30 Haziran 2014 Pazartesi

ŞEHRİN “AURA”SI VE ŞEHRİ GÖREMEMEK..


Yahya Düzenli

Medeniyet şehirlerinde sıradan insanların göremedikleri, mekânlardan sızan mânâyı ve şehrin geleni bir mıknatıs gibi içine çeken aurasını ilim, sanat, kültür, tarih, felsefe adamları öyle bir görür ve kavrarlar ki, bir cümle ile o şehrin ruhunu adeta resmederler.

Medeniyet dünyamızın ufuklarından İbn-i Haldun da bu adamlardan birisidir. Gözlemlerini teyakkuz halindeki bir gözlemcinin dikkat ve heyacanıyla aktarır. İbn-i Haldun, hayatını anlattığı “Et-Tâ’rîf” adlı eserinde, Hac niyetiyle 1392 yılı Şaban ayında yola çıktığı Tunus’tan İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye gelir.  “Hayallerin Ötesindeki Şehir” olarak vasıflandırdığı Kahire’yi şöyle anlatır:

“Zilkade ayı başında Kahire’ye geçtim. Dünya incisini, âlem bahçesini, milletler mahşerini, karınca gibi insanları, İslâm’ın eyvanını ve iktidar koltuğunu gördüm. Çevresinde köşkler ve konaklar görünüyordu. Ufuklarında hankâhlar ve medreseler parıldıyordu. Bilginlerden oluşan dolunaylar ve yıldızlar ışıyordu. Nil denizi kıyısı, cennet ırmağını ve gökyüzü sularının kopuş kaynağını andırıyordu. Suyu, susuzunu ve hastasını suluyordu. Dalgaları, onlara meyvalar ve hayırlar sağlıyordu. Kalabalıkları yutan kent sokaklarında, nimetlerle dolu çarşılarında dolaştım.

Bu beldeden, ileri bayındırlığından ve durumlarının geliştiğinden söz edip dururduk. Hocalarımızdan ve arkadaşlarımızdan, ister hacı, ister tâcir olsun görüştüklerimizin Kahire’siyle ilgili sözleri hep farklıydı.”

İbn-i Haldun’un gördüğü Kahire, dönemin medeniyet merkezlerinden biri olarak cazibe odağı-çekim merkezi olmanın ötesinde (bugünün moda deyimiyle) dünya kenti bir şehir niteliğindeydi. Ancak, varoluşunun kemâl devrinde bu dünya kentinin, kimliksiz, şahsiyetsiz, eklektik bir şehir olmadığını, aksine insan, şehir ve medeniyetin sarmalandığı, taşın insanla konuştuğu, mekânların sizi dâvet ettiği bir şehir olduğunu İbn-i Haldun’un gözlemlerinden anlıyoruz.

Öte yanda, müthiş bir savrulmuşluğun ve kimliksizliğin verdiği bilinçaltı kompleksiyle, hiçbir “yeni şehir” kuramamış, var olan şehirleri önce arabesk hale getirip tahrip etmiş, en sonunda da “kentsel dönüşüm” heyulasıyla ‘kendisi’ olmaktan çıkarmış (siyasî rengi ne olursa olsun) bir zihniyetin mahsulü olan beton ormanları, Kahire örneğindeki gibi “yaşanmaya değer” yüzlerce şehirler kurmuş bir medeniyetin düştüğü sefaleti sergiliyor. Bu modern zaman tabutlukları, duyamasak da sanki bize şunu söylüyor: ”Ölçüyü kaybetmenin, zaman ve mekânı tahrip ederek varoluş sebebini yok etmenin, kendine yabancılaşma ve başkalaşmanın sonucu işte bu fecî haldir!”

İbn-i Haldun’un Kahire anlatımında, şehrin sadece ‘mekânlardan ibaret olmadığı’, topyekûn varlığın anlamlı kılındığı bir atmosfer oluşturduğunu görmek gerekiyor.

Bir de yüzyılımızın İslâm dünyasının kaotik şehirlerine, özellikle de ülkemize bakalım. Göreceğimiz şey; dünyayı imar, ihya ve inşa eden bir zihniyetin nasıl imhacı ve istilâcı hale dönüştüğüdür. Akıl alır gibi değil!

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “kendisinden bir parça koparılınca ortada kendisi kalmaz.” dediği varlığın bütünlüğüne dair bir duyarlılık, ölçülendirme kalmayınca ortaya bu katliâm tablosu çıkıyor!

Bu sadece şehirlerimizde gördüğümüz vahşet! Ancak vahşeti göremeyecek kadar “his iptali” içindeyiz.

İbn-i Haldun’un Kahire’ye ilişkin tespit ve gözlemlerine devam edelim…

İbn-i Haldun Kahire’de Başyargıç El-Makarrî’ye: “Bu Kahire, nasıl bir yerdir?” diye sorar. El-Makarrî ise “Kahire’yi görmeyen İslâm’ın yüceliğini anlayamaz” cevabını verir. Bu soru ve cevap şehirden yükselen medeniyet ruhunu ortaya koyuyor.

İbn-i Haldun Kahire’yi öylesine içselleştirmiştir ki; hocası büyük âlim Ebu’l-Abbas bin İdris’e  aynı soruyu sorar ve şu cevabı alır: “Halkı hesaptan çıkmış gibi”.  İbni Haldun bu cevabı yorumlarken “işaret ettiği milletlerinin çokluğu ve geleceklerine duydukları güvendir” der.

İbn-i Haldun hatıralarında arkadaşı Ebu’l Kasım el-Bercî’ye Mısır Hükümdarı’nın “Kahire’yi sorduğu”nu ve onun da verdiği cevabı aktarır. Arkadaşı Hükümdara der ki: “İnsan bir hayal kurar, ama gördüğü, kurduğu hayaldeki değildir. Çünkü hayal, hissedilenleri aşar. Ama Kahire hariç.  Çünkü hayal edilebilecek her şeyin ötesinde.” İbn-i Haldun Kahire’de kaldığı sürece “gurbeti unuttuğu” nu da söyler.

Gurbeti unutturacak derecede şehrin kendisini sardığı İbn-i Haldun’un Kahire gözlemleri oldukça önemli.  Kahire bu taç şehirlerimizden sadece birisi idi. Aynı yıllarda uzak doğudaki Buhara, Semerkand gibi şehirler de medeniyetimizin zirve şehirleriydi…

Yeryüzünde tarihî şehir ve mimarî birikimini aktif halden âtıl hale getirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum. Tam aksine özellikle batıda ve başta Roma olmak üzere, antik şehir kalıntılarını, ölü mekânları bile şehrin sadece dekoru olarak değil, yaşayan bir değer olarak tarihî derinliğine ve canlılığına şahitlik eden birçok şehir var.

Arka plânındaki şehir ve mimari stoğundan habersiz, karşısına çıkanları da göremeyen, dinamiklerini harekete geçiremeyen bir ülke ve toplumun bu hali nasıl izah edilebilir? Tuhaftır ki; yeni şehir inşa edemeyenlerin şehir imha etmekteki maharetleri de dünya şehir tarihine geçecek bize mahsus başarı(!)lardan birisi olsa gerek.

İbn-i Haldun’un  14. yüzyılda gördüğü Kahire, Osmanlı’nın o yüzyıldaki iki taç şehri Edirne ve Bursa ile mukayese edilebilir, karşılaştırılabilir. Henüz daha İstanbul, Konya, Trabzon gibi şehirler fethedilmemiş, yeniden imar edilmemiştir. Her iki şehrimiz de batılı seyyahların gözlerini kamaştıracak bir güzelliğe, büyüye sahiptir. Yukarıdaki deyimle bu şehirlerde “hayal edilenler hissedilenleri aşar.”

Bir zamanlar “hayalin gerçeğe” değil de, “gerçeğin hayale” dönüştüğü şehirlerimiz vardı. Şimdi ise hayalini kuramadığımız gerçeğini bulamadığımız adına “şehir” denilen mezarlıklar…

Peki, şimdi niçin böylesine, “seyredilmeye ve yaşanmaya değer” şehirler kuramıyoruz? Şehir kurucu irade ve idrakimize ne oldu?

Bu soruya cevap olarak; hâlâ “göçebe” olduğumuzu, yerleşik düzene geçemediğimizi, “çadırımızı sırtımızda taşıdığımızı” mı, yoksa şehir tahrip gücümüzün giderek yükseldiğini mi söyleyelim? Sonsuz hırs güdülerimizin bizi mahvettiği bir çağda bu sorunun cevabını kendimizde aramaktan başka yolumuz yok.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder