3 Şubat 2014 Pazartesi

ŞEHİRDE GURBET VE GURÛB VAKTİ…

 Yahya Düzenli

Modern zamanların ifsad edici etkisi o dereceye ulaştı ki, insanoğlu artık neyin ifsat neyin ihya olduğuna dair ölçüyü bile kaybetti. Muhakkiklerin diliyle söylersek; “varlık iddiası”nda iken yok olduğunun farkında değil.

Bu cümlelerimizi şehre dair söyleyeceklerimize bağlayalım…

İnsan,  yaşadığı şehrin kadîm geçmişini hatırlatan objeleri bırakınız okumayı, her gün önünden geçerken onlara bakma melekesini bile yitirmiş durumda. “Bakmaya cesaret edememe” gibi hüzün ve elem dolu derin bir hassasiyet değildir bu. Sadece ‘kalbi olanlara’ ve bakmayı bilenlere mahsus bu hal/görme tavrı, ne yazık ki artık kaybettiğimiz, belki bir daha kavuşamayacağımız şekilde insanoğlunu ve şehirlerimizi terk etti.

Büyük ârif İsmail Hakkı Bursevî der ki: “İnsan, hareketten önce varlıkla ilgili gurbet ile garipti. Asli vatandan nice merhaleler ve menziller uzak düşmüştü. Bu gurbet makbul değildir”  

Bu büyük sözün tam zıddına tekabül eden bir gurbet halini yaşıyoruz şehirde. İçinde yaşarken de, ondan uzak düşünce de asla varlığını hissetmediğimiz şehre dair bir gurbet halidir bu. Şuurunda olunmayan, şuura dökülmemiş bir gurbet hali…

Gurbet’in “ayrı ve uzak olma, yabancı yerde olma” manasını ‘gün batımı’ anlamına gelen gurûb’la birlikte düşündüğümüzde, bu iki kelimenin bizi nasıl bir hüzün ve eleme sevk ettiğini/sevk etmesi gerektiğini anlayabiliyor muyuz?

Hayır! Niçin? Çünkü insan mihverinden/ekseninden koptu. Boşlukta sallanan, ‘nereye ait olduğu’ meçhul bir meta gibi nesneleşti sanki. Ne gurbetin ne de sılanın farkında! 

Sadece yaşadığımız modern zamanların yabancılaştırıcı, çürütücü ve yıkıcı etkisi değil, tüm zamanlar boyunca insanoğlu böylesine bir masivâî tesir altında yaşadı, yaşıyor.

Gurbet, gurûb, sıla…. demişken bu yazımızı İmam Yafiî’nin kaleminden dökülen “Cüneyd-i Bağdadî’yi Hayran Bırakan Ev” başlığıyla “insan ve şehir”e dair bir güzel menkıbe ile tamamlayalım. Hemen belirtelim ki, bu menkıbe, insan ve şehir idraki iptal olanların anlayacağı türden değil…

Cüneyd-i Bağdadî anlatıyor:

“Bir yolculuğum sırasında Kûfe’ye uğradım. Şehirdeyken ileri gelenlerinden birinin sarayını gördüm. Evi göz kamaştırıcıydı. Kapısında hizmetkârlar dizilmişti. Bir ara sarayın penceresinde biri çıkıp şöyle söylemeye başladı:

‘Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez.
Bir şey yapmaz zaman senin sakinlerine, içindekilere
Sen tüm misafirler için ne güzel bir evsin
Misafiri mekân muhtaç ettiği zaman.”

Epey bir müddet sonra oraya tekrar uğradım. Bu kez o sarayı daha farklı buldum. Kapıları yerlere düşmüş, içeride artık kimse kalmamıştı. O muhteşem sarayın yerinde artık bir harâbe vardı. Gördüklerimi şu şiir çok iyi anlatmaktadır:

“O evin güzellikleri gitti, bu keder ve hüzün ortaya çıktı.
Çünkü zaman hiçbir mekânı sağlam bırakmaz.
O güzel evin sevimliliği bu yalnızlık, yabanilik haline döndü.
Saadeti de gam ve kedere dönüştü.”

Evin kapısını çaldım. İçeriden zayıf ve ince bir ses:

-Buyurun! dedi.

Ben;
-Bu mekânın eski güzelliğine ne oldu? Nerede bu sarayın nur saçan önceki hali, nerede onun içerisinde gezenler. Hani gelip giden ziyaretçiler? diye sordum.

O ses ağlayarak;
-Efendim! Onlar burada emanetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri tükenip, bu dünyadan ahirete göçtüler. Dünya hâli böyledir. Ona gelen bir gün gider. Bu dünya kendisine iyilik edenlere karşılığında hep böyle kötülük eder, dedi.

Ben;
-Daha önce buraya uğradığımda bu evin penceresinde biri; “Ey ev! Sana hüzün, gam ve keder girmez” diye nameler okuyordu. Ona şimdi ne oldu? diye sorduğumda, sesin sahibi ağlayarak;

-O şiiri okuyan bendim. Bu sarayın sakinlerinden benden başka kimse kalmadı! Âh! Dünyaya aldananlara yazık! dedi.

Bunun üzerine;
-Bu virane yerde nasıl kalıyorsun, kalbin nasıl rahat ediyor? diye sordum.
-Burası sevdiklerimin evi değil midir? Bu mekân onların hatırasıdır dedikten sonra, şöyle bir şiir okudu:

“Dediler bana kalmaya devam eder misin, onların mekânlarında,
Zira senin gibi birinin tükenmez tahammülü,
Dedim ki, cevabın, kalbin sabrı bitmiştir yoktur tahammülü,
Ruhum çıkacak sanki ama büyüktür kalbimdeki yerleri,
Hatta boş kalsa bile kavuşma nimetinden onların mekânı
Yine de nasıl terk ederim ben bu viraneyi?”

Bu şiiri de dinledikten sonra oradan ayrıldım. Hâlâ o evde oturanın beyitleri beni çok etkiledi. Sevgisini samimi bir dille anlatması, virane olmasına rağmen sevdiklerinden kalan bir harabeliğe bile bağlılıkta gösterdiği sadakat çok hoşuma gitmişti.”

Cüneyd-i Bağdadî’nin anlattığı bu olay, bizde “şerefül mekân bil mekin” yâni, “mekânın şerefi o mekânda oturanlarla kayıtlıdır” ya da “bir şehri aziz kılan o şehrin sakinleridir”  şeklinde ifadesini bulur. 

Mekân ve zamanla kuşatılmış insanın ve şehrin bu fânilik içindeki gurbeti idrak yakıcı bir haldir… Tabii Cüneyd-i Bağdadî  gibi bir büyüğün nazarında insan ve mekânın manâsı bu…

İnsana, şehre, zamana ve mekâna bakışımızın nasıl bulanıklaşıp gittiğini görebiliyor muyuz? Mekân ve zamanın elinde ne hale geldiğimizi, zaman ve mekânın elimizde ne hale geldiğini anlayabiliyor muyuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder