20 Mayıs 2014 Salı

KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN MAHSÛLÜ SİTELER VE AYRIŞTIRILMIŞ TOPLUM!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tarihçi Braudel “bazı süreçler için özel bir adlandırmaya ihtiyaç olduğu”nu söyler. Bu bağlamda, ileride yazılacak şehir tarihlerinde, belli dönemleri kategorize ve ifade etmek için kullanılacak kavramların başında hiç şüphe yok ki “Kentsel Dönüşüm” gelecektir. 2000'li yıllarla birlikte literatürümüzü işgal eden bu kavramın uygulamada övünülecek bir tarihi yok. Böyle bir tarihi olmadığı için de geleceğe bırakacağı tek şey şahsiyetsiz şehirler olacaktır.

Kentsel dönüşüm milat olarak ele alındığında “Kentsel Dönüşüm’den önce” ve “Kentsel Dönüşüm’den sonra” diye şehirlerimizi değerlendirecek olanlar; Cumhuriyetle birlikte bir türlü rahat bırakılmayan, her dönem bir başka jenosid uygulanan şehirlerimizin en son “kentsel dönüşüm” denilen modern zaman terminatörünün elinde neler çektiğine, ne hale geldiğine şahit olacaklardır.

İnsanoğlunu şehre karşı böylesine yok edici bir ihtirasa sürükleyen nedir? Şehirden intikam mı almak istiyor? Hangi saik ve sebeptir onu şehrine karşı savaş açtıran?

Eski deyimle “taammüden: tasarlayarak” olsun veya “tegâfülen: umursamazlıkla” olsun ülkemizin tarihî şehirleri cumhuriyetle birlikte müthiş bir urbisit: şehir katliamı yaşadı. Şehir insanına tarihî hatırlatan, onu medeniyet birikimine götüren ne varsa yok edilmeye çalışıldı. Tek cümleyle; şehre yönelen yıkım hafızamızı yok etmeye matuftu.

Çünkü şehir tarih, hafıza, hatıra yâni “kendini idrak” demekti. Hatırlayabilen şehir, geleceğini hazırlayabilen şehirdi.

Her nesil, devraldığı şehir birikimine kendi dönemini ilâve ve inşa ederek geleceğe taşır. Böylesine bir süreklilikle “şehir hafızası” canlı kalır. Hafıza, hapsedildiği izbelerden bu şekilde çıkıp insanın varlık idrakini tahkim eder.

“Kentsel Dönüşümden önce” yani modern zamanlarda şehirlerimizi kaybetmeden “şehir” deyince kalbimizi ve zihnimizi bir sıcaklık kaplardı. Bizi ana sıcaklığıyla kucaklayan, sarmalayan, koruyan, ‘yaşanmaya değer’ bir yerdi şehir. Şimdilerde ise kalbi terk ettik, şehri katlettik. Kaybolan kalbin yerinde bulunan bir et parçasıyla kendimizi güvenlik ihtiyacıyla, biyolojik bir aygıt olarak sitelere teslim ettik, onlara sığındık. Antik dönem site devletleri gibi surlarla çevrili  “güvenlikli sitelere” hapsolunduk. Site vatandaşları bile sorgulanmadan içeri giremiyor. Mahalleyi yok eden zihniyet, kentsel dönüşüm ürünü güvenlikli sitelerde yeni bir varoluş tarzı, yeni bir yaşama biçimi getirdi.  

Böylece kendimizden, tarihi birikimimizi yaşatan şehrimizden koptuk, ayrıştık. Bu siteler, adeta sermayenin kentsel dönüşümün laboratuvarları olarak inşa ediliyor. Bu “güvenlikli laboratuvar”da yabancılaştık, başkalaştık, yeni bir biyokimyaya bulaştık. Ruhu ve kalbi olmayan, görüntüsü insan, hakikati sinir-kas-ilik-kemik bir yaratık haline geldik, atomize bir şekilde parçalara ayrıldık. Bu toplu laboratuvarda varlığımızdan haberi olmayan, bizim de varlıklarından haberdar olmadığımız komşularımız, ölüp de ceset kokusu siteye yayıldığında birbirinden haberdar oluyor.

Kentsel dönüşümün doğurduğu bu “güvenlikli siteler”e ilişkin İstanbul Ticaret Odası’nın düzenlediği “Kentsel Dönüşümün Sosyal Boyutu Sempozyumu”nda bir konuşma yapan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, ilginç şeyler söylemiş, sitelere tepki göstermiş. Demek ki kentsel dönüşümün sadece ranta dayalı ‘tek boyut’unun dışında bir ‘sosyal boyut’u da fark edilmiş ki bu isimle bir sempozyum düzenlenmiş.

Sempozyumda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı “İstanbul’da siteler tarzında ayrıştırılmış, ekonomik durumları aynı olan insanlar birbirleriyle ilişki kuruyor, diğerini hissetmiyor. Belli yerde yaşayanlar arka sokaklardaki problemlerin farkında değil. Aradaki uçurum giderek artmakta, makas açılmakta.” diye konuşmuş ve kentsel dönüşüme temas etmiş: “Kentsel dönüşümü İstanbul için bir şans olarak görmeliyiz. Bir ranta çevirmeden üzerinde hassasiyetle durmalıyız. Bazı sıkıntılar yaşanmakta. Maalesef dünyada bir rant iştahı var. Bununla mücadele etmek kolay değil.”

 Şehirlerin anormal büyümelerine vurgu yapan Belediye Başkanı, ‘değer’ ve ‘hassasiyet’lerden de bahsetmiş: “Bugün 15 milyonluk, Avrupa’nın 23 ülkesinden büyük bir İstanbul var. Köprüdeki sıkıntıyı çözmek adına yeni alternatifler bulmak zorundasınız. Bugün köprünün de yetmediği durumu yaşamaktayız. Bize düşen bu kentlerde önemli değerleri geleceğe aktarmak konusunda hassasiyet göstermek. Yeni yaşam alanlarını yaşam ilişkileri doğurur hale getirmek. Sosyal yapıya dikkat etmek. Bizi biz yapan hassasiyetlerimiz var.”

Yerel yönetimlerin şehirleri nasıl tahrip ettiğine de şöyle değinmiş: “Kentler hangi fonksiyonları, işlevleri üstlenecekler, bunların kararını vermediğimiz için bugün maalesef yöneticilerin kendi siyasi perspektifleri doğrultusunda şehirler gelişti. Her yöneticiye göre yeni, farklı adımlar atıldığını görmekteyiz, bu da gelecek adına kaygı verici. Kurumsal planlar yapılmalı.”
Bu sözleri kadîm bir medeniyet şehrinin Belediye Başkanı’ndan işitmek önemli ve manâlı, aynı zamanda da tuhaf. Bunları söyleyenin şikâyet ettiği siteler, kendilerinin hazırlayıp onaylayıp uygulamaya koyduğu kentsel dönüşüm projeleri’nin mahsulleri değil mi?

1994’ten beri İstanbul’u yöneten kendileri değil başkalarıymış gibi, bu yakınmanın haklı bir sebebi olabilir mi? İmar planlarını, şehir planlarını, kentsel dönüşüm projelerini yapan kim? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Büyükşehir Belediyesi değil mi?
Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Sisteme bizzat sistemi devam ettirenlerin getirdiği eleştiriler de sistemin devam etmesine ve onun bir parçası olmasına katkı veriyor. Herkesin “kendini hariç tutarak” konuştuğu bir ülkede sebepler de sonuçlar da kimseyi ilgilendirmiyor.

“Ağzından çıkanı kulağın duyacak!” diye bir atasözümüz var. Gayet rahat bir eda ile yukarıdaki sözleri söylemek ya müthiş bir “acziyet”in veya ne söylediğinin farkında olmayan bir gafletin ifadesi değil midir?
İnsanın aklına Ziya Paşa’nın; “Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizamat. Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde!” mısraları geliyor. Yâni “onlar dünyaya lafla, sözle düzen vermeye çalışırlar, fakat kendi evlerinin içinde bin türlü kirlilik ve düzensizlik vardır.” Gene Şeyhülislâm Bahaî Efendi’nin Bize mülhid diyenin kendüde îman olsa. Dahleden dinimize bari müselman olsa.” mısraları yaşanan tezada ışık tutuyor.

12 yıldır ülkeyi tek başına yöneten “muhafazakâr” etiketli bir iktidarın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bir taraftan ‘siteler’den şikâyet ederken, diğer taraftan yeni alanlarda “kulekondu”ların göğü delercesine yükselmesini seyrediyor.
Bir hikmet adamı diyor ki: “önce farenin şerrini def et, sonra buğday biriktirmeye çalış!”

Mekânın insana hayat verdiği zamanlar geride kaldı. Artık mekânın insanı dönüştürüp ruhsuzlaştırdığı zamanlarda “hayat denilen zan”la yaşıyoruz.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder