10 Haziran 2014 Salı

ŞEHİRLERİMİZ, ANTİK DÖNEMLERİN ÇOK KATLI MEZARLIKLARINA DÖNÜŞTÜ!

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanoğlu, adeta mitolojik yaratıklar gibi kendisiyle ve çevresiyle savaşarak yeryüzündeki ömrünü tüketmek ve yaptığı tahribatlarla kendisine biçilen süreyi hızlandırmak, bir an önce sonlandırmak için isyan ve intihar arasında gidip geliyor.

Bu bağlamda, şehir yazılarımızda, antik dönemlerin nekropollerinin modern zaman metropollerinden tek farkının; birisinde ölülerin, diğerinde ise kendisini diri zanneden ölülerin bulunduğuna dair vurgu yapmıştık. Hz. Mevlâna’nın “zindanda gece, mahkûmlar uykuda. Sarayda gece, sultanlar uykuda!” dediği hal tam da bu trajediyi ifade ediyor.

Geçtiğimiz günlerde, antik dönemlerden kalma eserlere dair bir haber dikkatimi çekti. O haber; Antalya/Kumluca'da yürütülen antik Likya dönemine ait kazı çalışmalarında çok katlı mezarlar bulunduğuna dairdi. Rhodiapolis Antik Kenti’nde ortaya çıkarılan iki ve üç katlı mezarlar, o dönemdeki ölü definlerine ilişkin önemli ipuçları veriyordu.

Konuyla ilgili kazı çalışmalarını yürüten arkeolog bilim adamı yaptığı açıklamada şunları söylüyor: ''Bu mezarlara o dönemde önce ölen bir kişinin defnedildiğini, üzerinin ve ön kısmının bir bölümünün kapatıldığını, mimari detaylardan anlamaktayız. Daha sonra ölen bir başka kişinin tekrar aynı mezara defnedildiğini ve tekrar üzerinin ve önünün kapatıldığını, daha sonra bir kez daha aynı işlemin yapıldığını düşünüyoruz. Önlerinin açık olduğunu tespit ettiğimiz bu mezarların üstünde tuğla ile örülmüş kemerli bir çatı bulunuyor. Bu özelliklerin de Pisidya Bölgesinin Likya Bölgesine olan kültürel etkisinden kaynaklandığını düşünüyoruz.''

Ölülerini bile ruhsuz bedenleriyle yaşatmaya çalışan bir antik felsefe, giderek modern zaman metropollerinde insanları ruhsuzlaştırarak gökdelen mezarlıklarında istif eden bir felsefeye dönüşüyor… Nasıl mı?

Bazı Belediye Başkanları ölen insanlara mezar yeri sıkıntısı çektiklerini ve böyle giderse mezarlıkların antik dönemdeki gibi çok katlı yapılması gerektiğini söylüyorlar ve bu yönde “çok katlı mezarlık” uygulamasına geçileceğini/geçildiğini duyuyoruz. Böylece ölülerini üst üste mezarlara koyan anlayış ülkemizde yeniden canlanıyor sanki.

İşin inanç, dünya görüşü gibi ölçülendiriliş tarafı bir yana, arazisi geniş bir Türkiye’de mezarlık sıkıntısı çekilmesi de tuhaf. Bu gidişle, özellikle büyük şehirlerimizde çok katlı mezar uygulamasının yaygınlaşması yakın olsa gerek. Öyle ya; insanın dirisine değer verilmeyen bir ülkede ölüsünün kıymeti mi olur? Zaten modern zaman gökdelenleri de çok katlı mezarlar gibi değil mi?

Bu meyanda biz de bir teklifte (!) bulunalım: Her ne kadar gökdelenler şehirlerimizi işgal ve istilâ etmeye başlamışsa da muhtemel arsa sıkıntılarına (!) karşı şehirlerimizdeki mezarlıkların tamamını kaldıralım. Tek katlı evlerin (eğer kaldı ise) tamamını yıkıp kentsel dönüşüm imkân ve avantajlarıyla(!) yerlerine en az 20’şer katlı gökdelenler dikelim. Böylece hem önünde büyülenmişçe hayran olunan paganist-putperest antik dönemler 2 bin 300 yıl sonra yeni versiyonlarıyla diriltilmiş, hem de neo-paganist bir yaşam biçimiyle insanları toplu ve çok katlı mezarlarda yaşamaya alıştırmış oluruz (!)

Zaten metropollerin nekropollere dönüştüğü ölüler şehrinin nesneleri haline getirilmedik mi?

Buyurun, betonla insanın muhteşem harmonisi gökdelen nekropollerine!

Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirinde söylediği “Gelecek zamanlarda, Ölüleri balkonlara gömecekler, İnsan rahat etmeyecek, Öldükten sonra da.” mısralarının gerçeğe dönüştüğü/döküldüğü şehrin kıyametini yaşıyoruz.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever Ortaçağ şehirlerinden bahsederken “kararsız şehirler bunlar” diyor. Şehirlerimizin tümörleşen/urlaşan halini görünce siyasî  irade tarafından buyruk verilmiş “kararlı şehirler” diyoruz. Urlaşmaya karar vermiş/verilmiş şehirler yâni…

Gelecek nesillerin “insanca” yaşayacakları bir dünyayı ellerinden alan, şehirlerin geleceğini şimdiden harcayan, yok eden bir zihniyet şehirlerimizi talana devam ediyor.

Bir böcek gibi çok katlı mezarlarda ruhsuz yaratıklara mahsus bir biçimde yaşamaya mahkûm edilmekten mazoşist bir zevk de duyuyoruz. 

Varlık ve insan telâkkisinin olmadığı, şehir idrakinin kalmadığı bir ülkede Cansever’in 1991 yılında yaptığı şu ikazları kim dinleyebilir, kim anlayabilir ki?

“Bugünden 2020 yılına kadar bu 60 milyon nüfusa her türlü ihtiyacı karşılayabilecek güzel evler yapabilirsek 30 sene sonra Türkiye bir cennet olur. Türkiye bunu yapacak güce sahiptir. Ancak bunun bir aslî vazife olduğunun bilinmesi lazımdır. Bunun için bütün meslekî potansiyelin harekete geçirilmesi gerekecektir. Öte yandan, yapı sektörünün bugün uygulamakta olduğu, binaları yıkıp yeniden yapma yöntemi büyük israfa neden olmaktadır. Türkiye, bu israftan kurtulmak için bugünkü mevcut şehirlerdeki büyümeyi durdurmalı, yeni nüfus için yeni şehirler oluşturmalıdır…

Cansever’in 23 yıl önce yaptığı bu ikazların bugün hiçbir olumlu karşılığı yok. Aksine sanki Cansever’e inat olsun diye veya Cansever’den intikam alırcasına şehirlerimizin nasıl gökdelen mezarlığına çevrildiğini görüyoruz. Eğer 23 yıl önce Cansever’in yaptığı ikazlar dikkate alınsaydı şehirlerimiz böylesine tahrip edilmezdi.

Kontrol edilemeyen ihtiraslarıyla -gene Cansever'in ifadesiyle-“gökdelenlerin deliğinde, mağarasında yaşamaya mahkûm edilen insan” çok katlı mezarlıklarda istif edilmeye devam edecek gibi görünüyor.


Çünkü halinden pek de şikâyeti yok! Tabii, hâlinin şuuruna varabilse...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder