29 Mart 2010 Pazartesi

MEDENİYET TASAVVURU OLMADAN 'ŞEHRİN RUHU' KAVRANABİLİR Mİ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Medeniyet tasavvuru”; ait olunan medeniyet’in bilince yansıması, zihinde bütün olarak canlanması… Bu tasavvurun şehre dökülmesi ve şehrin ‘ruhu’ndan tekrar ‘medeniyet’ olarak tütmesi, şehrin buradan okunması…

Bugün ağızlarda sakız gibi çiğnenen “medeniyetler diyaloğu”, “medeniyetler buluşması”, “medeniyetler ittifakı” gibi arkası doldurulmamış, temellendirilememiş, muhtevalandırıla-mamış ama ‘kavramsal tadı’ damaklarımızı süsleyen bu cümleler bugün karşılığını bulmaya dursun, biz bu kavramlardan bahsedebilmek için öncelikle bir “medeniyet tasavvuru’nun ve bu tasavvurun şehre nasıl yansıması gerektiğine ilişkin birkaç cümle edelim..

Bir medeniyetin plâstik anlamda ruhunu sergilemesi kendisini “şehir” olarak gösterir, tecelli ettirir. Medeniyet şehirlerinin her mekânı, bütün bir şehri yüklenen, taşıyan mekânlardır.

Osmanlı’nın ‘klasik çağı’ olarak adlandırılan ve Osmanlı-İslam medeniyetinin büyük bir coğrafya üzerinde bir rölyef gibi kabardığı XV. ve XVI. yüzyıllarda “şehir ruhu”nun ne olduğunu ilk bakışta görebiliyoruz. Bu medeniyet şehirlerini XVII. yüzyılda gezen ve günümüze en güzel aktaranların başında Evliya Çelebi geliyor..

Evliya Çelebi dolaştığı Osmanlı Şehirlerini anlatırken hangi şehri gezip görse, o şehirle ilgili “ruhaniyetli şehir”, “şehr-i müzeyyen”… gibi vasıflar, övücü ifadeler kullanır. Sadece bu kavram ifadeler bile o şehirlerin ruhunu ve fotoğrafını vermeye yeter. Seyahatnamesinin bir yerinde camilerden bahsederken, “İçinde öyle bir ruhanilik vardır ki bir Müslüman iki rekat namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur.” der. Çarşıları gezerken de “İçinden geçenler bu çarşıdan çıkmak istemez.” der. Evliyâ Çelebi’nin bu cömert ve muhteşem ifadelerini tüm medeniyet şehirlerine teşmil ettiğimizde ortaya “kalbi ve ruhaniyeti olan şehirler” tablosu çıkıyor.

Evliya Çelebi niçin Osmanlı mülkünü böyle bir “göz”le gezer ve yazar ? Çünkü yaşadığı ve gezdiği mülk, Osmanlı-İslam medeniyetinin şehir sergisidir. Şehir bütün ruhu ve tezyinatıyla kendisini arzetmektedir. Bu sergide her şehrin ayrı bir ‘hüsn’ü, güzelliği vardır. Bu güzellik dağılmış ama bütünlüğünü korumuş, muhafaza etmiş bir güzelliktir. Ona bu bütünlüğü, bu birbirine tutunmuşluğu veren “tarih ve medeniyet idraki”dir. Bu idrakin farklı özelliklerdeki coğrafyalarda tecellisi böylesine bir şehir ruhu bütünlüğünü yansıtır.

Her şehrin “ruhu” var. Ancak bu ruhu görmek, anlamak ve hissedebilmek için (II. Bayezid’in ifadesiyle) “haylice idrak gerek”. Hele de medeniyet şehirlerinin ruhunu hissedebilmek için Evliyâ Çelebi’deki gözlem ve hassasiyeti taşımak gerek. Böyle bir hassasiyetiniz yoksa, ne bulunduğunuz şehirden haberiniz olur, ne de görmeyi arzu ettiğiniz şehre baktığınızda o şehrin “ruhu”nu hissedebilirsiniz. Bu ruhu hissedebilmek için öncelikle ‘medeniyet tasavvuru’na sahip olmak gerekir. Bu tasavvur; insanın iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin hükümlerini oluşturur, yansıtır. Böyle bir tasavvurunuz varsa şehrinizin ruhuyla irtibat kurabilirsiniz.

Önemli bir nokta da şu: İçine girdiğiniz şehir sizi neye davet ediyor? Size nerelerini gösteriyor? Sizin nerenize yöneliyor?

Çağdaş seyyahlar (turistler değil; çünkü turist şehrin ruhuna değil, gövdesine ve midesine yönelmiştir.) bugünkü şehirlerimizi gezdiklerinde…

Şu acı gerçeği hatırlamakta fayda var: Osmanlı sonrası misak-ı milli hudutları içerisinde kalan medeniyet şehirlerinin tamamı müthiş bir tahribata uğra/tıl/mıştır. Tahribat, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı yıllarındaki yabancı işgalinden kaynaklanmıyor. Tam aksine, tarihinden nefret eden, ait olduğu tarih ve medeniyet dünyasından kaçan, ona savaş açan, kendini asla ait olmadığı ve olamayacağı bir dünyaya atan, ancak orada da bir yabancı sığınmacı psikozunu şuuraltından atamayan, kafası “yabancı dünyalarda” ayakları bu topraklarda, tüm nefretiyle adeta “intikamcı” sadizmini tatmin eden bir zihniyet yapmıştır bunu…

Sonra gelenler de ne “neyin yıkıldığı, yokedildiği”nin, ne de yerine “neyin konulması gerektiği”nin farkında olmayanlar..

Yani bir tarafta şehrin hainleri ile, diğer tarafta şehrin gafilleri… Her ikisi de aynı çizgide…

Burada “şehrin hafızası”na dönmek gerekiyor. En önemlisi de bu “hafıza”nın farkına varmak… Şehrin her şeyi yok edilse de, yok edilenlerin parçalarından yola çıkarak önce “bütünü tahayyül ve tasavvur” etmek, sonra da bunu yeni dünya ve şehir şartlarında bir “medeniyet projesi” olarak düşünebilmek…

Evliya Çelebi’nin ait olduğu medeniyet örgüsü, şehir nakışları tezatsız bir bütünden yansımalardır. Şehirler birbirinin akrabasıdır. Kardeşten de öte akraba ! Hangisine giderseniz yabancılık çekmezsiniz. Sizi sıcak yüzüyle karşılar. Bugün bile dünün Osmanlı Coğrafyasına yolculuk yaptığınızda, kalan mekânlar size bu sıcaklığıyla fakat ‘hazin’ olarak bakarlar.

Bugünün modern şehirlerinde niçin bu ruh yok? Şehirlerimiz neden ruhsuz? Şehirlerin gürültüsü, mekanik ve metalik sesler modern şehirlerin ruhunun yansıması mıdır? Herhalde öyle!

Gelecek nesillere “şehir ruhu” diye hangi “gürültülü dünya”yı bırakacağımız bizi ürpertiyor mu?

(Günebakış, 31 Mart 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder