28 Aralık 2010 Salı

ŞEHRİN ANTİKORLARI...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerin de insan organizması gibi tabii koruma mekanizmaları, koruma refleksleri var. Bu refleksler, şehrin tahribine, kendisine yabancılaştırılma girişimlerine karşı kendiliğinden harekete geçer ve şehri savunur.

Antik zaman şehirleri gibi surlarla koruma altına alınmış bir şehir korumasından bahsetmiyoruz. Veya biyolojik bir şehirden mi bahsediyoruz ki refleksleri olsun. Evet… Şehirler de kendini dış korumadan, restorasyondan ayrı ve farklı şekilde koruma mekanizmasına sahiptir. Bu mekanizma şehrin antikorlarıdır. Tıpkı bir canlı mekanizmanın sahip olduğu antikorlar gibi…

Antikorlar; canlı organizmaların bağışıklık sistemleri tarafından ‘kendilerine ait olmayan’ organik yapıların saldırılarına karşı hazır bekleyen, vücudun savunma sistemini oluşturan mikroorganizmalardır. Bu mikroorganizmalar, bünyeyi yabancı etkilere karşı korur, erken uyarıcılık görevi görürler ve kendiliğinden harekete geçerler. Her vücut karşılaştığı-karşılaşacağı yabancı mikroorganizmalara/istilacılara karşı uygun, onlarla başa çıkabilecek antikorlarını üretebilir.

Şehirler de öyle…

Biz “vücut şehri” kavramından yola çıkarak şehrin bağışıklık sisteminde mutlaka bulunması gereken antikorlara işaret etmek istiyoruz.

Büyük Ârifler, insanı derinliğiyle anlatırken kimi zaman onu “şehir”e benzetirler. Şehrin merkezi kalptir. Vücudun diğer organları, değişik mikroorganizmalar, vs. şehir bütününü meydana getiren, âhenk içinde varlığını sürdüren unsurlardır. Yunus Emre’nin “ben bu vücut şehrine bir dem giresim gelir” demesi bu manâya işaret eder.

İnsan vücudundaki antikorlar ne ise; şehri koruyan antikorlar da aynı işlevi görür. Şehrin antikorları da insan vücudundaki antikorlar gibi göze görünmez, şehrin bağışıklık sisteminde varolan, yabancılara, yabancılaşmaya, saldırılara karşı doğal koruma mekanizması oluştururlar.

Şehir antikorları şehri oluşturan unsurlarda, şehre ait olan her şeyde, hem de şehir bütününde (eski deyimle) mündemiçtir, içinde mevcuttur. Diğer bir deyişle, şehrin DNA’sında her an canlı ve teyakkuz halindedir.

Şehrin bir organizma bütünü olduğunu düşündüğümüzde, şehrin yabancı etkilere karşı kendisini koruyacak tabii antikorlara sahip olması, bir bünye özelliği olarak zarurettir. Tarihsel şehirler bu anlamda tabii antikorlarını üretebilen, bunları sürekli tutabilen, zaman ve mekân şartlarına göre yenileyebilen şehirlerdi. Bugün, bütünüyle ‘yaşadığı zaman’dan ayrı düşse, uzaklaşsa bile kendisini modern zaman istilalarına karşı koruyabilmişlerdir. Ancak, her vücudun dinamizmi ölçüsünde harekete geçirdiği antikorlar, bu tarihsel şehirlerde de artık zayıfladığı halleriyle şehri savunabiliyorlar. Çünkü modern zaman yokediciliği tarihî şehirleri kuşatmış, istila etmiş durumda. Bir istilâcı şehirde ne yaparsa modern zamanların istilaları/istilacıları da şehirlerimizde onu yaptılar, onu yapıyorlar.

Modern zaman şehirleri; antikorlarını üretmek, harekete geçirmek yerine, tam aksine antikorları yok olmuş, antikor ihtiyacı hissetmeyen bir anestezi halini yaşayan bir bünyeye sahiptir.

En önemli antikor: “Şehir kültürü” ve sahiplenilmesi, bünyeleştirilmesi… Yâni, bir şehrin varoluş nedeni ve muhtevasından kaynaklanan, duyuş, düşünüş ve davranış biçimi haline gelmiş refleksi şehrin en önemli antikorudur. Öncelikle şehriyle hemdert olmuş, mensubiyetin ötesinde şehrine aidiyet bağları olan insanların, şehrin yabancılaşmasına, yabancılaştırılmasına karşı ortaya koyacakları şehirli refleks, şehrin antikorlarındaki gücü gösterir.

Bir diğer önemli antikor ise, ne kadar tahrip edilirse edilsin tarihsel doku ve muhtevadır. Tarihsel doku ve muhteva, modern zaman şehirlerinin kadim şehirden tevarüs ettiği doğal antikorların en önemlisidir. Bu antikorların yok edilmesi ve yerine modern şehir mobilyalarının yerleştirilmesi, vücudun antikor mekanizmasının kaybına yol açar.

Şehrin antikorları, restorasyon görevi görmezler. Çünkü restorasyon; artık eskimiş, bozulmuş, yok olmaya yüz tutmuş yapıların ayakta kalması için eski şekline uygun olarak yeniden şekillendirilmesidir. Tamir işlemidir. Antikorlar ise, zararlı etkilere karşı doğal koruyuculardır. Zarar, tahribat meydana gelmeden şehri koruma altına alırlar.

Şehrimize baktığımızda, bu anlamda doğal antikorları olan bir bünye görebiliyor muyuz? Yoksa, her türlü virüsün üzerine çullandığı, kendi yokoluşuna sebep olsa da virüslerle yaşamaya alışmış bir şehir mi görüyoruz?

Kendi şehrimize baktığımızda, ne tarihsel antikorlarının farkında, ne de modern zamanlardaki yapısını koruyacak antikorlara sahip. Olsa bile, modern zamanlar şehir antikoru tanımıyor.

Şehrimiz kendisini nasıl savunacak? Savunma, her şeyden önce “sahip”liği gerektirir. Sahiplik ise şehre ait olmayı. Şehre ait olamayan şehre sahip olamaz.

Şehrimizin bağışıklık sistemi güçlendirilmesi gerekirken, tam aksine çözülüyor. Şehrimizi istila eden futbol virüsü ve yapay/zorlama kültür-sanat-folklor yabancılaşmasına karşı şehrimiz henüz antikor üretemedi. Bünyesi bu tür virüslere o kadar bağışıklık sağladı ki antikorları harekete geçemiyor.

Şehrin antikorlarının istilacıları etkisiz hale getirmesi için, şehrin antikorlarının bilincine varması, kendine güven duyması lazım..

Mevcut şehir yöneticilerinin antikor diye bir dertleri, meseleleri yok. Çünkü bizzat onlar antikorlarla karşı karşıya !

Antikorları olmayan, antikor ihtiyacı hissetmeyen şehir ruhsuz-sağlıksız şehirdir.

Böyle şehrin vay haline!

(Günebakış, 29 Aralık 2010)

20 Aralık 2010 Pazartesi

“ŞEHİR RÜYAM SONA ERDİ…”

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehir rüyası, herkesin göremeyeceği bir rüya… Daha doğrusu “şehirde rüya görmek” şehirle dertlenenlerin, şehri dert edenlerin, şehrini dert edinenlerin görebileceği türden… Şehir rüyasını gerçeğe indirmek ise çetinler çetini bir iş… Öncelikle şehir için “rüya görebilecek” bir ruh hali, sonra bu halin şuura dökülüşü…

Şehir tasarımı, şehir tezyinî şehir tanzimi ise rüyanın tabir edilişi…

Eskiler derler ki: Göz neyi görmek isterse eşyaya öyle bakarmış.

İtalyan bir yazar-seyyah olan Edmondo De Amicis’in, 1870’lerde Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u gezdikten sonra şehre dair yazdığı eser; bizim baktığımız, içine girdiğimiz, yaşadığımız ama muhtevasını göremediğimiz, ruhunu kavrayamadığımız ‘kendi şehrimiz’i yabancı aynadan seyrettiğimizde nasıl hayrette kaldığımızı bir kez daha ortaya koyuyor.

Kendisini “biz 19. yüzyıl seyyahları” diye tanımlayan yazar, Osmanlı’nın medeniyet şehri İstanbul’u gezmeye başladığı günlerde, satırlarına aldığı Madam de Stael’in “seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür” sözünün doğruluğunu düşünmeye başladığını söyler.

İşte size 19. yüzyıl batı seyyahının gözüyle “medeniyet şehri” İstanbul’dan kesitler…

Bir şehri ihtiras halinde “görme” tutkusunun insanı nasıl keyiflendirdiği ve bu keyfin nasıl bir eziyete dönüştüğüne bakın:

“Hem şehrin hem de denizin her noktasından, orada yemyeşil tepede günde defalarca görülse de sırlarla ve vaatlerle dolu yeni bir şeymiş gibi dikkati çeker, merak uyandırıp bir muamma gibi hayal gücünü zorlar, sonunda keyfine varmak için değil, eziyetten kurtulmak için insan kararlaştırdığı günden önce gidip görür…”

“Burada, bu yerin canlı bir tasvirini verebilmek için, benim sözlerime şaşkınlık yaratacak, beklenmedik çıkışlarda dolu yumuşak bir müziğin eşlik etmesi lazım.” şeklinde görmeden inanılması güç bir şehri tasvir ederken devamla, “burası büyülü bir şehir gibiydi” diyor.

Seyyahımız kaskatı gördüğü şehirdeki bir mekânı anlatırken, o mekân insanın hayallerini kışkırtıyor:

“… Ara ara, hüzün ve şefkatle karışık, yeniyetmelere mahsus keyifli bir ürperme, zevkli bir kalp çarpıntısı hissediyorum. Bu duvarların arkasında, havada, sanki hâlâ onlardan bir şeyler kalmış gibi geliyordu. Onları aramak, o unutulmaz isimleri haykırmak, onlara teker teker yüzlerce defa seslenmek istiyordum ve sanki uzaklardan bir cevap işiteceğimi, yüksek setlerin üstünden ya da tenha korulukların dibinden beyaz bir şeylerin geçtiğini göreceğimi sanıyordum….”

Bu şehirden ayrılacak olmanın hüznü, seyyahımızı acıya boğuyor:

“Akşamları rüyadaymışım gibi gözümün önünden hızla akıp giden ışıklı semtleri, büyük kalabalıkları, ormanları, donanmaları, tepeleri görüyordum ve yakında yola çıkacak olma fikri, sanki bütün bu görüntüler uzaktaki bir memleketin hatıralarıymış gibi, her şeye biraz hüzün bulaştırıyordu.”

Gezdiği, Osmanlı medeniyet şehri’nin her şeyiyle birlikte camilerine de hayret ve hayranlıkla bakan batılı seyyahın o camileri anlatımı da müthiş:

“Selâtin camilerin pek çoğunu ziyaret ettiğim o güzel günü hatırlıyorum ve düşündükçe etrafımda hâlâ o dehşetli boşluk ve müthiş sessizliğin olduğunu sanıyorum… İnsan kendi ayak seslerinin yankısını duymasa, kapalı bir mekanda olduğunu unutur. Zihni meşgul eden hiçbir şey yoktur: Bu boşluğun, bu aydınlığın içinde doğrudan doğruya ibadet düşünülür. İnsanı ne kederlendiren ne korkutan bir şeyden eser vardır; ne hayaller, ne sırlar, ne de aklı karıştıran insanüstü varlıkların karmaşık makamlarının belli belirsiz parıldadığı tasvirler bulunur; sadece, ışığa gömülmüş çöllerin keskin çıplaklığını yeğleyen, kendi sureti olarak ancak semayı uygun bulan, duru, berrak, göz kamaştıran, müthiş bir tek Tanrı fikri vardır. ….’un bütün selâtin camileri, zihni yükselten bu büyüklüğü sergiler ve tek bir fikri bağlayan bir sadeliktedir; birbirlerinden öyle ufak farklarla ayrılırlar ki, tek tek hatırlanmaya kalkışıldığında güçlük çekilir…”

Modern zaman şehirlerinin mabedlerinde insan bu havayı teneffüs edebiliyor mu? Pek zannetmiyorum.

Seyyahımız Osmanlı’nın medeniyet şehrinden gemiyle ayrılırken hissettikleri de müthiş: “Gecenin karanlığında artık sadece fenerlerin tıngırtısını ve süratle yol alan geminin çıtırtısını işitiyorum… Güzel Doğu rüyam sona erdi.”

Edmondo de Amicis’in yüzkırk yıl önce tarihi şehirlerimizin (İstanbul veya başka bir şehrimizin) bugün yaşayacağı felaketi ferasetiyle nasıl gördüğüne bakalım:

“… Gelecekteki İstanbul’u, tehditkâr ve hazin ihtişamıyla yeryüzünün en güler yüzlü şehrinin kalıntıları üstünde yükseltecek o Doğu’nun Londrası’nı görür gibiyim. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evlerin yerinde yeller esecek; ortasından sayısız, upuzun fabrika bacasının ve çan kulelerinin yükseldiği binaların, imalathanelerin ve işyerlerinin sert uzun hatlarıyla ufuk her taraftan kesilecek; düz ve birörnek uzun sokaklar İstanbul’u ızgara şeklinde birbirine paralel binlerce kocaman yola ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin çatıları üstünde devasa bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek;… göğü devasa bir kara bulut daimi olarak kaplayacak. Bu manzara gözümün önüne gelince kalbim sıkışıyordu…”

Batılı seyyahın 19. yüzyılda artık çözülmeye başlayan medeniyet şehrinde gezip gördüklerini yüzkırk yıl sonra biz ‘yerli göz’le görebiliyor muyuz? Seyyah eğer yaşasaydı ve de tekrar ‘rüya şehri’ne eski duygularla gelseydi, gördükleri karşısında şaşırmayacak, ani bir kalp kriziyle hayata veda edecekti desek, abartmamış oluruz.

Oldukça hacimli kitabın her satırı muhteşem tasvirlerle, tanımlarla, ilginç tesbitlerde dolu. İnsanı şehre/şehrine koşturan satırlar arasında ayaklarınız dolaşıyor, başınız dönüyor adeta kayboluyorsunuz. Bu batılı seyyahın bakıp gördüğü medeniyet şehrinin (birçok ortak benzerlikler taşıyan) yaşadığımız şehri hayal ederek-farzederek, şehrimize batılı seyyahın gördüğü gibi bakabiliyor muyuz? Veya şehrimizde seyyahın gördüklerini görebiliyor muyuz? diye kendimize sorduğumuzda, itiraf edelim ki bizde müthiş bir “görme bozukluğu”nun olduğunu anlıyoruz.

Tarihin, artık yaşaması imkânsız şehirlerinin kasvetli ve ıssız sokaklarında gezinmenin insana vereceği ürpertiyi bilenlerdeniz. Bu şehirlerin akıbetini okurken bile insan tedirgin oluyor… Bir zamanlar ‘medeniyet taşıyıcısı’ olmuş, İnsanı tedirgin etmeyen, artık yorgun düşmüş, sadece maddesinden parçalar kalmış şehirler de var.

Bugün yaşamaya devam eden ancak, ait olduğu medeniyet dünyasından sadece maddî izlerle bile olsa bizleri karşılayan medeniyet şehirlerinin ‘yaşayan hali’nden aldığımız kesitler; modern zaman şehirleriyle oldukça mesafeli de olsa onlara mesajlar veriyor, onları yönlendiriyor, onların önüne sessiz bir yol haritası koyuyor. Ancak görebilmek için bakabilmek, bakabilmek için hissedebilmek lazım. Bu anlamda, “yerliler”in göremediklerini “yabancılar” çok daha iyi görüyor.

Nasıl görmek isterseniz, öyle bakarsınız.

(Günebakış, 22 Aralık 2010)

14 Aralık 2010 Salı

ÖLÜM VE HİSSEDİŞ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçen hafta Trabzon/Çaykara’da ebedî âleme yolcu ettiğimiz Malatya Valisi hemşehrim, kadîm dostum Ulvi Saran’ın babası Ali Kemal Saran hocamızın vefatı öncesi yaşadıklarını yazdığı “Sıra dışı bir hizmet eri” başlıklı yazısını okuduğumuzda hayretle gördük ki; insan bazen kendi akıbetini hiss-i kablel vuku (aniden içe doğuş)la farkında olmadan hissediyor, anlatıyor ve yazıyor.

Ali Kemal Hoca; vefat günü olan 10 Aralık 2010 tarihinde yazdığı ve bir gün sonra yayınlanan “Sıra dışı bir hizmet eri” başlıklı yazısında; meslektaşı, dava arkadaşı, kendisi gibi eski müftülerden Ali Şükrü Sula’nın İstanbul’da bir trafik kazası sonucu vefatını ve kendisiyle ilgili düşüncelerini anlattı.

Yazısına; “Geçen Çarşamba günü beklenmedik elim bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrılan Ali Şükrü Sula pek az insana nasip olabilecek bir özgeçmişe sahipti. O, ölüm meleği Azrail (AS)'ın adeta üstlenemediği bir tecelli ile yürüyerek camiye giderken bir başka zahiri sebeple, bir minibüsün kendisine çarpması sonucu ölüm şerbetini içti.” cümleleriyle başlayan Ali Kemal Hoca, meslekdaşı-dava arkadaşının hayatından kesitler aktararak “nasıl bir hizmet adamı olduğu”na vurgu yapıyordu. Ali Kemal Hoca’nın yazısı aslında kendi hayatı ve akıbetini anlatıyordu… Kendisi, arkadaşının cenazesine katıldığı gün gene aynı akıbetle İstanbul’da bir trafik kazası sonucu vefat etti.

O, 78 yıllık hayatında gerçekten “sıra dışı bir hizmet eri” olarak yaşadı ve geçici dünya hayatını da böyle noktaladı. Kendi hayatını anlattığı “Omuzumda Hemence” kitabı, eşine az rastlanır önemli bir hâtırat olarak Kurtuba yayınları arasında ikinci baskısını yaptı.

Ali Kemal Hoca’nın, arkadaşının vefatına dair yazdıklarını okurken, Üstad Necip Fazıl’ın 1925 yılında yazdığı “Ölünün Odası” şiirinin son iki mısraı zihnime takıldı. Şiirin tamamını okuyoruz:

“Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş;
Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.
Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;
Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi...
Yatıyor yatağında, dimdik, upuzun, ölü;
Üstü, boynuna kadar bir çarsafla örtülü.
Bezin üstünde, ayak parmaklarının izi;
Mum alevinden sarı, baygın ve donuk benzi.
Son nefesle göğsü boş, eli uzanmış yana;
Gözleri renkli bir cam, mıhlı ahşap tavana.
Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;
Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.
Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;
Belli ki, birdenbire gitmiş çırpınamadan.
Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;
Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”

Üstad, şiirin son mısraında “bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm” diye, kendi ölümünü 58 yıl önceden seyrediyor ve anlatıyordu.

Ali Kemal Hoca, “Bu ani gidiş, benim gibi emekli meslektaşlarını ve emekli olduktan sonra yaklaşık 30 yıl hizmet ettiği İstanbul ve çevredeki müftüler ve din görevlilerini yasa boğdu. “Hepimiz nihayet aynı sonla bu fani dünyadan ayrılmayacak mıyız?” diyordu yazısında.

Hayret ve dehşette kalıyor insan!

Devam ediyor Hoca:

Ne büyük bir mazhariyettir ki, 10 Aralık Cuma namazını müteakip cemi ğafir diyebileceğimiz kalabalık ve seçkin bir cemaat tarafından cenaze namazı kılınarak ahirete uğurlandı..”

Birkaç saat sonra sona erecek dünya hayatının hikâyesini, sonucunu ve ötedeki hayata ilişkin ders vererek tamamladı hayatını. Çaykara’da kılınan cenaze namazında aynı şekilde ahirete uğurlandı.

Vergi tahsildarı ve jandarma dipçiği”nin ortalığı kasıp kavurduğu 1940’lı yılların ceberrut yönetiminin hakim olduğu bir dönemde köyündeki medresede tahsil hayatına başladı. İlim uğrunda önemli çileler çekmiş bir neslin son temsilcilerindendi.

Eskilerin “İlmiyle âmil” dedikleri bir şahsiyetti. Ölmeden bir süre önce babasının kendisine “göreceksin dimdik öleceğim!” dediğini aktardı Ulvi Bey. Öyle de öldü. Yerinde duramayan, her an diri, her ânı hareketli, her ânını önemseyen enerji dolu bir 78 yıl bıraktı geride.

Arkadaşı Şükrü Sula için söylediklerini kendisi için söyleyerek yazımı bitireyim:

“…Ne mutlu bana ki böyle aziz bir arkadaşımın cenazesine katılabildim. Cenabı Hak'tan niyazım odur ki, ihlâsına göre kendisine muamele edip, külliyedeki sevap hanesini ebediyen açık bulundurması ve bu hayra filen katılmış gibi ona ecir vermesidir...”

“Ölümün soğuk yüzü” diye bir deyim var. Öyle midir acaba? Yoksa gene Üstad Necip Fazıl’ın mısralarında söylediği gibi midir ölüm?

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber;
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ali Kemal Hocamız bu dünyadan “Omuzundaki hemence”sini doldurarak ayrıldı.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

(Günebakış, 15 Aralık 2010)

7 Aralık 2010 Salı

HER DEM YENİ DOĞAN ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin hem içinde yaşayanlara, hem de gelip geçenlere “söyleyecek sözü” olması demek; o şehrin “her an yeni yüzle” kendini sunması demektir. Yüz değiştirmesi değil, her an kendi kendisini yenileyen bir biçimde varoluşudur. Tıpkı kutsal şehirlerin kendisine gelenlerde bıraktığı intiba gibi…

Büyük ârif Yunus Emre “her dem yeni doğarız bizden kim usanası” diyor. Yunus Emre’nin bu mısraı sekizyüz yıl öncesinden günümüze halâ ışık tutuyor, halâ mesaj veriyor. Mesajıyla birlikte kendisinin de ‘her dem yeni’ doğmaya devam ettiğini gösteriyor. Çünkü o, varlığın idrakiyle bir ‘değer taşıyıcısı’dır.

Yunus Emre’nin bu mısraını şehre indirgediğimizde, bir şehrin “her dem yeni doğması” şehirle birlikte hemşehr olanların idrak ve inşalarına bağlıdır. Şehir idraki, şehre baktıkça, şehri tanıdıkça, şehre girdikçe “her dem yeni”lenen bir idraktir.

“Her dem yeni doğmak”, modern zamanların şehirlerinde olduğu gibi şehrin sürekli yıkılıp yapılması değildir. Şehrimizde gözlemlediğimiz ‘yeni beton’larla şehrin silüetinin nekropole çevrilmesi de değildir.

Her sabah kalktığınızda karşınızda şehir bize kendisini ‘huzurla hissettiriyor’sa, bu anlamda “yeni”leniyorsa o şehir “her dem yeni” doğmuştur.

Böyle bir şehir var mıdır? Böyle bir şehir gördünüz mü?

Üstad Necip Fazıl İstanbul için; “Son derece eski olan bu güzellikler bir bakımdan o kadar yeni ki, her defasında tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi buluyorum.” diyor. Yunus Emre’nin “her dem yeni” dediği hal, bir şehir için bu olsa gerek.

“Her dem yeni doğan” şehir; bizim algılarımıza bağlı olarak ‘gerçekliği’ değişen şehirdir.
“Her dem yeni doğan” şehir; içinde eridiğimiz ama kendimizi kaybetmediğimiz şehirdir.
“Her dem yeni doğan” şehir, insanın bakışında, idrakinde “her dem yenilenen”dir. Geçmişte kalan, hatıralarda yaşayan değil, ‘şimdi’de yaşayan, geleceğe yürüyen, geleceğe çağıran şehirdir.

Yaşadığımız şehir her dem yeni doğsa bile farkında olamıyorsak, o şehrin doğumuyla ölümü arasında fark yoktur. Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’indeki Pentesilea’da yaşayanlar gibi, şehrimizde ‘yaşamak’ için bulunmuyorsak ne şehrimizin bizim için, ne de bizim şehrimiz için bir anlamı yoktur.

Her dem yeni doğan şehir insanı usandırmaz, bıktırmaz.
Her dem yeni doğan şehirde insan yorulmaz, bunalmaz.
Her dem yeni doğan şehrin insanı da her dem yeni doğar.

“Her dem yeni doğan” şehir, enerjisini sürekli kendi üretir. Karşısındakilere enerji verir. Tanpınar’ın Konya için söylediği “Konya insanı bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır, ya-hut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız… Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation is-ter…” Bağlılık, kabul edilme, kayıtsız şartsız teslim olma… Böyle bir şehri nasıl bulacağız, Nasıl tanıyacağız? derseniz, öncelikle tarihî süreç ve süzgecin şehadetine müracaat etmemiz gere-kecek. Çünkü modern zaman şehirlerinin ‘oluşamamış şahsiyeti’ insanı da ‘oluşamamış şahsi-yet’ haline getirdi.

O halde; ‘her dem yeni doğmak’ şehirle birlikte (Hacı Bayram Velî’nin) ‘ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında” dediği anlamda insanın şehirle birlikte sürekli yenilenmesidir.

“Her dem yeni doğan” şehir, ruhu olan şehirdir. Köklerinden beslenen, “kendi kalarak yenilenen” şehirdir…

Şehrimizin her dem yeni doğacak potansiyeline rağmen, onu her dem eskiyecek hale getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.

Yaşadığımız şehre bakarak “her dem yeni doğan” bir sülieti, muhtevası, mekânları, ruhu var mı ? diye soralım. Alacağımız cevaba göre biz de “her dem yeni” doğup doğmadığımızı test etmiş olacağız.

Şehrimizde “her defasında ele geçmemiş bir çizgi” yakalayabiliyor muyuz? Şehrimiz de biz de her dem yeni doğuyor olacağız.

(Günebakış, 8 Aralık 2010)

30 Kasım 2010 Salı

DOĞU ŞEHİRLERİ Mİ, BATI ŞEHİRLERİ Mİ DAHA GÜVENLİ ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta Pakistan’dan dönen kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la telefonda görüşürken, oradaki müthiş sel felaketi ve getirdiği sefalet içerisinde bile insanların son derece tabii bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini, son derece kötü şartlara karşı nasıl mukavemet ettiklerini, felaket şartlarında yaşamakla normal şartlarda yaşamak arasında sanki hiçbir fark yokmuş gibi yaşadık-larını gözlemlediğini ifade etti. Bir yandan olağanüstü şartlarla mücadele ederlerken diğer taraf-tan davranışlarındaki insanîliği/tabiliği gördüğünü belirtti. İsyan, panik, huzursuzluk yok. Maddî hiçbir şeyi kalmamış insanın huzuru ile her şeye sahip insanın huzursuzluğu/tedirginliği arasındaki müthiş fark gibi… Devamla… Bizim burada her türlü alet-aygıt çeşitliliği ve teknoloji konforu (cep telefonu, bilgisayar, vs.) içerisinde nasıl sıkıntılı, kaotik bir günlük hayat sürdüğümüze vurgu yaptı.

Burada ise; bir saat cep telefonundan ayrı kaldığımızda hayatımızın nasıl altüst olduğunu, nasıl krizler geçirdiğimizle, cep telefonumuzun yanımızda olmadığı zaman kendimizi nasıl müthiş bir yalnızlık ve güvensizlik içerisinde hissettiğimizle ilgili konuştuk. Sözü Şarlo’nun meşhur “makine örneği”ni hatırlattı. Kimbilir, belki bir gün biz de bu “teknoloji kuşatılmışlığı”nda üzerimizde-ki/etrafımızdaki teknoloji aygıtlarının robotu (tutsağı zaten olduk) haline geleceğiz. Şarlo’nun insanın kontrolünden çıkan teknolojinin nasıl bir traji-komik sonuçlar doğurduğunu Üstad Necip Fazıl’ın ifadelerinden okuyalım:

“Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek verir, son-ra başka bir kolla da ağzını siler. Makinanın yemek veren kolu bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir. Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt...”

Aslında teknolojinin muhasarası altında ve his iptali içerisinde bu hali yaşıyoruz…

Daha sonra gazetelere bakarken birden “Afganistan kentleri New York’tan daha güvenli!” başlıklı bir haber gözüme takıldı. Haberi okuduğumda Hüsnü Kılıç’la sabah aramızda geçen konuşmanın sanki devamı mahiyetinde bir metin gibiydi. BBC ve Reuters’in dünyaya Kabil’den geçtiği haberde NATO yetkilisi Mark Sedwill, bombaların günlük hayatın doğal bir parçasına dönüştüğü Afgan kentlerinin çocuklar için Londra ve NewYork’tan daha güvenli olduğunu belirtiyordu. Sedwill, Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan’ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların ‘muhtemelen Londra, New York, Glasgow ve dünyanın diğer büyük kentlerinden daha güvenli bir ortamda yaşadığını” belirtti. Sedwill “Afganistan’ın aile odaklı bir toplum olduğunu ve bu çerçevede biraz köylerden oluşan bir kent gibi görülebileceğini” söylüyor.

NATO yetkilisinin sözleri aslında Doğu ve Batı toplumlarının tarihsel genetiklerine kadar uzatıla-bilir. Bu genlerde yatan “güvenlik” algısı birbirinden çok farklı…

Gerçeklerden çok imajların ‘pazarlandığı’ modern zamanların batısında doğu imajının, doğu şe-hirlerinin de ‘istedikleri ve kurguladıkları biçimde pazarlanan’ şehirler olduğunu söylemeye gerek yok. Doğu şehirleri ve şehir hayatı batının doğuya yönelik ‘kurgu ihtiyacı’nı istediği zaman giderebilse de NATO yetkilisinin sözü bu kurguları bazen bozuyor.

“Batının doğu imajı”nda “Batı şehirlerinin güvenli, doğu şehirlerinin ise güvensiz olduğu” sürekli vurgulanır, servis edilir, zihinler bu yönde şartlandırılır. Bu yargı batı’nın tarihsel genetiğinin değişmez bir parçasıdır. Hatta batının doğuyla ilgili tarihsel yargıları bu temellendirme üzerine kurulmuştur. Ancak kimi gezginler ise bu yargının aksine doğunun son derece insanî olduğunu, gidip gördükleri doğu şehirleri ve insanlarından bizzat gördükleri yakınlıkla kayda geçirmişlerdir.

Güvenlik, temelde insanî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca gerek duyulmayacak çevre şartları oluşturul-duğunda “güvenlik ihtiyacı” diye bir şey sözkonusu olmaz. Batı’nın “güvenlik” algısı ile Doğu’nun güvenlik “algı”sı referanslar temelinde farklılık taşır. “Güvenli Şehir” batıda katil, uyuşturucu müptelası, sarhoş, psikopatların sürekli kontrol altında tutulduğu, onların her an suç işleyeceği düşüncesi ile takip edildiği ‘polisiye’ bir anlayış temeline dayanır.

Doğu’daki “Güvenli şehir” algısı ise; sokaklarında gece ve gündüz “suç işlemeye meyilli” olma ihtimali olmayan, böyle bir “güvenlik” algısının idraklerde yer bulamadığı bir anlayıştır. Batı’da müthiş “bireycilik”ten kaynaklanan ailede sağlanamayan “güven” ve “güvenlik”, Doğu’da ahlâkın da ötesinde bir “aile değeri”dir.

Üzerine her gün tonlarca bombalar yağmasına rağmen hayatını sürdüren Doğu toplumundaki insana/çocuğa karşı, Batı toplumunda bir saat elektriğin kesilmesiyle nasıl bir şehir yağmacılığı yaşandığına sık sık şahit oluyoruz.

İki zihniyet dünyasının insanı, şehir ve güvenlik algısı iki farklı dünya oluşturuyor. Farklı çünkü, referansları, kaynakları farklı.

Batı’nın oluşturmak istediği/oluşturduğu siyasî doğu imajına rağmen bugün elimizdeki batılı gez-ginlerin not defterleri, gezi notları Doğu toplumlarının yaşamlarıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler içerir. Doğu şehirlerinde şahit oldukları basit bir davranış biçiminin kendileri için ne kadar hayret verici olduğunu yazarlar. Sadece insanlar için değil, hayvanlar için bile son derece güvenli doğu şehirlerine ilişkin seyyahların notları batı için sadece “ilginç” ve “hayret” edilecek enstantanelerdir. İşte bir tek örnek: İtalyan roman ve hikâye yazarı Edmondo de Amicis 1874’te geldiği İstanbul’daki günlük hayat karşısında uğradığı şaşkınlık ve hayranlığı şöyle anlatır:

“Buradan gelip geçen seyyahların, şehre adım atar atmaz akılları başlarından gitmiştir. Pertusier’nin dili dolanır, Tournefort dilin aciz kaldığını söyler, Pouqueville başka bir alemde olduğunu sanır, La Croix mest olur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükre-der, Gautier gördüklerinin gerçek olduğundan şüpheye düşer; her biri görüntüleri üst üste yığıp üsluplarını parlatarak düşüncelerinin altında sefilce ezilmeyecek ifadeler bulmak için kendilerine beyhude yere eziyet ederler…”

Sadece insanlar için değil, tüm canlılar için Doğu şehirleri Batı şehirlerinden çok daha güvenli ve yaşanılır. Gene Amicis’ten okuyoruz:

“… serçeler çekinmeden evlere girer çıkar ve çocukların, kadınların ellerinden yem yer; kırlangıç-lar kahvehane kapılarının üstüne, çarşıların tonozlarının altına yuva kurar; sultanlar ya da şahıs-ların katkısıyla beslenen sürüyle güvercin, kubbelerin saçakları boyunca ve minarelerin şerefelerinin altında beyazlı siyahlı kümeler oluşturur; martılar sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık-lardaki servilerin arasında sevişir… “

Yabancı bir seyyahın İstanbul’daki bu gözlemi bile batının “kurgulanmış doğu imajı”ndaki vahşiliğe ciddi ve yerinde bir cevaptır. Sadece İstanbul’da değil, bütün doğu şehirlerinde aynı duyarlılığın varolduğuna şahit oluyoruz.

Şehirlerimizde aletlerin, aygıtların, teknolojinin anaforunda kaotikleşen hayatımızda şikayet etmeyi varlık nedeni haline getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.

Hayatınızı nasıl kurgularsanız finali de o şekilde oluyor.

(Günebakış, 1 Aralık 2010)

22 Kasım 2010 Pazartesi

YALANCI ŞEHİRDE SAHİCİ BELDE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Derler ki; İbrahim b. Ethem sahrada yürürken birisiyle karşılaştı. İbrahim Ethem’e “Mamur ve meskûn yerler nerede?” diye sordu. İbrahim Ethem de cevap olarak mezarlığı işaret etti. Oysa şehirler ‘mamur ve meskûn’ yerler, mezarlıklar ise ‘metruk’ yerler olarak bilinir. Fizikî gerçeklik olarak öyledir de. Peki İbrahim Ethem’in bu cevabı neye işarettir?

Bu işaretteki derin gerçeği modern zaman şehirlerinin ‘katlettiği’ insan göremiyor. Çünkü insanın duyu kaybı o derece ilerledi ki, giderek kendisinin şehirde bir böcek kadar bile ‘yaşama hakkı kalmadığı’nın farkında olamıyor.

İbrahim Ethem’in bu diyaloğunu okuduğumda Üstad Necip Fazıl’ın Karacaahmet şiirini hatırladım. Modern zaman şehirlerinin kaosunda kendini ifadelendiremeyen insana Üstad’ın “göbeğinde yalancı şehrin sahici belde” olarak tanımladığı mezarlık ve sembolü “Karacaahmet” şiiri, İbrahim Ethem’in yukarıdaki hikmetli ‘işaret’ini kemâliyle şerhediyor, yorumluyor, varlık idrakiyle bize sunuyor. Hayatın, ölümün ve ölüm ötesinin ‘mezar’ sembolünde ifade edildiği bu muhteşem şiiri okuyoruz:

“Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek,
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler.
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm...
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!”

Velîlerin, irfan ehlinin sükûtunun da, cevaplarının da önemli mesajlar taşıdığını bilenler, İbrahim Ethem’in ‘mamur yer’ olarak ‘mezarlığı’ işaret etmesindeki derin manâyı ve Üstad’ın şiirindeki derinliği anlarlar. Yaşama biçimimizde, tarihî kültürümüzde mezarlıklar ‘öte’leri işaret eden muhteşem şehir dekorları olarak yaşayanlarla iç içedir. Modern zamanlarda ölüm, hayatın dışına çıkarılmış, unutturulmuş ‘tek gerçek’ de olsa, mezarlıkların bize aslında ‘ölüm’le birlikte ‘hayat’ı işaret etmesi İbrahim Ethem’in hikmetli cevabında yatar.

Modern zaman şehirlerinde ölüm ‘unutturulmuş gerçeklik’tir. Mezarlıklar ise şehir dışına çıkarılmakla insandan ‘uzaklaştırılmış gerçeklik’ olarak varlığını sürdürüyor. İnsanoğlu adeta ölümle rekabet edercesine yaşadığı şehri ‘ölümsüzlük’ yapılarıyla donatmaya çalışıyor. Modern zaman şehirleri insana faniliğini hatırlatan mesaj vermek yerine, onu ‘yaşamak için savaşmak, rekabet etmek, yok etmek” zorunda olduğu hissini sürekli tahrik eden bir sadizme sürüklüyor. Şehirlerimiz mitolojik mekânlara, insanlar da mitolojik aygıtlara dönüşüyor.

Yüzyılımızda bir düşünce adamı Başkent için “mutsuzluğun inşa edildiği şehir” demiş. İbrahim Ethem’in, şehri değil de mezarlığı “mamur ve meskûn yer” olarak işaret etmesiyle örtüşen bu söz, şehirde ‘huzur bulamayan’ insanın trajedisine de işaret ediyor. İnsan mâlûl olunca şehir mâmur olamıyor.

Belki de şehrimiz Trabzon’da bugünkü Atapark’ın yerinde bulunan İmaret Mezarlığının Cumhuriyetin ilk yıllarında Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in marifetiyle hunharca yok edilmesinde, insanımızın şehirde “ölüm ve ötesi”yle ilişkisini kesmeye yönelik bir operasyon zihniyeti vardır. Şüphe yok!

Yeni cumhuriyetin “zihinsel inşası” için fiilen ‘yokediş’e tarihî şehirlerden ve onların üzerinde bulunan (adeta bir annenin körpe çocuğunu ihtimamla koynunda saklaması gibi) mezarlıklardan başlanması, hatta bu iş için Trabzon İmaret Külliyesi’nin önemli bir ‘infaz yeri’ seçilmesi oldukça manâlıdır ! Yeni şehir inşa edemediler ama kadîm şehrin ruhunu önemli derecede tahrip ettiler !

Bizim mezarlıklarımız “nekropol”ler yâni ölüler şehri değildir. Tam aksine modern zamanlarda nekropole dönen şehirlere karşılık, şekil olarak her türlü ‘ölüm estetiğinden yoksun’ olmalarına rağmen yüzyılımızın tek diri, canlı mekânı ‘metropol’lerdir.

Mamur ve meskûn yer olarak “şehrimizi” işaret edebiliyorsak şehri, hayatı ve ötesi’ni idrak ediyoruz demektir. Aksi halde İbrahim Ethem’in işaretindeki ‘mamur ve meskûn yer’ olarak mezarlıkları göstermek, hatta onlara iltica etmek zorundayız!

17 Kasım 2010 Çarşamba

ŞEHİRDE FİRKAT VE VUSLAT

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kültürümüzde “firkat” ve “vuslat” üzerine yâni, ayrılık ve kavuşmak üzerine yazılı ve sözlü birikim hiçbir kültürde olmayacak kadar çoktur. Sadece “bize mahsus” bir varlık idrakinin tezahürleri olarak firkat ve vuslat, kelimelerin ötesinde bir “hal idraki”dir. Özellikle sûfîlerin kelâmı, velîlerin halleri firkat ve ayrılığın yakıcı tablolarıyla doludur. Firkat ve vuslat dile getirilebildiği nisbette ‘hakikati kuşatılamayan’ bir haldir. Çünkü, dil hâle ne kadar tercüman olabilir ki? Bunu bilen ârifler “firkat” ve “vuslat” ateşiyle kavrulurlar, bu ateşi dışa vurmazlar. Bu kavruluştan nefesleri bazen dile dökerler. Dil, ne kadar becerebilirse kalbin hallerini ifşaya çalışır.

Firkat’in de vuslat’ın da kaynağı Aşk… Onun için dile dökülmesi zor haller..

Büyük Velî-Ârif Ahmet Gazalî “Sevânihu’l-Uşşak”ın 28. faslında “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür; zira vuslat olmazsa ayrılık olmaz, yani ayrılık vuslattan sonra gelir. Gerçekte vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Öyle ki aslında ayrılık kendine kavuşmadır; ancak bu durum, olgunlaşmamış âşıkta olmaz; çünkü âşık, henüz tam anlamıyla pişmemiştir…” der.

İndirgemeci bir anlayışa düşmemek kaydıyla, Gazalî’nin bu hikmetinden pay alarak söyleyelim ki; İnsanın mâsivâ denilen dünya macerası/hayatı aslında sürekli firkat-vuslat arası geliş gidişlerle doludur. İnsan niçin firkat ve vuslat arasında yaşar? Çünkü, geçici olarak koptuğu, ayrıldığı, firkatte olduğu “asıl “ âlemin bu dünyada ‘vuslat’ı üzere yaşar. O âlemin visali hayatını manalı yapar. İnsan, dünyaya gelmekle “asıl alem”den ayrı düşmüştür. Oraya kavuşmak ister. Dünyada kendisini geçici görmesi firkat hali, geçici olmayana duyduğu arzu ve iştiyakı da vuslat halidir.

Karadenizli yaşlı bir kadına “aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversin alamazsın aşk olur.” demiş. Firkat ve Vuslatın kaynağı aşkı herhalde anlatabilecek güzel cümlelerden birisi bu olsa gerek.

Firkat ve Vuslat’la şehrimize yaklaştığımızda, şehrimizi bu iki yakıcı kelimeyle görmek istediğimizde; şehrin hakikatine nüfuz ederiz. Şehrimizden ayrılığımızda vuslatın, şehrimize yaklaştığımızda firkatin yükseldiğini görürüz, hissederiz. … İnsanın, yaşamalar âleminde şehrine duyduğu yakınlık “aşk”a dönüştüğünde “firkat” ve “vuslat” hallerini yaşar..

Hasret, hicran, elem gibi kelimeler de “firkat ve vuslat”ı yorumlayan, onları hale dönüştüren ifade biçimleridir.

Şehirden ayrılık ve şehre kavuşmak fizikî bir olay değildir. Bizim şehirle kurduğumuz ilgi kalbîdir. Aşk’ın konusudur. Büyük Velîlerin, âriflerin ve ediplerin insan vücudunu bir şehre benzetmeleri ve “kalb”i şehrin merkezine yerleştirmeleri, insanın şehirle olan ilişkisinin sadece fizikî bir ilişki olmadığına işaret eder. Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri “Ey bu gönlüm şehrini bin lutf ile âbâd eden” diyerek bu manaya dikkat çeker.

Kurban Bayramı vesilesiyle bunlar döküldü kalemimize…

Kurban Bayramı’nda firkat ve vuslat (ayrılık ve kavuşmak)ı hatırlamak, bu kelimelerle, bu hallerle şehrimize bakmak “şehrin mânâsı”nı kavrayabilmek için önemlidir. Çünkü Kurban’ın anlamının “yakınlaşma” olması, bu manâsıyla vuslat (kavuşma)ı hatırlatıyor.

Şehrimizi düşünerek Ahmet Gazali’nin “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür” sözünü irdelediğimizde, kavuşmanın anlamını ‘ayrılığımızı’n farkına vardığımızda hissedebildiğimiz gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Muhiddin Arabî’nin “Zıdlar birbirine o kadar yakındır ki birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı!” hikmeti, Gazali’nin “Vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Ayrılık kendine kavuşmadır” ifadesiyle aynı anlama geliyor.

Gazalî’nin cümlesini şehre uyarlarsak; “Şehre kavuşmak, şehirden ayrılmaktır. Şehirden ayrılmak da şehre kavuşmaktır.” Birbirine tezatlı görünen bu ifadelerdeki sırrı anladığımızda kendimizi de, şehrimizi de anlarız. Ne zaman? Yunus Emre’nin “Hamdım, piştim” dediği kıvama, Gazalî’nin “tam anlamıyla pişme” dediği kıvama kavuştuğumuz zaman.

Bu kıvam yoksa, firkatten de vuslattan da nasibimiz olmaz. Olsa olsa (Üstad’ın mısrasıyla) “Var olan yoklukların ömrünü sürüyor” oluruz.

Sözümüzün burasında Üstad’ın 1946’da yazdığı “İstanbul” başlıklı yazısından aldığımız bölümle firkat ve vuslatın kaynağı “aşk”ın şehir gerçekliğine nasıl yansıması gerektiğine bakalım:

“Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..
-Filân şeyi seviyorum, filân şeyi sevmiyorum!
Diye, en ucuz, keyfî ve insiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsınız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada.

Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım…

Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikulâdeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine inanıyorum.”

Şehrimizi bu anlamda “sevebiliyor” muyuz? Üstad gibi firkatte vuslatan, vuslatta firkatin farkına varabilenler ancak şehrini sevebilir. Gerisi şehrin plâstiğine, maddesine tutkunun ötesine geçmez.

Firkat ve Vuslat’ın hakikatinin âriflerin dilinde ne anlama geldiğinin idrakinde olarak; eğer şehrimiz bize yaşadığımız dünyanın bir gölge gerçeklik olduğunu ve bu ‘görünüş’ün asıl gerçekliğin basit bir yansıması olduğunu hissettirebiliyorsa ve böyle ancak bir şehrin “sevilmeye değer” olduğunu bilebiliyor ve sevebiliyorsak ne mutlu…

Kurban Bayramı vesilesiyle şehirde firkat ve vuslatı (ayrılık ve kavuşma) hatırlayabilme idraki, kurban idrakidir…

(Günebakış, 17 Kasım 2010)

9 Kasım 2010 Salı

ŞEHRİ SALONLARDA KONUŞMAK…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehri konuşmak; tarihi, felsefeyi, dili, kültürü, sanatı, folklorü, mimariyi konuşmaktır. Mirası, ve geleceği konuşmaktır. Bir bütün olarak insanı ve varlığı konuşmaktır. Şehir aynı zamanda tarihtir. Şehir felsefedir, şehir dildir, şehir kültürdür, şehir sanattır, şehir folklordür, şehir mimaridir. Şehre nasıl bakarsanız şehir odur. Bütün bunların ötesinde şehir; dünya görüşünün medeniyet tasarımı haline geldiği, bu tasarımın da maddede tecelli ettiği mekândır.

Türkiye Yazarlar Birliği geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da “1. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi” ismiyle 3 gün süren önemli bir faaliyeti gerçekleştirdi. İsmindeki iddiasına uygun düşebilecek bir organizasyonu ‘sınırlı imkanları’na rağmen başarıyla tamamladı. Şehirle doğrudan ilgili 50’ye yakın bilim, sanat ve kültür adamının “şehir idrak”lerini kendi alanlarında ortaya koymalarına zemin hazırladıkları için başta D. Mehmet Doğan ve Türkiye Yazarlar Birliği yöneticilerini tebrik, takdir etmek gerekiyor.

D. Mehmet Doğan’ın kongreyi açış konuşmasında Hacı Bayram-ı Velî Hz.lerinin insanı bir “şehr”e benzeterek iç hakikatiyle anlattığı “Çalabım bir Şâr yaratmış” şiirinin tamamını okuması bile, anlayanlar-hissedebilenler için kongrenin bütününü kuşatacak bir manâ indifasıydı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanına metaforik serzenişi oldukça anlamlıydı: “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, gençlerin ayaklarına verdiği önemi kafalarına verseydi bugün Ankara daha başka olurdu!... Burada kültürel faaliyet değil de, bir spor faaliyeti düzenleseydik, Büyükşehir Belediye başkanı herhalde Ankaragücü formasını giyerek gelirdi…”

Prof. Halil İnalcık’ın “Üç Osmanlı Payitahtı: Edirne, Bursa ve İstanbul” başlıklı konuşması ise kongrenin isabetini başında ortaya koyuyordu.

Ben de kongrenin ikinci gününe “Şehir Medeniyet ve Katliâm” başlığını taşıyan bir bildiri ile katıldım. Ancak programın oldukça yoğun olması nedeniyle ancak 15 dakika ile sınırlı olan konuşmamda, 1930’lu yıllarda İstanbul, Diyarbakır ve Trabzon’da yapılan “şehir soykırımı”na ve bugün TOKİ ve Belediyeler marifetiyle yapılan “şehir katliamları”na başlıklar halinde değinme fırsatı buldum.

Esefle söyleyelim ki, üç gün süren kongrede bir tane Belediye Başkanı, TOKİ yetkilileri ve konuyla doğrudan ilgili hiçbir devlet “yetkili ve sorumlusu” yoktu. Yazarlar Birliği’nin yeni binasının açılışını yapan İçişleri Bakanı’nın “resmî korumaları” hariç tabii (!)… Belediye Başkanları ve TOKİ Başkan ve bürokrasisi davet edilmesine rağmen “kendileriyle ilgili” böyle bir kongreye itibar etmeyişleri yaptıkları işe “ne kadar inandıkları”nın da bir göstergesiydi.

Ben irticalen yaptığım konuşmamda bu hususa vurgu yaparak özellikle “Katliamcı TOKİ” ifadesini ısrarla kullandım, fakat gerekçesini ayrıntılarıyla anlatma imkanım olmadı. “Böyle bir toplantıyı Ankara veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve TOKİ’nin gerçekleştirmesi gerektiği”ne vurgu yaptım. Devamla da “Onların böyle bir derdi olduğunu da zannetmiyorum. Olsaydı bu toplantı bu küçük salonlara sıkıştırılmazdı” cümlesiyle konuşmama başladım.

Büyük Ârif Yunus Emre’nin “Kasdım budur şehre varam Feryad-ü figan koparam” mısra-ı bercestesini eksen alarak hazırladığım konuşmamda “Şehr derdiyle dertlenenler sürekli feryâd etmek, birileri de bu feryada kulak vermek zorundadırlar” ifadesini kullanarak, “Mensubiyet mes’uliyeti doğurur” idrakiyle şehrimize mensup isek, şehrimize ait isek sorumluluklarımızın da yoğunlaşarak ağırlaşması gerektiğinin farkına varmalıyız” dedim.

“Şehir idraki olabilmesi için öncelikle medeniyet idraki olmalıdır ki; şehir inşa edilebilsin. Şehir idraki; aynı zamanda “ben idraki”dir, kimlik idrakidir, varlık idrakidir. Ontolojik idraktir. İnsanın yaşamalar dünyasında yâni masiva dediğimiz fani alemde varlığını ifade edebilmesi ve öte dünya mes’uliyetinin idrakidir. Şehir insanın bu idrak zeminidir. …..İstanbul neyse, Saraybosna neyse Trabzon da O’dur. Bir medeniyetin şehirde nasıl tecessüm ettiğine bu üç şehrin ortak mekanlarında şahit oluyoruz. Aynı iklimin ayrı mekan şartlarında teneffüs edilmesi…”

Konuşmamdan bir not daha: “Şehirde Katliam”da büyük ölçüde günümüz örneklerini mükemmel biçimde sergileyen TOKİ’ye de vurgu yaparak “insanların bir şehirde “yaşanmaya değer hayat”ı yaşamalarına örnek olabilecek mekanlar yapmak yerine, insanı ‘hapseden’, şehre meydan okuyan, adeta maverayla yarışma iddiasındaki TOKİ siteleri tam bir ‘urbisid’ yani şehir soykırımı…”

Modern zamanlarda artık Medinetü-l Fazıla’lar inşa edilemiyor, çünkü Medinetü-l Hükemâlar yok. Çünkü idrak yolları iltihaplı.. Eski deyimle “kaht-ı rical: adam yokluğu” hakim..

Şehirlerde mekânların âhengi yok. Mekanlar birbiriyle muharebe halinde. Şehir, mekânların muhasarası-kuşatması altında.

Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği Kongre’deki oturum başlıklarını okumak bile başlı başına dikkate değer: “Tarih ve Şehir”, “Şehir Tarihi”, “Şehir ve Medeniyet”, “Şehir ve Edebiyat”, “Şehir ve Hayat”, “Şehir Şiirleri”, “Şehir ve İnsan”.

Şehirlerimizin “sahih soy kütüğü”nü güncelleyecek, bugüne taşıyacak, yarınını hazırlayacak “şehir birikim”leri bu tür kongrelerle ve bu kongrelere gösterilecek ilgi ve itibarla kaim. Ancak şehir yöneticilerinin, Belediye Başkanlarının bu manada dertleri olduğunu söylemek çok zor.

Kongredeki konuşmamın sonunda anlattığım bir anekdot ve bir fıkra ile yazımı bitireyim:

Gandi bir konuşmasında diyor ki: “Hint okyanusunun dibinde iki balığın birbiriyle kavga ettiğini görürseniz, bilin ki onda bir İngiliz parmağı vardır.” Biz de diyoruz ki: Şehirlerimizde gördüğümüz tüm kaotik, iğrenç, çirkin görüntüler ile yapı ve mekanlarda mutlaka Belediye Başkanı ve ticarî iştahından başka hiçbir kaygı taşımayan müteahhitlerin parmağı vardır.

Fıkramız “proje bataklığı”na dönen şehirlerimizin Belediye Başkanlarıya ilgili: Temel Belediye Başkanı olmuş. Gazetecilere yaptığı hizmetler ve gelecek dönemdeki projesi ile ilgili beyanat veriyor. Diyor ki: “Programımızı tamamlamak üzere bir beş yıl daha istiyoruz.” Gazeteci: “Peki gelecek dönemdeki programınız nedir?” Temel’in cevabı: “5 yıl daha görevde kalmak!”

(Günebakış, 10 Kasım 2010)

1 Kasım 2010 Pazartesi

“YAVUZ SULTAN SELÎM DÎVANI”NA DÂİR…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon, üç büyük Osmanlı padişahının ‘gözde’si olmuş bir ‘medeniyet şehri’ kimliğiyle Os-manlı dönemi boyunca önemini hissettirmiştir. Bu padişahlar: Fatih, Yavuz ve Kanuni’dir. Özellikle Yavuz ve Kanuni’nin ismi sıkça anılır ancak, sanal söylemlerin ötesine geçmeyen veya isimlerinin rastgele şehir mekânlarına konulmanın dışında veya hamasetin ötesinde bir ‘değer’e konu edilemez. Veya da ‘kifayetsiz muhteris’lerin elinde bu medeniyet bânileri bayağılaştırılır, kendi idrak seviyelerine indirgenir.

Medeniyet şehirlerine ruh kattığı kadar, medeniyet şehirlerinden ruhu beslenen ‘medeniyet bani’lerinin önemlilerinden Yavuz Sultan Selim, “Trabzon” dendiğinde ilk akla gelen isimdir. Trabzon’a çok genç yaşta gelen ve 29 yıl (1481-1510) yöneticilik (Şehzade, Vali) yapan ve ba-basına yazdığı mektupta “Bir kimse ki âl-i Osman’dan yirmi beş yıl sancak tasarruf edüp, gaza ve akın ve a’da-i din ile kıtal ve cidâl etmek üzere ola…” diyerek adeta hayatını özetleyen Yavuz Sultan Selim Osmanlı’nın “klâsik çağ” diye adlandırılan haşmetli dönemini zirveleştiren bir Padişahtır. 29 yıl gibi oldukça uzun bir süre Trabzon’da Annesi Gülbahar Hatun ile birlikte kalan ve Valiliği sırasında iki çocuğu ve annesi burada vefat eden Yavuz Sultan Selim’de Trabzon’un oldukça derin anlamı olsa gerek. Ancak, Yavuz’un Trabzon Valiliği dönemine ait kaynakların son derece sınırlı olması veya bugüne kadar üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamış olması, Yavuz’un Trabzon’daki hayatını bütünüyle ortaya çıkaramamıştır.

Yavuzun bir hükümdar olmasının yanında edebiyatımızın en önemli dîvanlarından birisine sahip bulunması, onun şiir ve sanatta da zirve bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Trab-zon’da 29 yıl Vali’lik yapan Yavuz’un Padişah olarak saltanatı sadece 8 yıl sürmüştür. Şiirlerinden birçoğunu şehzadelik döneminde Trabzon’da yazdığını tahmin ettiğimiz Yavuz’un özellikle tarihe ve şiire verdiği önemi Osmanlı kroniklerinden ve divanından biliyoruz. Türkçe ve farsça yazdığı şiirleri bütünüyle “divan” olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Celâdetli bir yönetici olduğu kadar, derîn bir şairdir de Yavuz. Bu derinliğe divanının her mısraında şahit oluyo-ruz. Farsça yazdığı divanıyla, “arapça nebilerin, farsça velilerin lisanı” sözünden pay almış bir divan sahibi Yavuz…

Babür Şah hakkında söylenen “şahların şairi, şairlerin şahı” deyiminin en çok örtüşeceği padişahın Yavuz Sultan Selim olduğunu söylemeye gerek var mı? Dedesi Fatih başta olmak üzere Osmanlı hanedanı içinde çok güçlü şair padişahları biliyoruz. Dedesi Fatih’in “Avnî Divanı”, Babası II. Selim’in “Adlî Divanı”, oğlu Kanuni’nin “Muhibbî Divanı” bunların en önemlilerindendir.

Böyle bir Padişah’ın Divanı ne yazıktır ki bugüne kadar tam ve eksiksiz olarak yayınlanama-mıştır. 1890’da (1306) eski harflerle “Eski sekizinci daire-i belediye Mal Müdürü Hüseyin Hüsnü” tarafından eksik bir “Divan-ı Yavuz Sultan Selim” İstanbul’da “Sahip ve naşiri Kitapçı Arakl” künyesiyle “Maarif nezareti celilesinin ruhsatiyle tab olunmuştur” notuyla yayınlan-mıştır.

Daha sonra Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından eksiksiz bir şekilde hazırlanan “Yavuz Sultan Selim Divanı” 1946 yılında İstanbul Ahmet Halit Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. 305 gazelin yer aldığı Ali Nihat Tarlan’ın bu çalışmada divanın orijinal harflerle metni ve transkribi olmayıp sadece tercümesi yayınlanmıştır. Tarlan’ın bu çalışması tek ve mükemmel metindir.

Gelelim işin trajik ve hazin tarafına…

Yavuz Sultan Selim’in “Divanı”nın kıymeti-değeri maalesef bugüne kadar “yerliler”ce bilinme-se de “yabancı”lar işin farkına varmışlar ve Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından Berlin Devlet Matbaasında 1904 yılında büyük boy mükemmel bir baskısı yapılarak II. Abdulhamid’e hediye edilmiştir.

“Acaba Türk Tarih Kurumu’nda Yavuz Divanı var mı?” düşüncesiyle uğradığım Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde gördüğüm “Divan” beni şok etti. Her sayfasını tek tek gözden geçirdiğim, sayfalarını çevirirken bile tedirgin olduğum bu Divanın her sayfası tezhiplerle işlenmiş, altın yaldızlı mükemmel bir baskı tekniğiyle 106 yıl önce II. Wilhelm tarafından bastırılıp, üstelik bize hediye edilmesi karşısında başta Devletin ilgili “tarih” ve “dil” kurumları olmak üzere tüm edebiyat-şiir adamları-yayıncılarının yüzleri kızarmayacak mı?

Asıl yüzü kızarması gereken Trabzon değil midir? Niçin? Böylesine bir vebal gerektiren görevi ilk önce üstlenmesi gerekirken bundan habersiz olmak affedilir bir vurdumduymazlık değildir de onun için !

“Kültür ve Sanat” dendiğinde sadece kalabalıkların reflekslerini tatmin edecek “ses ve ışık”lara milyarları sarfeden belediyelere yazıklar olsun !

Özellikle de Trabzon Belediyesi’nin “Yavuz Divanı” diye bir derdi bugüne kadar niçin olmadı? Hayret ediyoruz. Bundan sonra olacağı da şüpheli. Trabzon Valiliği’nin de aynı şekilde… Hele KTÜ’nün ilgili bölümlerinin böyle bir yükü üzerine almaya niyetleri olmadığı ortada…

İdrak yollarındaki iltihapların kronikleştiği bir şehir, kendi banilerinden haberdar olabilir mi, diye sormak herhalde en doğru soru olsa gerek.

Birçoğu gereksiz, kalitesiz, muhtevasız, hiçbir “kültür değeri” taşımayan kitapları basan Trab-zon Valiliği ve Trabzon Belediyesi “YAVUZ DİVANI”nı görmemekte ısrarlı ! Ne hikmetse 1970’li yıllarda Kültür Bakanlığı tarafından Prof. Coşkun AK tarafından hazırlanıp basılan Kanuni Sultan Süleyman’ın “Muhibbi Divanı”, önceki Belediye Yönetimi tarafından kültür bakanlığı nüshasının aynı şekliyle iki cilt olarak yayınlanmıştı. Kötü bir baskı olsa ve yayınlandığından çok kimsenin haberi olmasa da bu ihtiyacı kimler hissetmişse önemli bir işi gerçekleştirmişlerdir.

Trabzon’un tarih-kültür-sanat-dil yönünden zenginliğini ısrarla görmemek bilinçli bir tercih midir, bilemiyorum. Ayrıca, bu ilgisizlik veya ‘yoksaymak’ sadece Yavuz Divanı’yla da sınırlı değil. Trabzon’la ilgili veya Trabzon’lu önemli şahsiyetlerin ortaya koyduğu tarih, kültür, dil ve edebiyat şaheserlerini göremeyenlerin “Yavuz Divanı”nı görmeleri, görseler de önemini kavramaları tabii ki beklenmez.

Bu konuda Trabzon ve Trabzon tarih-kültür-dil-sanat-edebiyat’ını önemseyen yönetici, bü-rokrat, işadamı, akademisyen, vs.’lerin üzerinde çok büyük sorumluluk vardır. Bu sorumluluk yerine getirilene kadar tüm Trabzon’lular vebal altındadır.

Bu hal, vefasızlığı aşmış bir ‘akıl ve idrak tutulması’dır.

Teklifimize geliyoruz:

Öncelikle YAVUZ DİVANI, aslına uygun bir şekilde Türk Tarih Kurumu’ndaki nüsha esas alına-rak tıpkı basım yapılmalı, transkrip edilmeli, Prof. Ali Nihat Tarlan’ın çevirisi de divana eklenmeli. Bu VEBAL Trabzon Valiliği ve Trabzon Belediyesi’nin üzerindedir.

Hatta; Fatih’in “Avnî Divanı”, II. Bayezid’in “Adlî Divanı”, Kanuni’nin “Muhibbî Divanı” ve Ya-vuzun “Selimî Divanı”nın hepsi, bir külliyat halinde Trabzon’a yakışır bir prestij eser olarak yayınlanmalıdır!

Biraz daha ileri gidelim: 2002 yılından bu tarafa “kültür yayınları”na paydos diyen bir Kültür Bakanlığı ile karşı karşıyayız! Bu paydosun, zamanın Kültür Bakanlığı müsteşarı olan, bugünün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Edebiyat Profesörü Mustafa İSEN’in marifetiyle gerçekleştirildiği söyleniyor.

Kültür Bakanlığı 8 yıldır terk ettiği kültür yayınlarına bir “iade-i itibar” olarak Osmanlı Padişahları’nın divanlarını hazırlayıp basarak yeniden başlasa nasıl olur? Sözümüz “kültür” diye derdi olanlar, kültürden nasibi olanlara…

Sözün burasında, tam da bu yazıyı bitirip kendisine okuduğum mesai arkadaşım Sami’nin anlattığı yaşanmış bir traji komik olayı Kültür Bakanlığımız etkili/yetkililerine hatırlatıyorum:

“Türkiye’den bir bürokrat heyet batı ülkelerinden birisine iş seyahati yapar. Heyet caddelerde dolaşırken büyük bir binanın önünde dururlar. Merak edip binanın önündeki görevliye: “Bu bina ne binası?” diye sorarlar. Görevli: “Deniz Bakanlığı” cevabını verir. Denizle hiçbir bağlantısı olmayan bu ülkede Deniz Bakanlığının bulunmasına bizim bürokratlar hayret ederler ve “Sizin ülkenizin denize sınırı yok ama Deniz Bakanlığınız var, niçin ?” diye sorduklarında, görevli gereken cevabı verir: “Bizim Deniz Bakanlığımız sizin kültür bakanlığınız gibi. Sizde de kültür yok ama Kültür Bakanlığınız var!”

Bir ek cümle: “Kültür yok” ifadesini “kültürünüzden haberiniz yok” anlamında alıyoruz.

Üstad Necip Fazıl’ın;
"Bir gün anlaşılır şiir; Çoğu gitti, azı kaldı.
Ekmek gibi azizleşir, Çoğu gitti, azı kaldı..." mısralarını büyük “Şahların şairi Şairlerin Şâhı” Yavuz Sultan Selim için söylemekte geç mi kaldık?
“Şiirin ekmek gibi azizleştiği” zamanlardan gelen bir geleneğin izini sürememekten büyük azap olabilir mi?

Wilhelm’in bastırıp II. Abdulhamid’e hediye ettiği nüshadan daha mükemmel ve geniş bir Yavuz Divanı hazırlanıp basılana kadar Alman İmparator’u II. Wilhelm’in hayaleti, duyarlılığı Trabzon’un üzerinde bir kabus gibi, bir karabasan gibi duracaktır !

Yavuz’un “Divan”ından aldığımız Gazelden birkaç mısrayı Ali Nihat Tarlan’ın çevirisiyle vererek bitirelim:

109. Gazel’den: “Âşıklığın alameti aşıkın kendine yabancı olmasıdır. Feryâd etmesi, kendinden geçmesi ve divane olmasıdır.”

115. Gazel’den: “Belki aşk belâsından kurtulurum diye sefere çıktım. Bilakis aşkım ziyadeleşti. İlaç olduğu gibi kaldı.”

150. Gazel’den: “Mecnun gibi aşık çoktur ama devran bir tane daha Selim gibi bir aşık yetişti-rirse hayrete şayan bir şey yapmış olur.“

Biz de Yavuz’un dediği gibi şehrimiz için “feryat edip kendimizden geçebiliyor ve divane olabi-liyor”sak akıl ve ruh sağlığımıza kavuşmuşuz demektir !

Son bir not: II. Bayezid’in Divanı oldukça güzel bir giriş, tahlil ve tenkitli metin halinde Trab-zon/Akçaabat doğumlu bir akademisyen olan Doç. Dr. Yavuz BAYRAM tarafından hazırlanıp Amasya Valiliği’nce 2008 ve 2009 yılında iki kez “ADLΔ ismiyle yayınlanmıştır.

(Günebakış, 3 Kasım 2010)

26 Ekim 2010 Salı

TRABZON KENT İÇİ KÜLTÜR VARLIKLARI ENVANTERİ…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının neresine bakarsanız bakın her karesi tarihsel malzemelerin doğal olarak sergilendiği müthiş bir açık hava müzesi gibidir… Anadolu, tüm zamanlar boyunca “çekim merkezi” olmuş, medeniyetlerin kendilerini gerçekleştirdikleri en önemli coğrafyalardan biri haline gelmiş. Kimi istilâcıların iştahını kabartmış, kimi toplulukların yerleşim ihtiyacını karşılamış, kimi medeniyetlerin üzerinde ‘kalıcı’ olmasını sağlamış bir toprak Anadolu… Üzerinde kurulan medeniyetler, kendilerini büyük ölçüde şehirlerde ifade etmişler, şehirler de sergiledikleri eserlerle bugüne gelmişlerdir.

Bir şehrin kuruluşunun ne kadar eskiye gittiği kadar, o şehrin tarihsel süreçte hangi “kültür varlıkları”na sahip olduğu ve bu varlıkları korumakta gösterdiği duyarlılık, o şehri ‘yaşanılır’ kılan önemli unsurlardır. Şehrin kültür varlıkları aynı zamanda bir “şehir değeri”dir. Sadece şehir mobilyası veya ‘turist merakı’nı tatmine yarayan ‘malzeme’ler değildir. Bir eşyanın, objenin ‘kültür değeri’ taşıması, ‘varlık’ ifade etmesine bağlıdır. Varlık, şehrin kendisini ifade aracıdır. Kültür varlıklarını sadece ‘tarihi malzeme’ olarak görmek, zannedildiğinin aksine şehrin tarihselliğini görememektir. Şehir kendisini içerisinde barındırdığı eserlerine ifade “ettirebiliyorsa” şehirdir! Aksi halde, ruhsuz kütlelerin sadece sergi alanından ibarettir.

Şehrin kültür varlıkları aynı zamanda şehrin yarını için ‘işaret taşları’dır, yol haritası niteliğindedir. Şehrin nereden geldiğini gösterdiği kadar nereye gideceğine de işaret eder.

Çoğu kez şehrin “kültür varlığı” ile “kültür mirası” kavramları delalet ettiği mana düşünülmeden kullanılır. Oysa iki kavramın farklı aidiyetleri vardır. “Kültür varlığı” mevcut olan, devralınıp korunan, yeniden yapılandırılan, yeniden üretilen, zamanın ve şehrin ruhuna uygun olarak oluşturulan, inşa edilen yâni, “varolan”ları kapsar. “Kültür mirası” ise; şehrin bugününe dünden devredilen, bugüne kalan varlıkları kapsar.

Şehrin ‘kültür varlıkları’nı boş gözlerle, hangi dönemde hangi malzeme ile inşa edildiği, nasıl bir işçilikle yapıldığına kilitlenip kalmak, o varlıkları inşa eden “ruh” ve “iklim”i anlayamamak, şehri tanıyamamak, kavrayamamak, yakalayamamak demektir.

Trabzon, tarihsel derinliği kadar, bugüne getirdiği ‘medeniyet unsurları’yla yâni halen korunan ‘kültür varlıkları’yla da kendisini ‘tefahur’la gösterebilecek niteliktedir. Şüphesiz Trabzon’un kültür varlıkları sadece bugüne ulaşabilmiş ‘mimarî’ eserlerle sınırlı değil. “Kültür Varlıkları” ifadesinin de sadece mimarî eserleri çağrıştırması, bu eserlerle sınırlı tutulması, tarihi kültürü oluşturan diğer birikimi görmeyi engelliyor. Böyle olmasına rağmen, bu mimari varlıklar şehrin tarihsel süreç boyunca “zihniyet dünyası”na şahitlik ediyor.

KTÜ mimarlık bölümü öğretim üyelerinden oluşan bir ekibin hazırladığı “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” isimli kitap Trabzon Valiliği’nce yayınlandı. Hamiyet Özen, Ö. İskender Tuluk, H.Emre Engin, H.İbrahim Düzenli, M.Reşat Sümerkan, Murat Tutkun, Fulya Ü. Demirkaya ve Servet Keleş’in emek verdiği kitapta Trabzon’un şehir içi kültür varlıkları tasnif edilmiş bir biçimde Camiler, Çeşmeler, Hamamlar, Hanlar, Kiliseler, Köprüler, Manastırlar, Su Kemerleri, Surlar, Türbeler, Kamu Binaları, Okullar, Konaklar, Konutlar ve diğer yapılardan oluşan bir çeşitlilikle sunuluyor. İsmail Hacıfettahoğlu’nun tabiriyle “hormonlu kitap” cinsinden değil bu çalışma. Bundan sonra KTÜ’nün başta mimarlık bölümü olmak üzere ilgili bölümlerine düşen görev herhalde, kitapta fotoğraflarla birlikte künyeleri verilen eserlerin her birini “kitaplık çapta” ele almak gerektir. Dememiz o ki “envanter”i hazırlayanlar, her kaydı “mufassal” hale de getirmeli ! Bu işi herkes ve her kurumdan önce KTÜ mimarlık bölümü yapmalı !

Doğu Karadeniz’in, tüm taşınmaz eserleri kısa zamanda tahrip eden, aşındıran, eskiten iklim şartlarına rağmen, direnerek bugüne kadar gelebilen bu ‘varlık’lar yaşatılarak korunmalı. Hayatın dışına çıkarılan, sadece ‘seyirlik’ obje olarak korunmaya çalışılan eserler ölüme terk edilmiş demektir.

Dileğimiz bu kitabın ilgililerine ve meraklılarına ulaşması. Çünkü “Devlet kurumları”nın bastığı bu tarz kitapları elde edebilmek için ‘meydan muharebesi” vermeniz veya araya ‘hatırlı kişiler’i koymanız gerekiyor. Sıradan bir ilgili olarak telefon edip istediniz mi ‘hayır !’ cevabını azarlanarak alırsınız. Bizzat kitabı yayınlayan “müdüriyet”e gittiğinizde ise bir süre kapı önünde bekletilir, sonra hesaba çekilir “niçin istiyorsunuz, ne yapacaksınız bu kitabı, nerede kullanacaksınız, nereye koyacaksınız, okumak için mi istiyorsunuz?” gibi garip sorularla taciz edilirsiniz. Ola ki ilgili müdür insafa gelirse “bir dilekçe karşılığında 3 adet vesikalık fotoğraf, ikametgâh ilmuhaberi, nüfus cüzdan fotokopisi, sabıka kaydı ve bir de taahhütname” vermek şartıyla belki edinebilirsiniz.

Ne yazık ki bu tür kitaplar ilgisiz bir çok kişi ve kurumlara gönderilir, dağıtılır. Gönderilen yerlerde ise çoğu kez büro sehpalarının üzerinde çay tabaklarının altında ıslanır, sonra da çöpe atılır. Tesadüfen o büroda buruşmuş, rutubetlenmiş haliyle de olsa bu kitabı “bürokrat”tan isterseniz “devlet malı, bize zimmetli” cevabını almanız mümkündür. Bir süre sonra da o kitabı sahaflara düşmüş, yüklü bir para ile satın almanız muhtemeldir.

Neyse ki biz kitabı hazırlayanlar arasında bulunan Ö.İskender Tuluk dostumuzdan bir adet edinebildik de sözkonusu meşakkatleri ve tacizleri yaşamadık.

Hazırlayanları tebrik, yayınlayanları takdir ediyoruz.

Trabzon’un her biri açılmaya, yeniden okunmaya ihtiyaç hissedilen bu tür “kültür miras”ı ve “kültür varlıkları”na sahip sayfaları ilgililerini bekliyor.

(Günebakış, 27 Ekim 2010)

19 Ekim 2010 Salı

TRABZON "LEJYON", TRABZONSPOR DA "LEJYONER" TAKIMI MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlarda her şeyin “alınıp satılabilen” meta haline getirildiğine, dünya ile birlikte şehrin de “supermarket”e dönüştüğüne şahit olmuyor, hep birlikte bu durumu yaşıyoruz. Supermarket yâni paketlenmiş, istif edilmiş nesnelerin, objelerin sergilendiği adeta modern zaman mabedi… Şehrin supermarkete dönüşmesi, şehirde yaşayan herkesin ve herşeyin de ‘alınıp-satılabilen’ meta haline gelmesini kaçınılmaz kılıyor.

Bu supermarketin reyonlarından bazıları bir mıknatıs gibi kapıdan gireni kendisine çeker, bü-yülü bir alana sokar. Futbol, supermarkete dönüşen bu şehrin önemli bir reyonu… Supermarkete girdiniz mi bu reyonun etkisinden kurtulamıyorsunuz. Kendinizi bu reyonla ilgilenmeye mecbur hatta mahkûm hissediyorsunuz.

Biz asla katılmasak ve tasvip etmesek de; şehrin bütün değerlerinin kendisi adına feda edildi-ği, tek “değer”inin, hatta daha da ileri gidilerek “kimliği”nin Trabzonspor olduğu zaman za-man dile getirilen şehrimizin, uğruna her şeyinin feda edilmeye hazır olunduğu futbol takımı-nı meydana getiren futbolcularına baktığımızda hayrete düşüyoruz.

Hayrete düşüyoruz, çünkü Trabzon Trabzon olalı böyle Trabzonspor görmedi !

Trabzonspor adeta lejyoner takımı.

Bir futbol takımı şehrin sadece bir “unsur”udur. Ancak her şeyi peşine takıp götüren, adeta bütün bir şehri, şehre rağmen ani bir sel baskını gibi istilâ eden, bu baskında hiçbir sağlıklı irade bırakmayan ‘futbol cinneti’nin kemâle eriştiği şehrimiz Trabzon’da, hayatını Trabzons-por’a endeksleyenler, şehrin futbol takımının hangi “aidiyet” ruhuyla Trabzon’u temsil ettiği üzerinde kafa yormuşlar mıdır bilemem. Bildiğim o ki; Bugünkü haliyle Trabzonspor bir LEJ-YON TAKIMI HALİNE GELMİŞTİR ! FUTBOLCULAR DA LEJYONER !

Lejyoner yâni, dili, rengi, dini, şehri farklı yabancı uyruklu askerlerin ‘belli bir süre’ için para karşılığı savaşması…

Trabzonspor’un internet sitesinde, mevcut futbolcularının “nereli?” olduklarını okuyalım. Okuyun da, bu takımın LEJYON TAKIMI MI, yoksa ŞEHİR TAKIMI MI olduğuna karar verin.

Alan Carlos Gomes da Costa (Brezilya), Arkadiusz Glowacki (Polonya), Barış Ataş (Diyarbakır), Bora Sevim (Ankara), Burak Yılmaz (Antalya), Ceyhun Gürselam (Almanya), Egemen Korkmaz (Balıkesir), Engin Baytar (Almanya), Ferhat Öztorun (İstanbul), Gustavo Colman (Arjantin), Hrvoje Cale (Hırvatistan), Yatara (Gine), Jackson Avelino Coelho (Brezilya), Mert Ege Özeren (İstanbul), Mustafa Yumlu (Trabzon), Onur Recep Kıvrak (Alaşehir), Remzi Giray Kaçar (Kara-man), Selçuk İnan (İskenderun), Serkan Balcı (Nazilli), Sezer Badur (Almanya), Tayfun Cora (Trabzon), Teofile Antonio Gutierrez Roncancio (Kolombiya), Tolga Zengin (Hopa), Umut Bu-lut (Kayseri), Zafer Yelen (Almanya)

25 kişilik “Trabzonspor A Takımı”nın içinde sadece 2 Trabzonlu var. Bu takım LEJYONER değil de nedir?

Futbolun bir “salgın hastalık” olarak Trabzon’u sarmadığı 70’li yıllarda ilk defa İstanbul takım-larına rağmen şampiyon olan tek Anadolu takımı olan Trabzon’un o günkü kadrosu, bugünkü LEJYONER kadronun tam tersi idi. Neredeyse tamamı yerli futbolculardan ibaretti. “Şehir ru-hu”nun takım ruhunu kuşattığı bir anlayışın hakim olduğu o dönemler artık ‘nostalji’. Şimdi para, şöhret ve ihtirastan oluşan profesyonellik zamanı !

Sizin hiç “şehir” diye bir derdiniz yok mu? Eğer varsa ‘dersiniz’i yeniden gözden geçirirsiniz.

Her ne kadar LEJYON’da bireysel olarak “iyi savaşçı”ları yüklü paralarla satın alsanız da top-lama adamlarla “takım” da “takım ruhu” da oluşmuyor.
Trabzon, modern zamanlarda “değer üretme” kapasitesi oldukça daralan bir şehir haline gelmişken, bütün enerjisini yönelttiği futbolda da ‘değer’ üretemeyişi nasıl izah edilebilir? Futbol felsefesini, kendi futbolcusunu kendi şehir şartlarında üretemeyen bir şehirde futbol, olsa olsa bir ‘bumerang’ olabilir.
Çok mu arkaik düşünüyoruz? Böyle eklektik, toplama, LEJYONER bir takım şehrin iklimini te-neffüs edebilir mi? Şehre nasıl “ait” olabilir?
Artık şehir ruhu yok, lejyon iştahı var.

Aklıma Üstad Necip Fazıl’ın Türk film endüstrisi için söylediği “ham film dışarıdan gelir, se-naryo dışarıdan aşırılır… işbu filmin sadece seyircisi yerlidir, o da tam değil” sözü geliyor.

Şehri lejyon haline getirdiniz, kapıyı araladınız, parayı da verdiniz mi, artık orada “şehir ruhu”, “ideal”, “şehir değeri” diye bir şey kalmaz, her şey endüstrileşir, ticarî iştah kabarır ve şehrin sadece ‘ismi’ kalır. Yukarıdaki kadrosuyla Trabzonspor’un hali de böyle. İş bu takımının sade-ce seyircisi yerli ! Takımın Trabzon’a ait sadece ismi var.

Ortada şehir ve şehir takımı kalmaz, “parayı veren düdüğü çalar” gerçeği egemen olur. Bugün Trabzon Lejyonunda yer alanlar, yarın daha fazla parayı görünce var gücüyle yeni lejyonu için eski lejyonuna karşı savaşır.

Modern zamanların futbol stadyumlarına bir bakın. Şekil, mimari olarak bile eski çağların Roma arenaları değil mi? Eskiden birbirlerini öldürmekten başka seçeneği olmayan gladya-törler yerlerini, birbirlerini ‘yenmekten’ başka seçenekleri olmayan takımlara terk etmişler o kadar. İştah, ruh, ihtiras aynı ! Antik çağların arenalarındaki “seyirci ruhu” ile modern zaman-ların stadyumlarındaki “seyirci ruhu” aynı ! Sadizmin de etkisiyle birisinde “öldür, öldür!” diye bağırırken, fanatizmin etkisiyle diğerinde “gol gol!” diye bağırır !

Eeee, böyle bir arenanın bulunduğu şehir müsaade edin de LEJYON olsun ! Takımı da LEJYO-NERLERDEN oluşsun !

Peki Lejyon Komutanları misyonlarının farkında mı? Bilemiyoruz.

Geçen haftaki yazımda “Trabzonspor diasporaya taşınsın!” demiştim. Bu yazımla da devam ediyorum. Lejyon takımı ‘mobilize’ takımdır, sabit bir mekânı yoktur. Lejyonerler de kendi uyruğunun dışındaki şehirlerde “savaşma” kabiliyetine sahip oldukları için belki de daha iyi savaşırlar. Onun için Trabzonspor’un diasporaya taşınması başarısının artması için bir şans olabilir.

Belki de Trabzon, Trabzonspor sayesinde eski tarihselliğine kavuşuyor. Yâni tekrar emperyal bir şehir oluyor. Rengi, dili, dini, kültürü farklı toplulukların yaşadığı bir emperyal şehir. Trab-zonspor’un A Takımı bize bunu mu hissettirmek istiyor?!

Ne mutlu ! Artık şehrimizi savunacak LEJYONERLERİMİZ var (!)

Eleştirsek de, lejyon komutanlarına ve lejyonerlere bir de teklifimiz var: Türkiye’de bir ilk’i başlatın. Arenaya (stadyuma) bundan böyle üzerinizde sadece Trabzonspor formasıyla çıkın! Reklâm almayın. Bildiğimiz kadarıyla İspanya takımı Barcelona kurulduğu günden bu yana formasına hiç reklâm almayan tek dünya takımıdır. Günümüzde de bu geleneği sürdüren ve bu ilkesiyle milyarlarca doları iten Barcelona sadece Unicef (BM Çocuklara yardım fonu) için ücret almadan reklâmı kabul etti. Unicef’le yapılan anlaşmanın imza töreninde Kulüp Başkanı Joan Laporta “Barcelona’nın sadece bir futbol kulübü olmadığı”nı, “büyük bir ruh taşıdığı”nı belirtiyor. Laporta’nın bu sözü şehrimizin LEJYON KOMUTANLARI’nın dikkatini çeker mi aca-ba?

Trabzonspor da “sadece bir futbol kulübü değil, büyük bir ruh taşıyıcısı” haline geldiği zaman şehrimiz de futbol takımı da “ait olduğu yer”e dönmüş demektir. Trabzon LEJYON olmaktan, Trabzonspor da LEJYONER olmaktan kurtulamadığı sürece sadece iştahlar, sinirler ve endüstri belirleyici olacaktır !

İşbu şehrin akıbeti hayrola !

(Günebakış, 20 Ekim 2010)

11 Ekim 2010 Pazartesi

TRABZONSPOR DİASPORA'YA TAŞINSIN !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bazı sözler vardır, söyleyenin de söylenenin de farkında olmadığı, uçuş sırasında ‘türbülâns’a düşülme halinde, ani hava hareketlerinde sarsıntı sırasında söylenmiş türden sözlerdir. Yazımızın başlığını bu şekilde atmamıza sebep; geçtiğimiz haftalarda Trabzonspor Başkanı’nın şu sözü bu türden, Trabzon şehri ve insanı için talihsiz veya ‘maksadını aşan’ nitelikte bir cümlesiydi: “Şehri Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağırıyorum!”. İlk plânda sıradan gibi gelse de Trabzon için sıradanlığı aşmış bir söz.

Bu yazı bir futbol yazısı değildir. Şehrin futbol takımına eleştiri veya övgü mahiyeti taşımıyor. Zannedildiğinin aksine; şehre sürekli negatif renk veren bir olay olarak futbolun, Trabzon için ‘kimyasal değiştirici’ özelliği taşıdığına yukarıdaki söz vesilesiyle katkı yapmaktır. Bütün bir şehir kendisiyle med-cezirleri yaşamasına rağmen şehri Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağıran idrakin, Trabzon’u ya hiç tanımadığı, ya da bu sözü ‘sekerat’ halinde söylediği sonucuna varıyoruz.

Trabzonspor Başkanı, modern zamanların Trabzon’unda futbolu kendini yönetebilen bir etkinlik olarak değil de, tarım çağı şartlarında imece (yerel dilde irğatluk) yöntemiyle yönetmeye çağırıyor herhalde ! Hangi çağda olduğunun farkındamıdır bilmem.

Şehrin adrenalinin, enerjisinin ve tansiyonunun haftalık futbol maçına endeksli olduğu bir “üçüncü dünya ülkesi şehri” haline getirilen Trabzon’da daha ne yapılmalı ki futbol takımına sahip çıkılsın? Bundan sonra yapılması gereken; aşkını ispata zorlanan bütün bir şehir halkının futbol aşkını göstermek için intihar etmesidir. Böylece şehrimiz, dünyada futbol uğrunda hayatlarını feda eden kahraman bir şehir halkı olarak tarihin muhteşem (!) sayfalarında yerini alır.

Konuştuklarıyla, önemsedikleriyle, uygulamalarıyla, vs. Trabzon’u “dünya kenti” yapma iddiasını ironiye dönüştüren ‘üçüncü dünyalı şehir’ olma yolunda nasıl bir çaba sarfedildiğini şehrin ‘futbol’a akan idrak, kaynak ve enerjisinden görebilirsiniz.

Trabzon’u düşünmenin bile artık futbol terimleriyle geçerli olduğu bir şehir ikliminde yaşıyoruz. Zihinler zihin olmaktan çıkıyor. Fikir ve kültür forvetleri, fikir ve kültür defansları, fikir ve kültür liberoları, fikir ve kültür stoperleri… Trabzon’da gündemi futbol belirlemeye devam ederken; koskoca şehirde eylemsiz, işsiz yatan bir liman var. Yetersiz bir Değirmendere küçük sanayisi, çalışamayan bir Organize Sanayisi var.

Bütün bunlara rağmen tek aşkımız: Futbol… Baksanıza Cumhurbaşkanı bile Trabzon’a gelince ilk olarak ‘kutsal bir varlık’ gibi Trabzonspor’u ziyaret ediyor. Büyük ihtimalle önceden kendisine şehrin en önemli varlığı, kuruluş ve etkinliğinin “Trabzonspor” olduğu yönünde bilgilendirilmiştir.

Gelelim diasporaya taşınma meselesine …

Trabzon’un futbolu ‘ait’ ve ‘layık’ olduğu yere koyabilmesinin tek bir yolu kalmıştır. O da Trabzonspor’u DİASPORAYA TAŞIMAK ! Yâni şehir dışına çıkarmak. Şehrin futbol misyonuyla yanıp tutuşan diasporaya emanet etmek! Böylece diasporanın “futbol ideal”inde ne kadar samimi olduğu da test edilmiş olur. Trabzon’un futboldan, Trabzonspor’un da talihsizlikten kurtulmasının artık tek reçetesi budur: Diasporaya taşımak !

Çağrımızı değişik bir ifadeyle tekrarlayalım:

Çevreyi etkileyen sanayi tesislerinin şehir dışına çıkarılması gibi, çevresel etki ve değerlendirme araştırmaları yapılıp Trabzonspor şehir dışına taşınmalı !

Böylece Trabzon bir “ilk”i daha başarmış olur: Merkezini diasporaya taşıyan ilk ve tek takım ! Her türlü imkân ve altyapı için çok daha uygundur diaspora şartları. Böylelikle şehir de futbol cinnetinden kurtulmuş olur! Her hafta futbol takımının sahaya çıkmasını beklemek sevgiliye intizar olur !

Futbol Trabzon’da şehir kültürünün bir parçası olabilir ancak ‘baskın’ bir parçası olmamalı ! Futbolda gereğinden fazla ısrar ettiği için birçok şeyi ıskalayan Trabzon, modern zamanların bir ‘getto şehri’ olmaya doğru gittiğinin farkında mı?

Ülke yönetiminde önemli bir Trabzon potansiyeli olmasına rağmen şehrin mevcut hali ve bütün eforunun “futbol”a yönlendirilmesi, şehre karşı yapılmış bilinçli bir jenosittir ! Toptan bir şehrin futbol gettosuna dönüşmesi nasıl izah edilebilir?.. Aman Allah’ım ! Burası yoksa Latin Amerika mı? Fado, Fiesta, Futbol…

Uzun zamandır şehrin kültürünü işgal ve imha eden popüler unsurların disiplin altına alınamayışı Trabzon’u futbolda da 3. dünya takımı yapıyor. Yazımızın başındaki Trabzonspor Başkanı’nın sözü de bu anlamda 3. dünyacı söylem içeren iptidai bir sözdür.

Futbolu şehrin kültürünün önüne geçirme humması, Trabzonsporu şehir kültürünü işgal eder hale getirmiş durumda! Oysa, modern zamanlarda Anadolu şehirlerinde futbol, şehir kültürüyle varolan bir unsur olmalı ! Şehir yoksa futbol da olmamalı! Trabzon’da ise durum farklı: Şehir olmasa da futbol olmalı!

Kapsayıcı düşünebilen, kendini test edebilen komplekssiz bir şehir olmak için futbola harcanan enerji gereksiz bir fanatizme dönüşmemeli. Halbuki Trabzon’da varolan büyük enerji özelliğini kaybedip hızla ihtiras ve fanatizme doğru yol alıyor.

Trabzon’da futbolun nasıl bir fanatizme dönüştüğüne hayret eden futbolcu Cale’nin şu ilginç sözü her şeyi anlatıyor ve söylemek istediklerimizi özetliyor: “Bir maç kazanıyoruz, şehrin kralları gibi oluyoruz. Bir maç kaybediyoruz öyle bir yerden yere vuruyorlar ki, hiç dışarı çıkmamamız gerekiyor diye düşünüyoruz. Ortası yok, ya çok üstteyiz, ya çok aşağıdayız”

İşte bu hal “patoloji”nin ilgi alanına giren bir durumdur!

Futbol, şehrin renklerinden birisi. Koskoca bir şehir tek bir renge mahkûm edilebilir mi?
İzahı mümkün olmayan, futbol merkezli fanatik bir kilitlenme, giderek şehre karakterini veren unsurlar arasında sıyrılıp öne çıkıyorsa şehrin karakteri bozuluyor demektir.

Bütün bir şehir halkını “Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağıran” kulüp başkanı büyük metropollerin semt takımlarının yüz yıldır ülkemizin futbol hayatına hükmettiği gerçeğini nasıl izah edilebilir? Veya böyle bir gerçeği görebiliyor mu? Görebiliyor ve izah edebiliyorsa, derhal başında bulunduğu takımı ve şehri terk etme erdemi göstermelidir! Büyük metropollerin bu takımları yâni ‘mahalle takımları’ metropol kültürünün içinden geliyor. Trabzon’da ise bütün bir şehir kültürü futbol takımının peşine takılmış gidiyor.

Metropol semt veya mahalle takımlarının (3 büyük takımın) oluşmuş tarihleri, kültürleri var. Peki, şehrin bütün enerjisini çekmesine rağmen Trabzonspor bunu niçin sağlayamıyor? Trabzon şehri, bir ‘parça etkinlik’ olarak kendi futbolunu üretemiyorsa, Trabzonspor kendi futbol kültür ve geleneğini üretemez ! Ki üretemiyor !

Uzatabiliriz ama, yazımızın başlığı bile meseleyi anlatmaya yeter sanıyorum.

Trabzon’da futbol ne kadar Trabzon’a ait? Kültür ve gelenek olarak bir Trabzonspor var mıdır? Varsa bu Trabzonspor ne kadar ‘şehirli’ dir ?

Trabzonspor niçin diasporaya taşınmalı?

Çünkü şehrin kültürel bir parçası olmaktan uzaklaşan, endüstri haline gelen futbolun, şehrin misyonuna hizmet edebilmesinin yolu ona DİASPORİK BİR MAHİYET kazandırmaktır ! Tabii diasporada bu bilinç olmak kaydıyla ! Yoksa diasporada da mahiyeti değişik bir endüstriye dönüşebilir !

Trabzonsporu şehir için bir “değer” haline getirmek, bugünkü kalıplarından ve muhtevasından kurtarmaya bağlıdır !

Kulüp başkanının sözleri bize bunları hatırlattı.

Geçtiğimiz hafta İtalya Başbakanının anlattığı bir Yahudi fıkrasıyla bitirelim:

“Holokost’tan kaçan bir Yahudi, bir başka yahudiden kendisini günlük üç bin avroya saklamasını istemiş. Yahudi parayı aldıktan sonra ise kendi kendine şöyle demiş: ‘Acaba Hitler’in öldüğünü ve savaşın bittiğini ona söylesem mi?’

Ne şehrimizi, ne de insanımızı sanal hedeflerle meşgul etmeyelim, kandırmayalım !

Trabzon, futbol kolhozuna çevrilmeyecek kadar büyük, önemli ve değerli bir şehirdir !

(Günebakış, 13 Ekim 2010)

5 Ekim 2010 Salı

EMİN AKİF'İN HÂTIRATINDA ALİ ŞÜKRÜ BEY...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında ve ardından Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan ve “İkinci Grup” olarak isimlendirilen muhalif grubun önemli isimlerinden Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey’in 23 Mart 1923 günü aniden kayboluşu ve bir hafta sonra cesedinin bulunması üzerine, aynı grup içerisinde bulunan Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay gibi isimlerin bile Ali Şükrü Bey’den bahsetmekten imtina ettiği bir dönemde sadece Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey’in meclisi titretircesine yaptığı konuşma halâ hafızalardadır.

Üstad Necip Fazıl’ın 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da “İbret, Gayret!” başlığıyla yazdığı yazısında, “İbretle bakın; hakikî muhalefet ve fazilet, bir zamanlar, hakikî zulüm ve istibdada karşı nasıl bağırıyormuş; ne kelimeler kullanıyormuş, sonra niçin ve nasıl tasfiye edilmiş, Cumhuriyetin ilânı ânından itibaren eşsiz zulüm ve istibdat nasıl ve ne tarzda başlamış ve bu ilk örnekler nasıl ve ne şekilde nikbet ve akamete mahkûm edilmiş???..” şeklinde bahsettiği bu ‘büyük olay’ ve sonrasına ait bugün zihinler oldukça berraktır. Yâni olayın gelişimi ve akıbeti bugün meçhul olmaktan çıkmış, ayrıntılarıyla bilinmektedir.

Siyasî tarihimizin önemli cinayetlerinden birisi olan Ali Şükrü Bey’in şehid edilişinin üzerinden 87 yıl geçti. Konu ile ilgili kaynaklar sınırlı olmasına rağmen, bunlar içerisinde çok fazla bilinmeyen hâtıratlardan birisi de İstiklâl Marşı Şairi Mehmed Akif’in oğlu Emin Akif’in hatıratıdır. Bilinmeyen bu hatırat tarihçi Cemal Kutay’ın “Necid Çöllerinde Mehmed Akif” adlı kitabının içerisine sıkıştırılmış, gözlerden uzak tutulmuş ve Cemal Kutay tarafından heder edilmiştir.

Belli konulardaki hassasiyetine yakînen şahit olduğum sevgili kardeşim Araştırmacı-Yazar Yusuf Turan GÜNAYDIN’ın titiz çalışmasıyla Emin Akif’in hâtıratı, önemli bir kaynak metin olarak ortaya çıkarıldı, kitaplaştırıldı ve günümüz okuyucusuna “Kurtuba kitap” yayınları arasında sunuldu.

3 Mart 1925 ile 15 Eylül 1930 tarihleri arasında kaleme alınan mektup şeklindeki hatıratın iki yerinde Emin Akif Ali Şükrü Bey’den bahseder. Birincisi; “İstanbul en hazîn günlerini yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi. Boğaz; İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle dolu iken…” diye başlayan bölümde Mehmed Akif’le birlikte Ali Şükrü Bey, Emin Akif, Kuşçubaşı Eşref, vs. vs.’nin İstanbul’dan Ankara’ya gidişini anlatır.

Diğer bölümde ise “Pek Sevdiği Ali Şükrü Bey’in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü” başlığıyla Ali Şükrü Bey’in şehadetini anlatır. Bu bölümü Emin Akif’in kaleminden bazı kısaltmalarla satırlarımıza alıyoruz:

“Yazılarımın başında ismi geçen Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey, İstanbul’dan Ankara’ya kadar muhtelif vasıtalarla geçtiğimiz her bakımdan tehlikeli yollarda babamın can yoldaşı ve yegâne arkadaşı bu zat birdenbire ortadan kayboldu. O zamanlar Trabzon Meb’usu’nun refikası hanım ve kerimeleri bize komşu denecek bir yerde oturuyorlar. Bizimkiler onlara onlar bizim eve sık sık gelip giderlerdi.
Kocasının bu beklenmedik kayboluşuna hanım efendi pek üzülüyor ve merak ediyordu: Her halde babam da bu hu¬susta bir çok şeyleri hesap ediyor ve şüpheleniyordu. Aradan iki gün, üç gün, bir hafta geçtiği halde Ali Şükrü Bey’den hiç bir malûmat alınamamış, nerede olduğu öğrenilememişti. Halbuki vaziyetler onun Ankara’dan, Meclis’ten böyle haftalarca ayrılmasına hiç müsait değildi. Bu işin içinde yani Ali Şükrü Bey’in kaybının pek mühim ve müphem bir sebebi, düşündürücü, şüphelendirici bir mânası olmalıydı. Babamı o güne kadar o derece mahzun, kederli gördüğüm pek nadirdir. Gözlerinde gizlemeğe çalıştığı yaşlar garip bir şekilde parlıyor. Sesi âzap duyan bir heyecanın titrek nâğmelerini fısıldıyordu.

«Ben ona söylemiştim! Bu adama itimat etme. Ondan kendini sakın ve koru demiştim. Demek ki Allah bana bunları söyletmiş yüreğimde bir hissikablelvuku Ali Şükrü’ye Topal Osman’dan gelecek felâketi bana ilham etmiş, ben de bunu kendisine ifade etmeye uğraşmıştım. Ne yazık ki onu ikna edemedim. Mert çocuk, hemşerilikten, mertlikten, saflıktan bahsediyor, Topal Osman’a güveniyordu. Çok yazık oldu» pek sevdiği arkadaşının esrarengizce öldürülüşü onu çok derinden yaralamış, Meclis’ten soğutmuştu. Korkmuştu diyemeyeceğim babamı çok iyi tanıdım. Hiç bir zaman korkak değildi. Korkunun ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine öyle kuvvetli bir kanaati vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah’a güvenir ondan gelecek her şeye boyun büker ve sinesine çekerdi...

Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i, memleketlisi……. çete reisi Topal Osman haddizatında cahil, lâkin muktedir ve cesur, bir reis…… Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman’ın …. aynı zamanda hemşerisi olmak hasebiyle bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş, Ankara civarındaki ………. Osman’ın avenesi tarafından kahve içerken boynuna sardırılan kemendle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle ıssız bir yere da¬vet etmişler onu gafil avlayarak boğmuşlardı.

Cesedini, paltosu ve elbisesiyle pek derin kazılmayan bir çukura atmışlar; bir-iki gün sonra yağan şiddetli yağmurlar toprağı sürüklemiş, cesed meydana çıkmış, hâdise de anlaşılmıştı.

Ali Şükrü Bey’in sıkı sıkı kapadığı avuçları açılınca: boğulmamak için sarf ettiği gayret ve mukabele esnasında kendisini müdafaa için kullandığı hasır bir iskemlenin hasırları çıkmış. Ankara’da kendisine bütün şehrin iştirak ettiği muazzam bir cenaze merasimi yapılmış, bir top arabasına yerleştirilen tabutunu ay yıldızlı bayrağımız sarmalamıştı…”

Emin Akif’in hatıratındaki Ali Şükrü Bey’le ilgili kısım bu şekilde… Ali Şükrü Bey cinayetini bir de ilk şahitlerden kabul edeceğimiz Emin Akif’in kaleminden okuduğumuzda aynı ürpertici hissiyatımız depreşiyor.

Emin Akif’in kısa hatıratında birçok önemli husus daha var. Hatıratın sonuna Yusuf Turan Günaydın önemli notlar da koymuş. İşte bunlardan birisi: Emin Akif 57 yaşında oldukça çökmüş bir halde, 1966 yılında kendisini ziyarete gelen gazeteci Kenan Akın’a hatıralarını yazdığını ve ismini “Orta Çiftlik” vereceğini söyler. O görüşmede, hatıratından birkaç paragraf da okur. İlginç bir paragraf şöyle: “16 yıl önce… Mayısın 13’ü. Günlerden pazardı. Baba dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40 yaşlarındaydım. Çocukluğum, delikanlılığım 25’ine kadar iyi geçti. Maalesef bunu takip eden yıllar devamlı bir kâbusun korkunç karanlıkları içinde, inkisâr-ı hayâl, hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur…”

Emin Akif’in hatıratı vesilesiyle merhum, mağfur Ali Şükrü Bey’i tekrar rahmetle yâdediyoruz.

(Günebakış, 6 Ekim 2010)

28 Eylül 2010 Salı

SEMERKAND Ü BUHARA...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

5 günlüğüne gitme fırsatı bulduğum Özbekistan’ın Taşkent, Semerkand ve Buhara şehirleri, yaşayan hallerinden çok, geçmişleriyle, tarihsellikleriyle insanı büyüleyen bir atmosfere sahip. Özellikle Buhara… Büyü unsurları; yerin üzerindeki medeniyet abideleri kadar, “yerin altındaki”ler…Yâni medeniyete ruh verenler… Buhara ve Semerkand bir “açık hava müzesi” olarak kadîm medeniyet mirasıyla varlığını sürdürüyor. Bir şehrin “müze”ye dönüşmesi hiç de öğünülecek bir şey değil. Müze; modern zamanların icadı… Artık yaşaması mümkün olmayan ölü malzemelerin sergi alanı… Bir medeniyeti meydana getiren unsurların canlı bir organizma bütünü halinde sürekliliğini koruyarak varlık ifade etmeleriyle, müzelerin soğuk atmosferinde kesitler halindeki ‘parçaları’ ürpertici… Böyle olmasına rağmen gene de Buhara ve Semerkand “müze şehir” kavramını aşmış bir canlılığa sahip. Bu kadîm şehirlerin tarihsel mekânları insanlarla sıcak temaslarını sürdürüyor. Batının meş’um müze şehirlerine mukabil doğunun muhteşem şehirleri olarak kendilerini görmeye gelenlere müthiş güzelliklerini arzediyorlar. Tabii bu güzellikleri sadece “plastik bir dekor” olarak görmemek gerekiyor. Bunları meydana getiren tarih-kültür ve medeniyete, yâni “aidiyet iklimi”nden kopardığınızda ortada kendilerini de bulamıyorsunuz.

Ülkemizde olduğu gibi, Özbekistan’da da bu kadîm İslâm şehirleri ‘şehir katliamı’ndan oldukça paylarını almış. Moğol istilâları, devam eden tahribatlar ve en nihayet Sovyet yok ediciliği bu muhteşem şehirlerin tarihî silüetiyle birlikte ruhundan da epey şeyler götürmüş. Ancak halen ortada kalan “kent mirası” sizi kadîm İslâm medeniyetine doğru sürüklüyor.

Taşkent ve Semerkand’da çok kısa kalmamıza rağmen, bu şehirlerin, özellikle ilk defa ziyarete gelen insanlar üzerinde etkisi büyük… Tabii öncelikle tarihî mekânların. Yâni medreselerin, mescitlerin, hanların, kervansarayların… Bugünkü isimleriyle üniversite kampüslerinin, komplekslerin, camilerin, iş merkezlerinin…

Her üçü de yorgun şehirler… Bir şehri yorgunluktan kurtarmanın ilk şartı: Şehri ‘yatağından koparmadan’, varlığını tahrip etmeden, kimyasını bozmadan fiziğiyle diri tutabilmekte… Yatağını bozduğunuz, yatağından kopardığınız her şey artık “kendisi” kalamıyor… Taşkent de Semerkand da Buhara da öyle… Ancak bugüne taşınan isimleri bile “muhteşem” geçmişlerini bize anlatıyor… Tarihî mekânlar sizi müthiş bir şekilde kendilerine çekiyor…

Şüphesiz, bir şehrin manâsı o şehre manâ kazandıranlarla kaim… Eski tabirle: “şeref-ül mekân bil mekîn” yâni, ‘bir mekânın şerefi orada yerleşmiş olanlarla kaimdir.’

Buhara deyince, (kabirlerini ziyaret şerefine nail olduğumuz) başta Abdulhalik Gücdevani, Arif Reyvegeri, Mahmut Encir Fagnevi, Hoca Ali Ramiteni, Muhammed Bâbâ Semmasi, Seyyid Emir Külal… Ve ve…Şah-ı Nakşibend hazretleri…Üstad Necip Fazıl’ın “Başbuğ Velilerden 33” kitabında “Ezelle ebed arası Allah’a doğru giden evliya kervanları arasında en şanslısına ait 33 kolbaşılı Altun Halka çerçevesi” nin birçoğu Buhara’da… İsimli, isimsiz daha birçokları…

Semerkand da öyle… Hâce Ubeydullah Taşkendî (Ahrar) başta olmak üzere İmam Buhari, İmam Matüridî ve birçok Âllah dostu…

Şunu doğrudan görüyoruz: Buhara da Semerkand da yerin altındakilerden yerin üstündekilerin haberdar olmadığı şehirler haline gelmişler.. Muhteşem şehirlerin insanları yok. Muhteşem insanların şehirleri de artık yok.

İlginçtir ki; bu mübarek ve muazzez topraklar üzerinde İslâm Kerimov yönetimi her türlü İslâmî faaliyeti yasaklamış. Ruhunuza hürriyet üfleyen topraklarda şu anda Sovyet artığı yönetimlerin işbaşında olduğu baskı ve sefalet hakim. Halkın tek derdi: Neyle olursa olsun ayakta kalmak. Diri olan, ayakta kalan sadece büyük Velîlerin kabirleri… Yaklaştığınızda ferahladığınız, varlığınızın anlamını kavrar ‘gibi’ olduğunuz kabirler… Bir o kadar da sorumluluklarınızı size ihtar eden topraklar…

“Kimin huzurundayım?” sorusunu kendinize sorabilirseniz,
“Niçin bu şehirdeyim?” sorusuna cevap arayabilirseniz,

Şehrinizi de, şehrinizin altındakileri de, üstündekileri de manalandırabilir, kavrayabilirsiniz. Aksi halde gördüğünüz her şeyin sadece “plastik dekoru”nda takılıp kalırsınız.

Semerkand’da Uluğ Bey’in Rasathanesi, Timur’un kabri, diğer muhteşem eserler vs. vs. de sizi oldukça uzaklara götürüyor… Semerkand’ı Semerkand yapan önemli şahsiyet de Timur… Timur’un kabrini ziyarette oldukça tedirginim. Gerekçesi Üstad Necip Fazıl’ın “Moskof” isimli eserinde… Dua ediyorum, okuyorum ancak “Ya Rabbi! Sana havale ediyorum!” diyerek kabirden çıkıyorum.

Öncelikle Buhara, sonra Semerkand ve Taşkent anlatılmakla değil, görmekle, görürken de hissedilmekle anlaşılabilecek şehirler…

Galiba rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti gibi biz de “Buhara der, Semerkant der ağlarım” demekle yetinmek zorundayız.

(Günebakış,29 Eylül 2010)

21 Eylül 2010 Salı

ŞEHİRLER DE GÖÇER…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığı Laurent Vidal’in “Mazagao - Şehirler de Göçer” kitabının alt başlığıdır. Vidal bu kitabında, 16. yy.’da Fas’ta kurulan ve iki yüzyıl içinde önemli roller üstlenen, daha sonra giderek unutulan ve Portekiz’liler ve Kuzey Afrikalı’larca kuşatılıp tüm insan ve mekân varlığı dağıtılan Mazagao şehrinin “Nova Mazagao” (Yeni Mazagao) adıyla Amazon bölgesine nakle-dilmesi ve yeniden kurulmasını uzun uzun anlatır.

Mazagao’nun taşınma hikâyesinin ilginçliği kadar, Vidal’in eserine esrarlı ve bir o kadar da trajik bir isim koyması da ilginçtir: “Şehirler de Göçer”. İnsanın bir şehirden diğer bir şehre göçmesi doğal ancak, bir şehrin göçmesini hayal etme düşüncesi bile insanı ürpertiyor.

Bir şehir taşınması, göçmesi oldukça ilginç değil mi? Bir şehir nasıl taşınabilir? Taşınan şehir kendisi kalabilir mi? Kaldığını iddia etse de ‘yer’inden koparılmıştır, artık o “başka bir şe-hir”dir. “Taşınan şehir” önce dilini kaybeder. Dilin kaybolması onu yeryüzüne yabancılaştırır. Konuştuğu anlaşılmaz olur. Biz, kendi coğrafyamızda fiziken göçen, göç ettirilen şehir görme-dik ama tarihî şehirlerin ruhunun “göç ettiğini” veya zorla “göç ettirildiğini” biliyoruz. Özellik-le cumhuriyetin ilk dönemlerinde taammüden, devam eden dönemlerde ve halen de müthiş bir gaflet ve duyarsızlıkla kadîm şehirlerimizden “ruh göçü”ne şahit oluyoruz. Yüzyılların ka-dîm şehirleri, bugünkü hallerine bakıp da “bu ben miyim?” diye hayret edecekleri bir ruh göçünü, ruhsuzluğu yaşıyorlar…

Vidal, Mazagao’nun göçüp, Amazon coğrafyasında yeniden doğmuş olsa bile yaşadığı trajedi-ye “yeniden doğuşun arifesinde Mazagao, bağdaştırılmaları zor bir gelecek, bir geçmiş ve bir bugün arasında bölünmüş durumdadır“ diyerek işaret ediyor.

Vidal, temel sorular sorar: “Hal böyle olunca da yeri değiştirilen şehrin özelliği üzerine düşü-nülmesine imkan sağlamaktadır. Toprağından kopartılan bir şehir bu kopuş sırasında acaba nasıl bir şeye indirgenmektedir? Yerleşik bir toplum, yerleşim biçiminden kopartıldığında acaba neye benzer? Bir şehir böyle bir yer değişikliğine acaba nasıl hazırlanır? Yeri nasıl de-ğiştirilir? Yeri değiştirilen şey nedir; insanları mı, taşları mı, biçimi midir, yoksa yer değiştirme bir kuruntudan mı ibarettir? Üstelik yer değiştirme sadece nakilden ibaret de değildir…”

Bir şehrin insan ve eşya olarak (muhal farz) ‘nakledilebilir’ olması halinde bile şu dehşet soru-ların verilemeyecek cevabıyla karşılaştırıyor bizi Vidal:

“Şehrin yola çıkabilmesi için, nakledilebilecek şekilde toplanması gerekir. Şehri bir başka yere nakledeceğini söyleyen insanın gözünde o şehir acaba neye indirgenmiştir?... Etrafına dört duvarla çevirmekle bir şehre şehir kimliği kazandırılamayacağını biliyoruz. Taşınmış bir şehir-den yeniden doğmuş bir şehre nasıl geçilir? Alain Musset, ‘şehir ruhu’ denen şeyin dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Çok doğru; ama bu şehir ruhu denen şey, nerededir, kime emanet edilmiştir? Ve bu ruh bu taşınma sırasında acaba hiç değişmemiş midir? Örneğin, Portekiz devletinin kafasından geçen şehirle, Mazagao’luların arzuladıkları şehir acaba aynı mıdır? “

Özellikle Karadeniz’lilerin bir dönem (sel felaketi nedeniyle) yaşadıkları bazı “göç” olaylarını düşündüğümüzde, göçtüğünüz yer ne kadar ‘mükemmel’ olursa olsun, yeriniz-den/toprağınızdan koparılma duygusu sürekli depreşen bir duygu olarak sizi bırakmıyor, sü-rekli sizinle beraber. Çıktığınız yer sizi kendisine doğru çekiyor. O duygudan kaçmak isteseniz bile sizi kovalıyor.

Bir şehrin fizikî olarak başka bir yere taşınması tahammül edilebilir bir hal olsa da şehrin ta-şındığı yerde artık eski “ruhu”ndan eser kalmayacağı da aşikâr.

“Şehirler de Göçer”in zihnimizde bıraktığı tesir de trajik. Modern zamanlarda bir şehrin men-kul bir eşya gibi bütünüyle nakledilmesi pek mümkün görülmüyor. Ancak, “Şehirler de Göçer” cümlesini, bir şehrin kimliğinin, muhtevasının, tarihselliğinin, ait olduğu medeniyet dünya-sından kopması, bütünüyle ruhunun inkılâba uğraması olarak aldığımızda ortaya, şehrin fiziken göçmesinden daha dramatik bir durum çıkar.

Şehrimiz de içinde olmak üzere, bugün coğrafyamızda halâ ayakta kalmış, mekânlarıyla son çırpınışlarını yaşayan şehirlerimizle baktığımızda bu hali yâni, tedricî olarak “şehrin trajik gö-çüşü”nü görebiliyoruz.

Aslında, içinde yaşadığımız şehir tarihselliğinden koparıldığı gibi, ruh coğrafyasına da yabancı-laştırıldı. Bu bir anlamda şehrin “göçü”dür, göçüşüdür. Coğrafyanın beslendiği kaynakların kurutulması, yeni ve zorlama kaynakların da kadîm şehri besleyememesi, bir ruh metaboliz-ması problemi ortaya çıkarıyor ve kendisini taşıyamayan, kendisini tanıyamayan bir şehir meydana çıkarıyor. “Eski”nin taşlarına tutunmak değil, “eski”yi yenileştirmek, yeni zamanlar-da yaşayabilecek bir süreklilikte “gelenek” oluşturabilecek bir şehirden bahsediyoruz… Eski-nin küllerinde hayat aramanın abesliğini değil, eskiyle bağlarını koparmamış, geleneğin her an yenilenen yüzünde modern zamanların şehrini görmek…

Bir de şehir yerinde dururken, “şehrin ruhu”nun göçmesi ayrı bir trajedidir. Temelleri kadîm medeniyetimizde bulunan modern zaman şehirlerinin bugün içerisinde bulundukları hal bu-dur. Trabzon da bu halden payını önemli derecede almış şehirlerimizden biri olarak “ruh gö-çü”nü yaşamaktadır. Ruh şehri terk ettikten sonra bir daha geri dönmüyor. Onun için şehre ruh veren, şehrin enerjisini sürekli kılan kaynakların şehrin ait olduğu iklimle yabancılaşma-ması gerekli. Aksi hal şehirde “ruh göçü” gibi bir hazîn akıbeti getirecektir.

Laurent Vidal’in Mazagao’sundan yola çıkarak “şehirler de göçer” trajedisini yaşamamak için şehrimizin göçmesine razı olmamalıyız. Şehrimizin (kaldı ise veya şimdilerde sadece adı ka-lan) ruhunu kaybetmemesi için, “enerjisini nereye akıttığı” ve “ruhunu nelerle meşgul ettiği” üzerinde kafa yormamız lazım.

“Ruh göçü” ölüm demektir. İnsan için olduğu gibi şehir için de ölümdür… Şehrimize bakarak üzerinde düşünelim…

(Günebakış, 22 Eylül 2010)

13 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEHİRDE ANESTEZİNİN FARKINA VARAMAMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zaman şehirlerinin/şehrimizin insanı mekanik kalıplar ve ilişkilere zorlayan bir hapishaneye dönüştüğü ve bu ‘hapishanede yaşamaya mahkûm ettiğinin farkında mıyız? Bunu hissedebiliyor muyuz? Şehir insanı, giderek yaşadığı hali kanıksadığı, ‘yaşanması gereken hayat’ olarak sürdürdüğü için yaşadığı şehrin ‘hapishane’ye dönüştüğünün farkında olamıyor. Modern zaman şehirleri de insanı bu “kabul”e zorlayarak hakimiyetini tescil ettiriyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle insan “hayat dediği zan”la yaşamaya devam ediyor, yaşadığını “zannediyor”…

Şehri yaşanamaz hale getiren de, yaşanmaya değer kılan da ona verdiğimiz değer ve onu idrak ve inşa biçimimizdir.

Zihinlerin daraltılmış,
İradenin mahkûm edilmiş,
Değerlerin maddileşmiş,
İlişkilerin mekanikleşmiş,
Hareketlerin kısıtlanmış,
Hayatın bütünüyle atomize olduğu ‘modern zaman şehirleri’nde insanın yaşayabilmesinin tek bir izahı var. O da: sürekli anestezi halinde bulunması. Bu hali ‘yaşama’ zannetmesi… Atomize olmak, anestezi öncesi bir yalnızlık halidir. Şehirde yaşamanıza rağmen şehre ait olamamanın müthiş yalnızlığı… Yalnızlık çaresizliğe, çaresizlik de giderek anesteziye dönüşüyor…

Don Martinale’nin ‘Şehir Kuramı’nda dediği gibi “kişi kendisini adeta nekropolde, tüm yaşam belirtilerinin ortadan kaybolduğu ölüler şehrinde hisseder.” Hissetmiyorsak anesteziden henüz kurtulmuş değilizdir.

İnsan anestezi halinde, hissizleşir, duygusuzlaşır, tepkisizdir. Nefes alıp verir ama bu sadece ‘canlı’lık alemetidir, ‘yaşama’ belirtisi değildir.

Şehirde de öyle... Tıpkı bir bataklığa saplanan insanın hareket ettikçe daha da batması gibi, insan da şehirde ‘hayat’ olarak adlandırdığı/zannettiği “mekanik hız”ını artırdıkça şehrin kaosuna daha da gömülüyor.

Şehrin anestezisinin farkına varan insan ise “…olağandışı miktarda uyarıma maruz kalır ve bunun sonucunda onu kökünden koparacak dış çevredeki unsurlara karşı kendisini koruyacak bir zihinsel yapı geliştirir…”

Gene Martinale, şehir insanının trajik halini daha da trajikleştiriyor: “şehrin kendisi şu ‘kozmopol’ dedikleri taş azmanı, her büyük kültürün yaşam seyrinin son noktasıdır. Mutlak şehir, taş yığınıdır…. Dünya şehrinin son insanı artık yaşamayı istemez. Bu, ilkel takas merkezinden kültür merkezine dönüşen şehrin bir uygarlık şeklinde serpildiği ve nihai bir yıkımla gücünü yitirdiği görkemli evrim sürecinin sonucudur…”

İnsanın şehirdeki bu trajik mahkûmiyeti, sadece modern zaman şehirlerinde görülen bir durum. Eski şehirlerin insanı şehirlerine “ait”di, şehirleri onları boğmuyordu, koruyordu. Modern şehrin insanı, şehrin kaosunda kendisini şehrine ‘ait’ hissedemiyor, aidiyet damarları tıkalı... Bu damarların açılabilmesi neredeyse imkânsız…

Niçin? Çünkü şehre ait olabilmek, dahil olabilmek, şehri hissetmekle, şehre ‘müdahil’ olabilmekle mümkün.. Müdahil olabilmek iradî çabayı gerektiriyor. Yaşanan anestezi hali tüm duyu fonksiyonlarını iptal ettiği için insan şehrine ait/müdahil olamıyor.

Aslında tarihî kültürümüzdeki şehrin ve insanın “fâni”liğini, geçiciliğini anlayabildiğimiz nisbette şehir ‘yaşanılır’, insan ‘yaşayabilir’ varlık olarak birbiriyle buluşur. Hacı Bayram Veli’nin deyimiyle “Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında”.

Şehirde atomize olmakla anestezi halini yaşayıp yaşamadığımız konusunda kendimizi test etmenin vaktidir.

Üstad Necip Fazıl’ın İstanbul’a dair 1942 yılında yazdığı “Boğaziçi” başlıklı yazısındaki duasıyla bitirelim:

“Allahım !

Beni evimden dışarıya çıkarma da, az ıstırap çekeyim!”

Yaşadığımız şehrin kaosunda boğulmamak için evimizden dışarı çıkamaz hale mi geleceğiz?

(Günebakış, 15 Eylül 2010)

6 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEHRİ İSİMLERDEN OKUYAMAMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliYAHYA@gmail.com

Şehirler, mekânlarıyla olduğu kadar mekânlarına, alanlarına, eşyalarına verdikleri “isim”lerle de kimliklerini yansıtmalı, farklarını hissettirmelidir. Özellikle de tarihî şehirlerin/misyon şe-hirlerinin içerisinde barındırdığı tarihî doku ve mekânlar kadar onlara verilen isimlerle de tebarüz etmesi gerekir.

Kur’an’daki “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti” ölçüsünden hareketle isimler sayesinde eşyanın ruhunu ve künh’ünü öğreniyor ve anlayabiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında şehri vareden un-surlardan birinin de şehrin parçalarına verilen isimler olduğu ortadadır. O nedenle şehir ku-rucularının geçmişte buna dikkat ettiklerini biliyoruz. Fakat günümüzün idarî “ham yobaz”lığı böylesine önemli bir konuyu idraksizliklerinin insafına kurban etmektedir.

Bir şehrin kültür tarihini o şehrin tarihî süreçte tesbit edilen (başta kendi ismi olmak üzere), üzerindeki mekân isimlerinden okumak mümkündür. Şehrin süregelen hayatında mekânları-na verilen isimleri kesitler halinde okuduğumuzda o şehrin karakterine, önemsediklerine, öncelediklerine, eğilimlerine, yönelimlerine ve enerjisini nerelerde yoğunlaştırdığına da şahit olabiliyoruz.

Şehirlerin “enerjilerini nerede odaklaştırdıkları ve nerede tükettikleri”ne örnek olabilecek yansıtıcılardan birisidir “mekân isimleri”..

Bugün, yaşayan medeniyet şehirlerimizden bazılarına baktığımızda bu “okuma”ları yapabili-yoruz. Mahallelerine, camilerine/mescitlerine, cadde ve sokaklarına, hanlarına, köprülerine, vakıf eserlerine, vs. konulan isimler o şehrin “okunması”na yardımcı oluyor, şahsiyetini orta-ya çıkarıyor.

Eski şehirlerimizde şehir için “değer” ifade eden ne varsa, uygun olanlar o şehrin mekânların-da isim olarak yaşayabiliyordu.

Modern zaman şehirlerinde de durum aynı…

Ülkemizin herhangi bir metropolü ve küçük bir kasabasını, üzerinde barındırdığı “isimlerden okuma”ya çalıştığınızda da aynı şeyle karşılaşıyoruz.

Şehir mekânlarına konulan isimlerin mekânla uyumlu olması önemlidir. Sadece kamuya ait mekânların değil, özel alanlardan ticarî ünvanlara kadar isimlendirmenin hiçbir ölçüsü ve tu-tarlılığının olmaması günümüz şehirlerinin öne çıkan görüntüsüdür.

Aslında isimlendirme olarak tarihî şehir mekânları modern zaman şehirlerine mesajlarını taşı-yor. Tarihî şehirlerde uyumlu ve bütünleşmiş isim-mekân birlikteliğini modern zaman şehirle-rinde tarihsel ve kültürel sürekliliğin kopmaması için görebilmek/anlayabilmek gerekiyor.

Trabzon’un 1461’de fethiyle birlikte tutulan “tarihî defterler”de karşılaştığımız mahalle ve diğer mekân isimleri bize şehrin iskân ve imarı ile ilgili de önemli bilgiler verirken, bugün ko-nulan isimlerin gelişigüzel biçimde, ortak akıl, zevk ve estetikten yoksun olduğunu görebiliyor muyuz?

Şehrimiz Trabzon’a baktığımızda ilginç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Belki büyük metropol-lerde normal sayılabilecek bir “mekân isimlendirmesi” şehrimizde sırıtabiliyor. Şehir mekân-larının tarihe, geleneğe, düşünceye ve kültüre dayanmayan bir yaklaşımla isimlendirilmesi şehri köklerinden kopartıyor.

Bazen “ucuz kasaba yöneticileri”nin beyin gurultularından neş’et eden isimlendirmelerle şe-hir şehre düşman hale de getirilebilir.

Bu nedenle, Trabzon’umuzu da 21. yüzyılda bir gün “karşı şehir” olarak görme tehlikesiyle başbaşa kalabiliriz. “Karşı şehir”, yâni kendisine, tarihselliğine, özüne, ruhuna düşman şehir…

Bir düşürümüzün dediği gibi; “Bir şehir kendine özlem duyuyorsa, artık o şehir bitmiş demek-tir.” Yâni şehir kendisi olmaktan çıkmış, aynadaki suretini tanıyamıyorsa o şehir tükenmiş demektir.

Trabzon’un mevcut büyük bulvar ve caddelerinde futbol ve türevlerinin isimlerinin verilmesi, süregelen “futbol tutkusu”nun şehri mekân isimlendirmesi olarak da kuşattığının göstergesi değil midir? Şabloncu bir aktarmayla şehrin her yanını, mahallelerini, cadde ve sokaklarını, eğitim kurumlarını, vs. vs. o şehrin kurucularının veya o şehrin sembol isimleriyle doldurmak da idarî kabalığın bir başka biçimidir.

Heterojen bir isimlendirme, yüzyıl veya ikiyüz yıl sonra şehirle ilgili yapılacak sosyolojik-kültürel-tarihsel gözlem ve araştırmalarda, şehri isimlerden okumak isteyenleri ilgisiz, bağla-mından kopuk sonuçlara götürmesi de mümkündür.

Doğan bir çocuğa isim konmasındaki hassasiyet ne ise, şehir mekânlarında da bütünü mey-dana getiren parçalar olması bakımından aynı duyarlılıkla hareket edilmesi gerekir.

Yerel yöneticilerin siyasî zihniyetine göre şehir mekânlarına isim konması veya varolan isimle-rin değiştirilmesi şehre yapılacak büyük kötülüklerdendir.

Bu noktada Calvino’nun “Görünmez Kentleri”ndeki Tamara’ya ait şu tesbitini şehir isimlen-dirmesine uyarlayabiliriz: “Kent, düşünmen gereken her şeyi söyler, kendi sözlerini tekrarlatır sana ve sen Tamara’yı gördüğünü, gezdiğini düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parça-larıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır..”

Şehrimiz tarihselliğiyle “düşünmemiz gereken şeyleri” bize “hâl dili”yle anlatıyor ama biz an-layabiliyor muyuz? Şehrin bugünkü mekânlarına verilen isimler hafızalarımızı işgal mi ediyor yoksa orada rahatça yer mi buluyor?

Yaşayan nesillerin ve sonraki nesillerin zihinlerine düşecek “mekân ad”larının ne kadar önem-li olduğunu anlayabildiğimiz nisbette şehrimizi de anlayabiliyoruz demektir.

Trabzon’un medeniyet şehri olarak misyonunu sürdürebilmesi için, tarihî mekân isimlerinde yatan muhtevayı ihmal etmemesi gerekiyor.

Şehir mekânları “ismiyle müsemma” (ismiyle örtüşmüş, ismiyle uyumlu) olmalıdır.

(Günebakış, 8 Eylül 2010)