20 Aralık 2010 Pazartesi

“ŞEHİR RÜYAM SONA ERDİ…”

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehir rüyası, herkesin göremeyeceği bir rüya… Daha doğrusu “şehirde rüya görmek” şehirle dertlenenlerin, şehri dert edenlerin, şehrini dert edinenlerin görebileceği türden… Şehir rüyasını gerçeğe indirmek ise çetinler çetini bir iş… Öncelikle şehir için “rüya görebilecek” bir ruh hali, sonra bu halin şuura dökülüşü…

Şehir tasarımı, şehir tezyinî şehir tanzimi ise rüyanın tabir edilişi…

Eskiler derler ki: Göz neyi görmek isterse eşyaya öyle bakarmış.

İtalyan bir yazar-seyyah olan Edmondo De Amicis’in, 1870’lerde Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u gezdikten sonra şehre dair yazdığı eser; bizim baktığımız, içine girdiğimiz, yaşadığımız ama muhtevasını göremediğimiz, ruhunu kavrayamadığımız ‘kendi şehrimiz’i yabancı aynadan seyrettiğimizde nasıl hayrette kaldığımızı bir kez daha ortaya koyuyor.

Kendisini “biz 19. yüzyıl seyyahları” diye tanımlayan yazar, Osmanlı’nın medeniyet şehri İstanbul’u gezmeye başladığı günlerde, satırlarına aldığı Madam de Stael’in “seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür” sözünün doğruluğunu düşünmeye başladığını söyler.

İşte size 19. yüzyıl batı seyyahının gözüyle “medeniyet şehri” İstanbul’dan kesitler…

Bir şehri ihtiras halinde “görme” tutkusunun insanı nasıl keyiflendirdiği ve bu keyfin nasıl bir eziyete dönüştüğüne bakın:

“Hem şehrin hem de denizin her noktasından, orada yemyeşil tepede günde defalarca görülse de sırlarla ve vaatlerle dolu yeni bir şeymiş gibi dikkati çeker, merak uyandırıp bir muamma gibi hayal gücünü zorlar, sonunda keyfine varmak için değil, eziyetten kurtulmak için insan kararlaştırdığı günden önce gidip görür…”

“Burada, bu yerin canlı bir tasvirini verebilmek için, benim sözlerime şaşkınlık yaratacak, beklenmedik çıkışlarda dolu yumuşak bir müziğin eşlik etmesi lazım.” şeklinde görmeden inanılması güç bir şehri tasvir ederken devamla, “burası büyülü bir şehir gibiydi” diyor.

Seyyahımız kaskatı gördüğü şehirdeki bir mekânı anlatırken, o mekân insanın hayallerini kışkırtıyor:

“… Ara ara, hüzün ve şefkatle karışık, yeniyetmelere mahsus keyifli bir ürperme, zevkli bir kalp çarpıntısı hissediyorum. Bu duvarların arkasında, havada, sanki hâlâ onlardan bir şeyler kalmış gibi geliyordu. Onları aramak, o unutulmaz isimleri haykırmak, onlara teker teker yüzlerce defa seslenmek istiyordum ve sanki uzaklardan bir cevap işiteceğimi, yüksek setlerin üstünden ya da tenha korulukların dibinden beyaz bir şeylerin geçtiğini göreceğimi sanıyordum….”

Bu şehirden ayrılacak olmanın hüznü, seyyahımızı acıya boğuyor:

“Akşamları rüyadaymışım gibi gözümün önünden hızla akıp giden ışıklı semtleri, büyük kalabalıkları, ormanları, donanmaları, tepeleri görüyordum ve yakında yola çıkacak olma fikri, sanki bütün bu görüntüler uzaktaki bir memleketin hatıralarıymış gibi, her şeye biraz hüzün bulaştırıyordu.”

Gezdiği, Osmanlı medeniyet şehri’nin her şeyiyle birlikte camilerine de hayret ve hayranlıkla bakan batılı seyyahın o camileri anlatımı da müthiş:

“Selâtin camilerin pek çoğunu ziyaret ettiğim o güzel günü hatırlıyorum ve düşündükçe etrafımda hâlâ o dehşetli boşluk ve müthiş sessizliğin olduğunu sanıyorum… İnsan kendi ayak seslerinin yankısını duymasa, kapalı bir mekanda olduğunu unutur. Zihni meşgul eden hiçbir şey yoktur: Bu boşluğun, bu aydınlığın içinde doğrudan doğruya ibadet düşünülür. İnsanı ne kederlendiren ne korkutan bir şeyden eser vardır; ne hayaller, ne sırlar, ne de aklı karıştıran insanüstü varlıkların karmaşık makamlarının belli belirsiz parıldadığı tasvirler bulunur; sadece, ışığa gömülmüş çöllerin keskin çıplaklığını yeğleyen, kendi sureti olarak ancak semayı uygun bulan, duru, berrak, göz kamaştıran, müthiş bir tek Tanrı fikri vardır. ….’un bütün selâtin camileri, zihni yükselten bu büyüklüğü sergiler ve tek bir fikri bağlayan bir sadeliktedir; birbirlerinden öyle ufak farklarla ayrılırlar ki, tek tek hatırlanmaya kalkışıldığında güçlük çekilir…”

Modern zaman şehirlerinin mabedlerinde insan bu havayı teneffüs edebiliyor mu? Pek zannetmiyorum.

Seyyahımız Osmanlı’nın medeniyet şehrinden gemiyle ayrılırken hissettikleri de müthiş: “Gecenin karanlığında artık sadece fenerlerin tıngırtısını ve süratle yol alan geminin çıtırtısını işitiyorum… Güzel Doğu rüyam sona erdi.”

Edmondo de Amicis’in yüzkırk yıl önce tarihi şehirlerimizin (İstanbul veya başka bir şehrimizin) bugün yaşayacağı felaketi ferasetiyle nasıl gördüğüne bakalım:

“… Gelecekteki İstanbul’u, tehditkâr ve hazin ihtişamıyla yeryüzünün en güler yüzlü şehrinin kalıntıları üstünde yükseltecek o Doğu’nun Londrası’nı görür gibiyim. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evlerin yerinde yeller esecek; ortasından sayısız, upuzun fabrika bacasının ve çan kulelerinin yükseldiği binaların, imalathanelerin ve işyerlerinin sert uzun hatlarıyla ufuk her taraftan kesilecek; düz ve birörnek uzun sokaklar İstanbul’u ızgara şeklinde birbirine paralel binlerce kocaman yola ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin çatıları üstünde devasa bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek;… göğü devasa bir kara bulut daimi olarak kaplayacak. Bu manzara gözümün önüne gelince kalbim sıkışıyordu…”

Batılı seyyahın 19. yüzyılda artık çözülmeye başlayan medeniyet şehrinde gezip gördüklerini yüzkırk yıl sonra biz ‘yerli göz’le görebiliyor muyuz? Seyyah eğer yaşasaydı ve de tekrar ‘rüya şehri’ne eski duygularla gelseydi, gördükleri karşısında şaşırmayacak, ani bir kalp kriziyle hayata veda edecekti desek, abartmamış oluruz.

Oldukça hacimli kitabın her satırı muhteşem tasvirlerle, tanımlarla, ilginç tesbitlerde dolu. İnsanı şehre/şehrine koşturan satırlar arasında ayaklarınız dolaşıyor, başınız dönüyor adeta kayboluyorsunuz. Bu batılı seyyahın bakıp gördüğü medeniyet şehrinin (birçok ortak benzerlikler taşıyan) yaşadığımız şehri hayal ederek-farzederek, şehrimize batılı seyyahın gördüğü gibi bakabiliyor muyuz? Veya şehrimizde seyyahın gördüklerini görebiliyor muyuz? diye kendimize sorduğumuzda, itiraf edelim ki bizde müthiş bir “görme bozukluğu”nun olduğunu anlıyoruz.

Tarihin, artık yaşaması imkânsız şehirlerinin kasvetli ve ıssız sokaklarında gezinmenin insana vereceği ürpertiyi bilenlerdeniz. Bu şehirlerin akıbetini okurken bile insan tedirgin oluyor… Bir zamanlar ‘medeniyet taşıyıcısı’ olmuş, İnsanı tedirgin etmeyen, artık yorgun düşmüş, sadece maddesinden parçalar kalmış şehirler de var.

Bugün yaşamaya devam eden ancak, ait olduğu medeniyet dünyasından sadece maddî izlerle bile olsa bizleri karşılayan medeniyet şehirlerinin ‘yaşayan hali’nden aldığımız kesitler; modern zaman şehirleriyle oldukça mesafeli de olsa onlara mesajlar veriyor, onları yönlendiriyor, onların önüne sessiz bir yol haritası koyuyor. Ancak görebilmek için bakabilmek, bakabilmek için hissedebilmek lazım. Bu anlamda, “yerliler”in göremediklerini “yabancılar” çok daha iyi görüyor.

Nasıl görmek isterseniz, öyle bakarsınız.

(Günebakış, 22 Aralık 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder