14 Ağustos 2012 Salı

"AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE"-II-

 
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in hayatı ve eserlerinin/külliyatının özeti mahiyetinde olan ”Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” konulu konferansı, yaptıklarının farkında, hayatının “niçin”inin bilincinde bir sanatkârın/insanın bu dünya ve ötesine dair sorumluluklarını kemaliyle idrak etmiş olmasının tatminini taşıyor…

Yaşadığı sürece insanın dünyadaki mükellefiyetleri devam ediyor. Ancak, Üstad Necip Fazıl’ın söylediği gibi; “Kalmadı bu dünyada benim işim ve kavgam; Eserimi verdimse, artık ölsem de ne gam!” Cansever de bu mısraların muhatabı bir mimardır.

Cansever’in, hayatını eserine vakfetmiş bir mimar sorumluluğuyla söyledikleri, yaptıkları, şehir ve mimari davası-derdi olanlara vazgeçilmez bir kılavuz metin niteliğinde… Cansever bütün eserlerinde olduğu gibi sözkonusu konferansında da şehir ve mimarîyi öyle bir ontolojik derinlikte ele alıyor ki, insanın varoluş gayesiyle bütünleştirerek idraklere sunuyor.

Dinlemeye/okumaya devam ediyoruz:

“Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, mesela karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale ediyor. Dolayısıyla bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor. İnsanın müdahalesi büyük bir müdahale olduğu için, dünyayı değiştirebilir bir müdahale olduğu için, insan neredeyse Allah'ın yarattığı dünyayı tadil eden varlık haline geliyor, onu güzel bir şekilde muhafaza ettiği ve güzelleştirdiği zaman, Allah'ın dünyada halifesi oluyor. İnsan bir taraftan son derece yüce bir varlıkken; geleceği, ahiri hesaba katmadığında, bugün yaptığı gibi -varlık sürekli bir değişme içerisinde olduğuna göre- yarın için geçersiz hale geleceği için, dünyayı çirkinleştiren bir varlık haline dönüşüyor. Velhasıl, geleceğin ne olacağı meselesi, insanın asli sorusu oluyor. Ahireti çok uzakta, öldükten sonra gelecek, karşı karşıya kalacağımız bir dönemin adı diye tarif ederek değil; yaşadığımız andan itibaren yaşanacak ve tabii o dinî tanımlamanın en yaygın olan anlaşılma şekli-bize sorumluluk yükleyen bir kavram olarak anlayıp algılamalıyız diye düşünüyorum.”

Müthiş! Öyle ki sadece “cins kafa”lara mahsus bir idrakle “Ben kimim? Neye memurum? Neye mecburum? ” sorularına cevabını hayatı ve eseriyle hazırlamış bir kavrayış…

Üstad Necip Fazıl’ın şiirleştirdiği bir hikmette, bir büyük Velî’ye sorulan soruya  Velî’nin verdiği cevap, Cansever’in şehir ve mimarîde yaptıklarını hatırlatıyor. Velî’ye soruyorlar: “ - İnsan nasıl olmalı?” Cevap veriyor: “-Son anda nasıl olacaksa hep öyle!”

Bu idraktir ki dünya ve ahiretin sorumluluğunu insana ihtar ediyor.

Hayatının her karesinde “ahiretin sorumluluğu”nu hissetmek, bu şuuru kaybetmemek… İşte bu kavrayıştır ki dünyanın hakkını kemaliyle verme yâni, insan olarak sorumluluklarının idrakinde ve bunları yerine getirme çabasına uhrevî bir zevk, heyecan katar. Rahmetli Cansever’in şehir ve mimari idraki de bu muhtevada ontolojik bir derinliğe sahip.

Sanatkârlar içinde “insan ve varlık idraki”nin şuurunda olması gerekenler belki de en başta mimarlar olmalı. Çünkü sürekli “eser” üzerinde işliyorlar, derinleşiyorlar… İslâmi ontoloji’de varlığı kavramanın “eserden müessire” ve “müessirden esere” olarak iki yönü olduğunu bilenler, Cansever’in söylediklerini ve eserlerini anlamanın cümle kapısına yanaşabilirler… Gerisi ancak sürüngenlere mahsus bir anlayış olabilir…

Şehir ve Mimarî’de Osmanlı döneminin Mimar Sinan’ı ne ise  Cumhuriyet döneminin mimarı Turgut Cansever de odur ! Bu noktada rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz: Sinan anlaşılabilirse Cansever anlaşılabilir; Cansever anlaşılabilirse Sinan da anlaşılabilir!

Peki, böyle olmasına rağmen Cansever niçin okunmaz, okunsa da anlaşılmaz? Temel soru bu.

Cansever “bunun üzerinde neden duruyorum?” diye soruyor ve ahiret bilincinin aynı zamanda bir ahlâki sorumluluk bilincinin temelini teşkil ettiğini vurgulayarak devam ediyor: “Ahiretin, aslında insanlarda bir sorumluluk duygusu, bir düşünce, bir idrak oluşturduğunu bilmemiz gerekiyor.  1950'lerde, "İstanbul nüfusunun; ülke nüfusunun artışı şöyle olacak, onun için şu gibi tedbirler alalım, almamız lazım."dediğimizde karşılık olarak,"Boş ver onları, bugün biz rahat yaşayalım, gerisi ne olursa olsun." deniyor; doğrusu insanlığa karşı kendini sorumlu hissedeceği yerde, o günü rahatça geçirmek isteyen, o günü yalnız kendi için düşünen, istismarcı, gayri ahlaki bir tavır ortaya çıkıyor. Ahiret bilinci, bu nedenle, bir ahlaki sorumluluk bilincinin, idrakinin temelini teşkil ediyor.”

 “Ahiret bilinci”nin sadece bugünümüzü ve bugünkü nesilleri değil, geleceğe ve torunlarımıza dair sorumluluklarımızı da ihtar ettiğine dair de şu vurguları yapıyor Cansever:  “İslamiyet'in, diğer semavi dinlerin de, cennet - cehennem tasavvurları da kaçınılmaz bir şekilde gelecekte yapılan iyi işlerin değerlendirilmesi, kötülüklerin cezalandırılması gerçekte hayatta oluşacak bir gerçeğin, son derece doğru sembollerle anlatımı oluyor Bu ahiret, eğer önemli bir mesele ise; misal "Bu akşam çocuklara, eve ekmek, peynir ne götüreceğim?" sorusu, nasıl içinde yaşadığımız an için bir mükellefiyet ise; ahret çok uzun bir vadeye uzandığına göre, en yakın günden başlayıp en uzağa kadar, insanlara, çocuklarımıza torunlarımıza, onların torunlarına neler yapmamız, nasıl bir gelecek hazırlamamız lazım geldiğini düşünme mükellefiyetini bize yüklüyor.”

Bakın şehrinize! Bu idrake sahip şehir yöneticisi, şehir plancısı ve mimar görebiliyor musunuz?

Öncelikle devletin “şehir ve konut aygıtı TOKİ”nin görmesi gerekiyor/du. Ancak “insanlara mahsus” konut üretmek yerine “propaganda aygıtı”na dönüşen TOKİ’nin böyle bir derdi, idraki yok. İnsanları “tabutluklar”a mahkûm eden, tarihî şehir ve mimarî mirasından bîhaber veya bu mirastan nasipsiz TOKİ anlayışının bir de öğünerek “şu kadar şehir kurduk, bu kadar konut yaptık” diyerek böbürlenmesi karşısında insan ne yapacağını şaşırıyor. Tarihî köklerinden nasıl beslenmesi gerektiğine, günümüzün şehir ve mimarî tasarımının nasıl olması gerektiğine, bütün bunları niçin “yapmak zorunda olduğuna dair” feryâd eden, yaşarken de öldükten sonra da (kıymetini bilmesi gerekenlerin) karşımızda bir transatlantik gibi duran fakat görülmeyen/hissedilmeyen Cansever’i anlayacak idrake ulaşana kadar şehirlerimize veda edeceğiz, paydos diyeceğiz.  

İdrak isteyen seviye ve muhtevayı idrak nasipsizliğiyle göremeyen, anlayamayan zihne karşı nasıl tahammül edeceğiz? Tahammülü de aşmış bir azap içinde kıvranacak mıyız?

Cansever’in konferansından aktarmalar yapmaya devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder