneminde asliyyetiyle-orijinalitesiyle sonraki nesillere “ciğerinden kalemine kan çekerek bir bütün halinde aktaran Üstad için “müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum.” diyen bu “zamane kâhini”nin yazıp-söylediklerinin finalinde iyi bir RANT KAPMA arayışında olduğu hükmüne varmak hiç de zor değil. Cümlesinin sonundaki “Risale-i Nur geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?” tesbiti sığınma odasının sahiplerine bir göz kırpmadan öteye bir anlam taşımıyor.  Yoksa kendi yazdığı siyaset bilimi kitaplarında bile düşüncelerini nakzeden bir ton bilgi var.

“Canlılık belirtisi” ile muhtevayı değil de “sayı”yı, siyasi, bürokratik kadroları, ticarî kuruluşları, özel eğitim kuruluşlarının kemmiyetini kasteden bu kafanın nasıl “ilim adamı” olduğuna şaşmamak gerek!

Cumhuriyet dönemi İslâmi gelişim sürecinde Risale-i Nur ile  Büyük Doğu’nun mukayesesi gibi abesle iştigali kendisine konu ve misyon edinen bu müptezel bakış açısının, “sinir kumkuması” şeklinde her gün televizyon ekranları ve bulunduğu gazetedeki ifrazatlarında nereye varmak isteği de müphem ve meçhul.

Üstad’ın önemli bir tesbitini bu tip yeni yetme ayrık otlarına hatırlatmak tam da yeridir. Diyor ki: “Bir tesirim varsa eğer ya coşturuyor ya da kusturuyor!” Bu zamane müptezeli de kusanlar türünden.

Sözkonusu yazısı “sipariş”le midir bilinmez.

İfrazatlarında “Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz?” diyen bu kafa Büyük Doğu ve Diriliş’ten belagat ve edebiyat dışında  bir şey çıkaramamışsa ne diyelim? Kaldı ki muhtevadan böyle bir hisse çıkarmak muhtevayı okumak, tanımak ve anlamakla olur. Herkes istidadınca pay sahibi olur.

Üstad’ın bütün eserleri içerisinde sadece “İdeolocya Örgüsü”nü bile okuyup anlayabilse yazdığı yazıdan UTANMASI ve NÂDİM olması gerekir. Mısır’lı Edebiyat Profesörü Muhammed Harb kadar Necip Fazıl’ı ve özellikle de İdeolocya Örgüsü’nü anlayamayan bu kafadan yukarıdaki satırlardan başka bir şey beklenmez. Muhammed Harb Arapçaya çevirdiği Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli kitabının önsözünde bu anlamda şunu söylüyor: “ Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” isimli bir kitabı var. Bu kitap eserleri içinde en önemlisidir. “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır. “

Kendisi Türkiye’de bir sosyolog olmasına rağmen, Mısırlı bir ilim adamı kadar Necip Fazıl’ı okumamış, anlamamış ama kendince mukayese ve hüküm vermekten de en küçük bir edeb hissi taşımayan bu kafanın toplumsal tahlillerini bir düşünün!

Yazımızın amacı sözkonusu kalem sahibine Üstad’ın kitaplarından cevaplar sıralamak değil elbette. Ancak, ele geçirdiği köşesinde, farkında olmadan kendisinin bile beslenme kaynaklarına karşı husumet ve ifrazatlarını dökmesine aynı “terbiye üslûbu”yla birkaç cümle serdetmekdir.

Şuuraltında “şahsiyet kompleksi” olan yazar-fikir adamı, aydın, vs.ler için Tanzimat’tan beri İslâmcılık her fırsatta “geri kalmışlığımızın, fikri donmuşluğumuzun, siyasî basiretsizliğimizin sebebi olarak gösterilmiştir. Hangi İslâmcılık? 1900’lerin başındaki “arayış”larda İslâmî referanslara sarılan, bunları doğru veya yanlış yorumlayan, ya da parçalı bir zihin yapısıyla özgün tarihî muhtevadan yaşanılan zamana “tezatsız bir fikir örgüsü” sunamayanlar…

Bu sahib-i kalemin İslâmcılık’la ilgili yazdıklarının  bilinçaltındaki “şahsiyet kompleksi”nden kaynaklandığını söylemek yanlış mıdır?

Nasipsizlik böyle bir şey işte. Yanınızdan akıp giden ırmaktan bir damla su bile içemeden susuzluktan kavrulursunuz ve ırmağa öfkelenirsiniz.

Bütün rantını son yılların “Ergenekon” tartışmaları, siyasî iktidarın artıkçılığı ve kendisine açılan “cemaat kapısı”na borçlu olan bu düşkün yazarın ne İslâmcılık ve Büyük Doğu, ne Diriliş ne de Risale-i Nur’la ilgili söylediklerine itibar etmek mümkün değil. İtibar edenlerin öncelikle kendilerine “steril” bir okuma filtresi edinmelerini tavsiye ediyoruz.

Acaba, bu yazarın Büyük Doğu ve Diriliş’e bu derece öfkesi iktidar partisine milletvekilliği için müracaat edip “nasbedilmemesi” olmasın! Çünkü, zaman zaman Üstad’a ve Sezai Karakoç’a atıflar yapan, o kaynaklardan beslendikleri  ortada olan Başbakan ve bir kısım siyasî kadrosu arasına girememek, önemli bir tepki sebebi olsa gerektir!

Sorduğu soruyu tekrarlayalım: “O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne?”  Ve cevap verelim: Anlaşılan o ki, tarihî fikir adamlarımızın verdikleri “büyük ve meşakkatli mücadele”nin, o kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi:  Halen ortada bulunan yüz eseri aşmış “büyük kütüphane” ve ve ve (istisna da olsa) sonunda böylesi akıl ve izandan yana “cenin-i sakıt”ların ortaya çıkmasıdır.

Söz var o sözün çıktığı kafayı sarhoş eder. Söz var, o sözce ağırlık, vakar ve ciddiyet taşıyan kafalardan çıkar.

Bu ve bunun gibi yazarlara Tanzimat’tan beridir hiç yabancı değiliz, ağzından çıkanın esiri olmuş, kendi sözünün sarhoşu, tutkunu, sonunda da düşkünü haline gelmiş. Kendinden geçmiş, sekir halinde ortalığı yıkıyor, masada ne varsa küstahça deviriyor. Bu mudur, bizim aydın diye sütunlardan ortalığa saldığımız, bu mu olmalıydı?

Hem Büyük Doğu’ya, hem Diriliş’e “bühtan”ı da aşmış bu satırların yazarına zihnindeki düşünce virüslerinden arınma temennisiyle ancak ve ancak “şifa” diliyoruz.
 

NOT : Bugünlerde Zaman Gazetesi’nin Mümtazer Türköne ve Ali Ünal başta olmak üzere Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a karşı “grup psikozu”yla başlattıkları kampanya oldukça anlamlıdır. Türköne’yle birlikte Zaman Gazetesi yazarı Ali Ünal da yazısında Bugün, Cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.” Derken o da bilinçaltındaki ifrazatlarını ortaya dökmektedir.

Ali Ünal’ın bu cümleleri de gerek itikadi gerekse de kültürel olarak tutarsız fikrî çizgisinin gereği olsa gerek. Bu konuda 1980’lerin başında yazdığı kitapları okumak yeterlidir.

Gerek Mümtazer Türköne gerekse Ali Ünal’ın Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la ilgili hakaretamiz yazılarının, bulundukları “cemaat” kaynaklı iktidarla bir hesaplaşmanın bir yönü müdür acaba?  

Hiçbir zaman doğru ve kırılmamış bir fikrî ve siyasî çizgi tutturamamış olan bu tiplerin bugün bulundukları limanda da kalıcı oldukları söylenebilir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder