15 Mayıs 2011 Pazar

TUTKU, BAĞLILIK VE ŞEHİR İDRAKİNE DAİR...Veya 'ŞEHİRDE DEPOLANAN İNSAN…'

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Batı şehirleri ile doğu şehirleri arasında, iki ayrı dünya görüşünden kaynaklanan temel idrak ve inşa anlayışında en önemli ayrıntı: Birisinde; şehir karşısında insanın kendisini âciz, mağlûp, mahkûm hissetmesi; diğerinde ise varlığını idrak ettiği, onunla kalbî bir ilişki kurduğu şehre varlığını hâkim hissetmesidir.

Şehirlerin kuruluşundaki bu tarihsel gerçeklik, şehirlerin genlerine müdahale edildiği modern zamanlara kadar devam etti. Bugün ise şehrin, insanın kendisini cansız bir nesne gibi depoladığı ‘hangar’a dönüştüğünü söylemek abartılı mı olur? Batıda kimi şehirler kuruluş felsefelerine uygun olarak varlığını sürdürürken, bizim şehirlerimiz tarihselliklerinden, insana ait olandan ve insanın muhtaç olduklarından giderek uzaklaştırılmışlardır.

İnsanın hâkimiyetindeki şehirle, şehrin egemenliğindeki insanın var olduğu bu düzlemin referansı ‘dünya görüşü’ydü. Dünya görüşü olabilmesi için öncelikle “görecek meleke” ve “görülebilecek dünya”nın idraki gereklidir.

Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılanları gördükçe, artık kemikleri bile kalmamış insan cesetlerini saklayan antik zaman “nekropollerinin” çok daha “insanî” olduğunu söyleyebiliyoruz. Düşünün, bu nasıl bir trajedidir.

Çünkü yapılanları gördükçe günümüzün şehirlerine bakarak “burada insanlar yaşıyor” demekte zorlanacağız, “burada insanlar yaşıyordu” diyerek nekropollere neredeyse hasret kalacağız.

Şüphesiz tarihsel kültürümüzde “nekropol”lere yer yok. Yani kibriyle hayata meydan okuyan taştan şehirler bizim “dünya algımız”a yabancı. Bizim kabristanlarımız hayatın bâkiliğini değil, fâniliğini insana hatırlatırdı, hissettirirdi. Şimdi ise şehir tasarım ve dönüşümünde kabristanlar da hayatın dışına ‘atıldığı’ için şehirde “var olmak” için mi “yok olmak” için mi bulunuyoruz sorusuna bile doğru cevap veremiyoruz.

Bugün “hangi dünya görüşü”ne dayandığı meçhul, arabesk, anlamsız bir şehir anlayışının hüküm sürdüğü ülkemizde, insanla diğer varlıkların “nasıl yaşadıkları”nın hiçbir anlamlı bir izahı neredeyse kalmamıştır.

Yazıma şehre ilişkin kategorik bir sınıflama ile başlamamın nedeni: Oldukça zor metinler üzerinde çalışan, onları Türkçeye kazandıran kadîm ve çalışkan dostum Ahmet Aydoğan’ın tercümesini yaptığı Max Weber, Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Don Martindale’den çevrilmiş önemli yazılarının olduğu “Şehir ve Cemiyet” isimli kitabını dikkatlere sunmak içindir.

Batı şehirleriyle ilgili temel metinler arasında sayabileceğimiz kitabın önsözünde “Şehir her zamanki gibi günümüzde de çapulların iştahını kabartmakta, bu bir vakıa ve inkârı kabil değil; fakat yaşadıklarımız günümüzün çapullarının şehre yozlaşmanın daha da şiddetlendirilmesinden başka bir katkısı dokunmayacağını göstermektedir", diyor Aydoğan ve Goncourtların Paris’e seslenen uzun bir parafını aktarıyor.

Bir şehrin “ne olduğu”ndan çok “nasıl görülmek istendiği”ne, şehrin mânâsına, insan-şehir ilişkilerine kadar önemli ipuçlarını bulabileceğimiz bu paragraf, “batı şehri”nde nelerin önemsendiği, şehrin neleri barındırdığı, neleri çağrıştırdığına vurgu yapıyor.

Tarihî kültürümüzde şehir de dahil olmak üzere, inşa edilmiş olan her şeyin kendi “zatı”yla ne olursa olsun, “neye davet ettiği”, neye sebep olduğu ve neyi işaret ettiğine göre anlam kazandığına burada tekrar vurgu yapalım.

Şimdi kaynağını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum: “İnsanlar yaptıklarınızı unutur, hissettirdiklerinizi asla!” Bu cümleyi şehre adapte ettiğimizde; şehirlerin insana hissettirdikleri ile insanın şehirlere hissettirdikleri karşılıklı olarak unutulmaz bir ilişki içerisindedir. Bizim şehir idrakimizin ekseni de bu ilişkidedir.

Bu bilinçli bir aidiyet midir?

Aidiyet; bağlılığın şuurlaştırılması ve davranışa dökülmesi halidir. Alelâde tutkunun ‘bağlı’lık olmadığı, davranış biçimi haline gelmemiş reflekslerin de kontrolsüz mekanik hareketten ibaret olduğunu biliyoruz.

“Ait olma” ait olunandan izler taşımaktır. Ait olunanla ruhî ve kalbî bir ilişki kurabilmektir. Aidiyetin kemâli; varlığınızın ait olduğunuzla yeni bir varoluş biçimine ulaşmasıdır. Neye yönelik olursa olsun aidiyetin muhabbetle olan ilişkisi doğrudandır. Eğer şehrinize olan aidiyetiniz muhabbetten kaynaklanmıyorsa bu hal sadece “tutku”dan ibarettir.

Bu anlamda, yukarıda bahsettiğimiz Ahmet Aydoğan’ın çevirdiği “Şehir ve Cemiyet” isimli kitapta Goncourtlar’ın batı şehirlerinin sembolü olan Paris’e seslenişini okuyalım:

“Ey Paris! Sen ki dünyanın kalbisin, merhametli, kardeş büyük şehirsin. Rikkatli düşüncelerin, bir zamandan kalma merhametli âdetlerin, fakirler menfaatine verilen temsillerin var.
Zengin gibi fakir de senin hemşehrindir. Kiliselerin İsa’dan bahseder; kanunların eşitlikten, gazetelerin ilerlemeden bahseder; bütün hükümetlerin halktan bahseder; ama sana hizmet ederken ölenleri, senin lüksünü meydana getirmek için kendilerini feda edenleri, sanayiinin yarattığı dertlere kurban gidenleri, senin uğrunda çalışmak, sana rahatlığını, zevklerini, debdebeni temin etmek için ömürlerini harcamış olanları, senin canlılığını, gürültünü meydana getirmiş, ömürlerinin zincirini senin hükümet merkezi olarak devamına vakfetmiş olanları, sokakların kalabalığı ve büyüklüğünün ahalisi olmuş olanları sen bak nereye atıyorsun!

Bütün mezarlıklarında, bir duvar dibine gizlenmiş böyle, utanç verici bir köşe var; o insanları alelacele bu yerlere tıkarsın ve toprağı üzerlerine o kadar hasisçe atarsın ki, tabutlarının ayak uçları bile meydanda kalır! Sanılır ki, merhametin onların son nefesleriyle birlikte sona ermektedir, ‘meccani’ olarak gördüğün son iş temin ettiğin hasta yatağıdır; hastaneden sonra, sen ki o kadar muazzam ve muhteşemsin, o insancıklara ayıracak bir yer bulamıyorsun! Yüz sene önce şifahanelerinin çarşafları altında can çekişenleri bir araya atardın, şimdi de ölenleri birbiri üstüne yığıyorsun!..”

Batı şehirlerinin insanı “ezmesi”nden, yok etmesinden bahsederken, acaba içerisinde yaşadığımız şehrin/şehirlerin de Goncourtların seslendiği Paris’ten farkı kalmış mıdır?

Şehri nasıl kurgular ve kurarsanız, şehir de size öyle karşılık verir.

Yukarıdaki satırlar, öncelikle şehrimizin yarınını inşa etmeye değil de “yarınını tüketmeye” memur şehir muktedirlerine ve şehir ahalisine ithaf olunur.

Şehir bize, biz şehre ait olamıyorsak, bizim şehrimizle, şehrimizin de bizimle kalbî bir “akdi” yok demektir.

Ahmet Aydoğan dostumuzla çevirdiği kitap üzerine telefonda konuşurken, şehirlerimizin bugün düşürüldüğü hal ve onları bekleyen hazin akıbetle ilgili söylediği sözle bitireyim. Hassasiyetlerini bildiğim Ahmet kardeşim, kendi şehrine gitmekten korktuğunu, çünkü “içimde öyle bir hicran yarası var ki doğduğum yere gidemiyorum.” diyordu. Kendimizi “bağlı” ve “ait” hissettiğimiz şehrimize gidemeyecek hale gelmişsek şehrimizin bize, bizim şehrimize veda vakti gelmiştir.

Artık insan şehirden kaçıyor demektir, ama onun kollarına doğru; artık şehir insana ihanet içindedir, ama okşamaktadır da onun zaaflarını.

Refah vadeden cehennemden, uğursuz labirentlerden, taşların ürkütücü geometrisinden, seslerin vahşetinden, sessizliğin endişesinden, muktedir ve hoyrat ellerin buyurganlığından, mekânın iffetine dahledenlerin gafletinden ve dahi ruhumuzu senden önce kabzetmeye gelen vandalların tasallutundan koru bizleri Rabbim.

(Günebakış, 18 Mayıs 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder