13 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEHİRDE ANESTEZİNİN FARKINA VARAMAMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zaman şehirlerinin/şehrimizin insanı mekanik kalıplar ve ilişkilere zorlayan bir hapishaneye dönüştüğü ve bu ‘hapishanede yaşamaya mahkûm ettiğinin farkında mıyız? Bunu hissedebiliyor muyuz? Şehir insanı, giderek yaşadığı hali kanıksadığı, ‘yaşanması gereken hayat’ olarak sürdürdüğü için yaşadığı şehrin ‘hapishane’ye dönüştüğünün farkında olamıyor. Modern zaman şehirleri de insanı bu “kabul”e zorlayarak hakimiyetini tescil ettiriyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle insan “hayat dediği zan”la yaşamaya devam ediyor, yaşadığını “zannediyor”…

Şehri yaşanamaz hale getiren de, yaşanmaya değer kılan da ona verdiğimiz değer ve onu idrak ve inşa biçimimizdir.

Zihinlerin daraltılmış,
İradenin mahkûm edilmiş,
Değerlerin maddileşmiş,
İlişkilerin mekanikleşmiş,
Hareketlerin kısıtlanmış,
Hayatın bütünüyle atomize olduğu ‘modern zaman şehirleri’nde insanın yaşayabilmesinin tek bir izahı var. O da: sürekli anestezi halinde bulunması. Bu hali ‘yaşama’ zannetmesi… Atomize olmak, anestezi öncesi bir yalnızlık halidir. Şehirde yaşamanıza rağmen şehre ait olamamanın müthiş yalnızlığı… Yalnızlık çaresizliğe, çaresizlik de giderek anesteziye dönüşüyor…

Don Martinale’nin ‘Şehir Kuramı’nda dediği gibi “kişi kendisini adeta nekropolde, tüm yaşam belirtilerinin ortadan kaybolduğu ölüler şehrinde hisseder.” Hissetmiyorsak anesteziden henüz kurtulmuş değilizdir.

İnsan anestezi halinde, hissizleşir, duygusuzlaşır, tepkisizdir. Nefes alıp verir ama bu sadece ‘canlı’lık alemetidir, ‘yaşama’ belirtisi değildir.

Şehirde de öyle... Tıpkı bir bataklığa saplanan insanın hareket ettikçe daha da batması gibi, insan da şehirde ‘hayat’ olarak adlandırdığı/zannettiği “mekanik hız”ını artırdıkça şehrin kaosuna daha da gömülüyor.

Şehrin anestezisinin farkına varan insan ise “…olağandışı miktarda uyarıma maruz kalır ve bunun sonucunda onu kökünden koparacak dış çevredeki unsurlara karşı kendisini koruyacak bir zihinsel yapı geliştirir…”

Gene Martinale, şehir insanının trajik halini daha da trajikleştiriyor: “şehrin kendisi şu ‘kozmopol’ dedikleri taş azmanı, her büyük kültürün yaşam seyrinin son noktasıdır. Mutlak şehir, taş yığınıdır…. Dünya şehrinin son insanı artık yaşamayı istemez. Bu, ilkel takas merkezinden kültür merkezine dönüşen şehrin bir uygarlık şeklinde serpildiği ve nihai bir yıkımla gücünü yitirdiği görkemli evrim sürecinin sonucudur…”

İnsanın şehirdeki bu trajik mahkûmiyeti, sadece modern zaman şehirlerinde görülen bir durum. Eski şehirlerin insanı şehirlerine “ait”di, şehirleri onları boğmuyordu, koruyordu. Modern şehrin insanı, şehrin kaosunda kendisini şehrine ‘ait’ hissedemiyor, aidiyet damarları tıkalı... Bu damarların açılabilmesi neredeyse imkânsız…

Niçin? Çünkü şehre ait olabilmek, dahil olabilmek, şehri hissetmekle, şehre ‘müdahil’ olabilmekle mümkün.. Müdahil olabilmek iradî çabayı gerektiriyor. Yaşanan anestezi hali tüm duyu fonksiyonlarını iptal ettiği için insan şehrine ait/müdahil olamıyor.

Aslında tarihî kültürümüzdeki şehrin ve insanın “fâni”liğini, geçiciliğini anlayabildiğimiz nisbette şehir ‘yaşanılır’, insan ‘yaşayabilir’ varlık olarak birbiriyle buluşur. Hacı Bayram Veli’nin deyimiyle “Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında”.

Şehirde atomize olmakla anestezi halini yaşayıp yaşamadığımız konusunda kendimizi test etmenin vaktidir.

Üstad Necip Fazıl’ın İstanbul’a dair 1942 yılında yazdığı “Boğaziçi” başlıklı yazısındaki duasıyla bitirelim:

“Allahım !

Beni evimden dışarıya çıkarma da, az ıstırap çekeyim!”

Yaşadığımız şehrin kaosunda boğulmamak için evimizden dışarı çıkamaz hale mi geleceğiz?

(Günebakış, 15 Eylül 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder