2 Mayıs 2011 Pazartesi

ŞEHİR, VARLIK VE BİLİNÇ KOMASINDAKİ İNSAN

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yaşadığı yerin farkında olan, yaşadığı yere bağışıklık kazanan, yaşadığı yerle bütünleşen, yaşadığı yeri terk etmeyen, zorla çıkarılsa bile tekrar oraya dönebilen yegâne varlık insan mıdır? Bu soruya herkes “evet” diyebilir. Doğrusu da budur. Çünkü yaşadığı yerin farkında olan, niçin orada yaşadığının hesabını verebilen tek şuurlu varlık insandır.

İnsanın yeryüzündeki varoluşuna anlam katan önemli bir gerçek olmasına rağmen hakikatte yaşadığı yerin “idrakinde” midir insan? Bu soruya “olmalı” demek zorunda kalıyoruz. Çünkü insanın taşıması gereken sorumluluk, yaşadığı yere, yani şehrine karşı böylesine bir ‘farkında’lığı, bağışıklığı, bütünleşmeyi, terk etmemeyi gerektiriyor.

Aidiyet, mensubiyet, mes’uliyet bunu gerektiriyor.

Ancak; insanın çoğu kez gösteremediği bu duyarlılığı gösterebilen varlıklar/canlılar da var.

Bitkileri toprağından koparıp başka bir yere naklettiğinizde uzun süre oraya intibak edemezler, sararıp-solarlar, durgunlaşırlar, direnirler, yaşamaya çalışırlar. Hayvanlar da bunun gibi, yaşadıkları yerden koparıldıklarında yeni yerlerine karşı yabancıdırlar. Çoğu kez de taşındıkları yere uyum sağlayamayıp ölürler. O’nun için varlıklar için esas olan, anlamlı olan, yaşadıkları iklimin dışına çıkarılmamalarıdır.

Peki, insan dışındaki canlıların yaşadıkları yeri terk etmemeleri, yaşadıkları yere adeta varlıklarını adamaları oraya aidiyetlerini mi gösteriyor?

Bitkilerin ve hayvanların var olabilmeleri için gerekli yere olan vazgeçilemez bağımlılıkları, bağlılığın ötesinde bir varoluş sebebidir. Bağımlı olmak, gayr-i iradî bir tutunuş, bağlılık ise iradî bir tercihtir.

İnsanın diğer canlılarla arasındaki temel fark bu tercihi yapabilen varlık olmasıdır. Ait olduğu yeri, olması gereken yeri tayin edebilmesi ve onunla bütünleşebilmesidir.

Aidiyet iradî bir tercih midir, yoksa bir refleks mi? Aidiyet; insan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, nerede olursa olsun uzaklaştığı yere, yani kendisini nisbet ettiği yere ait hissetmesidir. Aidiyet maddi ilişkinin ötesinde bir ruhî hissediştir. Aidiyeti patolojik-travmatik bir ruh hastalığına dönüştürmeden bağlılıkla, mensubiyetle ilişkilendirebilmek insana mahsus bir duygudur.

Bir varoluş şartı olarak aidiyet duygusunu kaybeden insan, kendine de yabancılaşmıştır. Ruh aidiyetinin bittiği yerde ait olunan şey artık taşınamaz bir yük haline gelir.

İnsanın şehir karşısındaki durumu da budur.

Bazen insanın iradesiyle, düşüncesiyle gösteremediği reflekslerin, hayvan ve nebatlarca ortaya konulduğunu görünce insan hayrette kalıyor, donakalıyor. İnsandan gayri bütün varlıklarda irade, tercih ve düşünce melekesinin olmadığı malûm. Peki, böyle olmasına rağmen niçin insan, ‘yerinden koparılması’na karşı doğal olarak vermesi gereken tepkiyi veremiyor da hayvan ve bitkiler tepki verebiliyor?

Verdikleri tepkilerden varlıkların muhtevalarını yakalayabiliriz.

Bilim adamlarınca reflekslere dayalı, insiyakî dediğimiz tepkilerin kaynağı ‘şuuraltı’ olarak ifade ediliyor. Aslında her varlık ‘ne için yaratılmışsa’ o çizgide hayatını devam ettiriyor. Kimi biyolojik, kimi zoolojik, kimi metabolik… İnsan ise irade sahibi olarak ‘varlıkların seçkini’ kimliğiyle davranışlarının hesabını verebilir varlık olarak yaratılmıştır. Her şeyin kendisine sunulduğu, eşya ile ilişkilerini ölçülendirebilen bir varlık olarak insan, ‘yaşadığı yer’in çoğu kez farkında bile olamıyor.

Tekrar edelim: İnsan dışındaki canlılar da, şartlar ne olursa olsun doğup yaşadıkları şehri asla terk etmezler. O şehirle bilinçdışı bir bağları vardır. Buna ister içgüdü deyin, ister başka bir şey. Sadece insan; davranışlarının ‘niyet’ denilen şuurlu bir temele, iradî bir merkeze dayandırır. Onun için insan yeryüzünde sorumlu tek varlıktır. Hayatının manası ve hesabını vermek zorunda olan tek varlık… İlginçtir ki bazen insanın göstermediği davranışı, tepki şeklinde diğer canlılar gösterebilir. Şehre bağlılık, şehre ait olmanın ‘içgüdü’ denilen şuur dışı tabii sevkle gerçekleştiği bu reflektif tavırlar, modern zamanların insanının ibretle, dehşetle ders alması gereken tavırlardır. Bazı canlıların, bulundukları ‘yer’i, şehri terk etmeme adına verdikleri refleksler bu tür davranışlardır.

İnsanın ve diğer canlıların yaşadıkları yerle ontolojik bir ilişkiyi sağlamasında ‘yaşadıkları yer’in yani şehrin de önemli bir payı vardır. Çünkü yaşanılan yer/şehir, insanın orayı terk etmemesini sağlayan bir kozmik yapıya sahiptir. Bu kozmik yapı insanla anlam ve değer kazanır.
Bizim özellikle vurgu yapmak istediğimiz: Niçin insan, diğer canlıların verdiği tepkileri verme iradesi gösteremiyor?

Modern zamanlar; toprağından koparılan insanla, toprağından koparılan bitki ve hayvan arasındaki ontolojik cevabın/tepkinin insanın aleyhine geliştiğini gösteriyor.

İnsanın hayvandan aşağı düşebileceği, tepkiler verebileceğini yaşadığı çevreden, şehir gerçekliğinden de böylece görebiliyoruz.

Sorumlu olmayan canlılarla sorumlu olan varlıklar arasındaki fark ‘iradî tercih’tir.
Şehrinden koparılan insanın fizikî yaşama şartları değişse de, ruh dünyasındaki aidiyet şartlarını yaşatması onu diğer canlılardan ayıran en önemli ‘fark’tır. Ancak, bu farkı gösterebilmesi vereceği ‘tepkiler’e bağlıdır.

Modern zamanların kaosu kendisini bütünüyle şehirde gösteriyor. Bu kaosta, şehri terk etmemek, öncelikle şehrin farkına varmayı gerekli kılar.

Bitki ve hayvanlar kadar olsun, insanın modern zaman şehirlerinde vereceği tepkiler yok mu?

Yoksa bu derin bilinç komasından çıkamayacak mıyız? Rehberini kaybetmiş, iklimini terk etmiş, şaşkın, pejmürde ruhlar olarak mı yaşayacağız bundan böyle?

Soru da sende, cevap da... ey modern şehirlerin mazlumları/mahkûmları!

(Günebakış, 4 Mayıs 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder