21 Eylül 2010 Salı

ŞEHİRLER DE GÖÇER…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığı Laurent Vidal’in “Mazagao - Şehirler de Göçer” kitabının alt başlığıdır. Vidal bu kitabında, 16. yy.’da Fas’ta kurulan ve iki yüzyıl içinde önemli roller üstlenen, daha sonra giderek unutulan ve Portekiz’liler ve Kuzey Afrikalı’larca kuşatılıp tüm insan ve mekân varlığı dağıtılan Mazagao şehrinin “Nova Mazagao” (Yeni Mazagao) adıyla Amazon bölgesine nakle-dilmesi ve yeniden kurulmasını uzun uzun anlatır.

Mazagao’nun taşınma hikâyesinin ilginçliği kadar, Vidal’in eserine esrarlı ve bir o kadar da trajik bir isim koyması da ilginçtir: “Şehirler de Göçer”. İnsanın bir şehirden diğer bir şehre göçmesi doğal ancak, bir şehrin göçmesini hayal etme düşüncesi bile insanı ürpertiyor.

Bir şehir taşınması, göçmesi oldukça ilginç değil mi? Bir şehir nasıl taşınabilir? Taşınan şehir kendisi kalabilir mi? Kaldığını iddia etse de ‘yer’inden koparılmıştır, artık o “başka bir şe-hir”dir. “Taşınan şehir” önce dilini kaybeder. Dilin kaybolması onu yeryüzüne yabancılaştırır. Konuştuğu anlaşılmaz olur. Biz, kendi coğrafyamızda fiziken göçen, göç ettirilen şehir görme-dik ama tarihî şehirlerin ruhunun “göç ettiğini” veya zorla “göç ettirildiğini” biliyoruz. Özellik-le cumhuriyetin ilk dönemlerinde taammüden, devam eden dönemlerde ve halen de müthiş bir gaflet ve duyarsızlıkla kadîm şehirlerimizden “ruh göçü”ne şahit oluyoruz. Yüzyılların ka-dîm şehirleri, bugünkü hallerine bakıp da “bu ben miyim?” diye hayret edecekleri bir ruh göçünü, ruhsuzluğu yaşıyorlar…

Vidal, Mazagao’nun göçüp, Amazon coğrafyasında yeniden doğmuş olsa bile yaşadığı trajedi-ye “yeniden doğuşun arifesinde Mazagao, bağdaştırılmaları zor bir gelecek, bir geçmiş ve bir bugün arasında bölünmüş durumdadır“ diyerek işaret ediyor.

Vidal, temel sorular sorar: “Hal böyle olunca da yeri değiştirilen şehrin özelliği üzerine düşü-nülmesine imkan sağlamaktadır. Toprağından kopartılan bir şehir bu kopuş sırasında acaba nasıl bir şeye indirgenmektedir? Yerleşik bir toplum, yerleşim biçiminden kopartıldığında acaba neye benzer? Bir şehir böyle bir yer değişikliğine acaba nasıl hazırlanır? Yeri nasıl de-ğiştirilir? Yeri değiştirilen şey nedir; insanları mı, taşları mı, biçimi midir, yoksa yer değiştirme bir kuruntudan mı ibarettir? Üstelik yer değiştirme sadece nakilden ibaret de değildir…”

Bir şehrin insan ve eşya olarak (muhal farz) ‘nakledilebilir’ olması halinde bile şu dehşet soru-ların verilemeyecek cevabıyla karşılaştırıyor bizi Vidal:

“Şehrin yola çıkabilmesi için, nakledilebilecek şekilde toplanması gerekir. Şehri bir başka yere nakledeceğini söyleyen insanın gözünde o şehir acaba neye indirgenmiştir?... Etrafına dört duvarla çevirmekle bir şehre şehir kimliği kazandırılamayacağını biliyoruz. Taşınmış bir şehir-den yeniden doğmuş bir şehre nasıl geçilir? Alain Musset, ‘şehir ruhu’ denen şeyin dikkate alınması gerektiğini söylüyor. Çok doğru; ama bu şehir ruhu denen şey, nerededir, kime emanet edilmiştir? Ve bu ruh bu taşınma sırasında acaba hiç değişmemiş midir? Örneğin, Portekiz devletinin kafasından geçen şehirle, Mazagao’luların arzuladıkları şehir acaba aynı mıdır? “

Özellikle Karadeniz’lilerin bir dönem (sel felaketi nedeniyle) yaşadıkları bazı “göç” olaylarını düşündüğümüzde, göçtüğünüz yer ne kadar ‘mükemmel’ olursa olsun, yeriniz-den/toprağınızdan koparılma duygusu sürekli depreşen bir duygu olarak sizi bırakmıyor, sü-rekli sizinle beraber. Çıktığınız yer sizi kendisine doğru çekiyor. O duygudan kaçmak isteseniz bile sizi kovalıyor.

Bir şehrin fizikî olarak başka bir yere taşınması tahammül edilebilir bir hal olsa da şehrin ta-şındığı yerde artık eski “ruhu”ndan eser kalmayacağı da aşikâr.

“Şehirler de Göçer”in zihnimizde bıraktığı tesir de trajik. Modern zamanlarda bir şehrin men-kul bir eşya gibi bütünüyle nakledilmesi pek mümkün görülmüyor. Ancak, “Şehirler de Göçer” cümlesini, bir şehrin kimliğinin, muhtevasının, tarihselliğinin, ait olduğu medeniyet dünya-sından kopması, bütünüyle ruhunun inkılâba uğraması olarak aldığımızda ortaya, şehrin fiziken göçmesinden daha dramatik bir durum çıkar.

Şehrimiz de içinde olmak üzere, bugün coğrafyamızda halâ ayakta kalmış, mekânlarıyla son çırpınışlarını yaşayan şehirlerimizle baktığımızda bu hali yâni, tedricî olarak “şehrin trajik gö-çüşü”nü görebiliyoruz.

Aslında, içinde yaşadığımız şehir tarihselliğinden koparıldığı gibi, ruh coğrafyasına da yabancı-laştırıldı. Bu bir anlamda şehrin “göçü”dür, göçüşüdür. Coğrafyanın beslendiği kaynakların kurutulması, yeni ve zorlama kaynakların da kadîm şehri besleyememesi, bir ruh metaboliz-ması problemi ortaya çıkarıyor ve kendisini taşıyamayan, kendisini tanıyamayan bir şehir meydana çıkarıyor. “Eski”nin taşlarına tutunmak değil, “eski”yi yenileştirmek, yeni zamanlar-da yaşayabilecek bir süreklilikte “gelenek” oluşturabilecek bir şehirden bahsediyoruz… Eski-nin küllerinde hayat aramanın abesliğini değil, eskiyle bağlarını koparmamış, geleneğin her an yenilenen yüzünde modern zamanların şehrini görmek…

Bir de şehir yerinde dururken, “şehrin ruhu”nun göçmesi ayrı bir trajedidir. Temelleri kadîm medeniyetimizde bulunan modern zaman şehirlerinin bugün içerisinde bulundukları hal bu-dur. Trabzon da bu halden payını önemli derecede almış şehirlerimizden biri olarak “ruh gö-çü”nü yaşamaktadır. Ruh şehri terk ettikten sonra bir daha geri dönmüyor. Onun için şehre ruh veren, şehrin enerjisini sürekli kılan kaynakların şehrin ait olduğu iklimle yabancılaşma-ması gerekli. Aksi hal şehirde “ruh göçü” gibi bir hazîn akıbeti getirecektir.

Laurent Vidal’in Mazagao’sundan yola çıkarak “şehirler de göçer” trajedisini yaşamamak için şehrimizin göçmesine razı olmamalıyız. Şehrimizin (kaldı ise veya şimdilerde sadece adı ka-lan) ruhunu kaybetmemesi için, “enerjisini nereye akıttığı” ve “ruhunu nelerle meşgul ettiği” üzerinde kafa yormamız lazım.

“Ruh göçü” ölüm demektir. İnsan için olduğu gibi şehir için de ölümdür… Şehrimize bakarak üzerinde düşünelim…

(Günebakış, 22 Eylül 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder