16 Mart 2010 Salı

EVLERİNİZ RÜYA GÖRÜYOR MU?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Halil Cibran’ı tanır mısınız? Eserlerinde Doğu hikmetlerinden özler sunan Lübnan’lı bir hikmet adamı, bilge. Türkçede yayınlanmış kitapları, damıtılmış “hikmet özleri” ile dolu. İlk baskısı 1923 yılında “Nebi” daha sonra “Ermiş” ismiyle çıkan kitabının Türkçe baskısını tekrar okurken, “Şehir ve Ev”le ilgili çarpıcı ve yakıcı bir diyalog, gözümüzün önüne kendi şehrimiz ve evimizi getiriyor. Bu diyalogta Halil Cibran’ın anlattığı şehir ve evin ruhundan acaba bir şey kaldı mı? diye sormak bile kaybettiğimiz eve ilişkin dert sahibi olduğumuzu bize yeniden hatırlatacaktır.

Avrupa dilleri, Arapça, Japonca, Hintçe ve birçok doğu diline çevrilen eser, yayınlandığında tüm dünyada büyük ilgi uyandırdı. “Eser ruhumun bir parçasıydı” diyen Cibran’ın “Bize evlerden bahset” başlıklı diyaloğundan kesitler sunuyoruz:

“Daha sonra bir duvarcı ilerledi ve: ‘Bize evlerden bahset’ dedi.

O da cevap verdi:

‘Şehrin duvarları içinde bir ev kurmadan önce hayalinizle çöl ortasında bir çadır kurun.

Çünkü akşamları evlerinize dönmek üzere yol aldığınız zaman içinizdeki o yapayalnız, o hicranzede serseri bir yol alır.

Eviniz, sığındığınız yuva, sizin büyümüş gövdenizdir.

Eviniz de güneş altında büyük ve gecenin sessizliğinde uyur, üstelik rüyasız da kalmaz. Sorarım size, evleriniz rüya görmüyor mu? Ve rüya içinde şehirden çıkarak korulara gitmiyor ve tepelere tırmanmıyor mu?

Evlerinizi elime geçirsem ve tohum eken bir çiftçi gibi ormanlara ve çayırlara serpsem!

Elimden gelse de vadileri cadde, çimenlikleri sokak yapsam da sizin birbirinizi bağlar içinde arayıp bulmanızı ve elbiseleriniz toprak kokusu taşıyarak geri dönmenizi sağlasam. Fakat henüz vakti değil.

Atalarınız, korkuları yüzünden sizi biraraya toplamışlar ve bu korku bir müddet daha devam edecek. Fakat çok geçmeden şehir duvarlarınız, ocaklarınızı tarlalarınızdan ayıracak!

Şimdi ey Orfalis halkı, bana anlatın! Evlerinizin içinde neler var? Ve sizin kapılarınızı kilitleyerek sakladıklarınız nedir?

Sakladıklarınızda insan kudretini ifşa eden huzur mu var?

Kafanın şahikalarını yaratmak için kemerleri üst üste yükselten hatıralar mı var?

Anlatın bana, bunlar mı var evlerinizde?

Yoksa yalnız konfor mu ve konfor ihtirası mı, o bir eve sürüne sürüne girerek misafir gibi oturan, sonra ev sahibi gibi yerleşen, nihayet efendi kesilen hırsız mı var?

Hatta o hırsız, daha sonra bir eğitmen kesilir, kanca ve kırbaçla daha büyük arzularınızı kuklalaştıran bir varlık olur, onun elleri gerçi ipekten, fakat kalbi demirdendir.

O, size uyumak için ninniler söyler ki, yatağınızın başucunda durarak maddenin gösterişiyle övülsün.

O, sizin sağlam hasselerinizle istihza eder ve onları kırık çanaklar gibi dikenlikler içine atar.

Konfor iştihası, ruhun ihtiraslarını öldürür, sonra sırıta sırıta cenazesinde yürür.

Fakat siz, ey rahatlık içinde rahatsız yaşayan fezanın çocukları! Bu pusuya düşmenize, yahut kanca ve kırbaçla terbiye edilmenize imkan yoktur.

Evleriniz varlığınızı demirleyen ve kımıldamasına imkan vermeyen bir çapa deği; varlığınıza çeşit çeşit ufukların havasını yaşatan bir yelkendir.

Bir yarayı örten parlak bir perde değil, fakat gözü koruyan bir göz kapağıdır. Siz, kapılardan geçmek için kanatlarınızı kapamazsınız, tavanlara çarpmasın diye başlarınızı eğmezsiniz, duvarları çatırdamasın ve yıkılmasın diye nefes almaktan korkmazsınız.

Ölülerin siz canlılar için yaptıkları mezarlarda yaşayamazsınız.

Gerçi evlerinizin haşmeti var, güzelliği var, fakat bunlar, sizin bir sırrınızı saklamaz ve sizin hasretlerinize barınak olamaz.

Çünkü içinizdeki sonsuzluk o gökyüzündeki konakta ikamet ediyor ki, kapısı sabah sisleridir, pencereleri nağmelerdir ve gecelerin sessizliğidir.”

Diyalog bu kadar.

Böyle bir şehrimiz ve evimiz var mı? Yoksa Cibran ütopyalarda, bulutlar üzerinde bir ev mi tasvir ediyor? “Yaşanması gereken yer” ve “ev”i kaybedince yâni yeryüzünde yolumuzu ve yerimizi şaşırınca, bize yol gösterenlere de “senin ışığın bulutları gösteriyor” diye gülüp geçeriz. Kimbilir Cibran’ın tarif ettiği “ev”i de böyle görüyoruz.

Yaşadığımız şehrin ve bizi organik bir varlık gibi içine alan evlerimizde böyle bir ruh var mı? Cibran “evleriniz rüya görüyor mu?” diye soruyor. Bırakınız evimizi, şehrimizi, biz rüya görebiliyor muyuz?

Şehir ve ev bize rüya gördürebilmeli ! Bizi kendine ve kendimize davet etmeli!

Şehir huzur verir! Şehir yorar !
Ev huzur verir! Ev yorar !

Hayalimizde “kendi şehrimiz”i düşünerek Cibran gibi söyleyelim: “Buradan huzur içinde ayrılmaya, üzülmeden uzaklaşmaya imkan var mıdır? Hayır, bu şehirden yarasız bir ruh ile ayrılamayacağım.”

Üstad Necip Fazıl’ın “Evim” şiirinden mısraları hatırlıyoruz:

“…..
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada...
Garanti yok sen gibi faniye sigortada!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
…..
“Evim, evim vâh evim, gönül bucağı evim!”

Dün bu şehirdeydik, bu şehrin evlerinde yaşıyorduk. Bugün uzağındayız. Kimbilir yarın daha mı uzaklaşacağız veya bu şehirde yaşayabilecek miyiz?

Kendimize yönelteceğimiz büyük ihtar şu mu olmalı: Evine dön !

(Günebakış, 17 Mart 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder