21 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON -II-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Son dönem Osmanlı tarihçisi Ahmet Refik’in 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında Alman ve Avusturya’lı gazetecilerle birlikte çıktığı Doğu illeri seyahatini anlattığı “Kafkas Yollarında” isimli eserinde önemli bir yer ayırdığı Trabzon’a dair gözlemlerine/notlarına devam ediyoruz.

Ahmet Refik’in gayet etkileyici üslubuyla anlattığı 95 yıl önceki Trabzon’un bugün büründüğü şehir siluetine bakınca şöyle düşünmekten kendimizi alamıyoruz: Sanki Ruslar’ın yıkım ve katliamda yarım bıraktıklarını, yerli siyasî iktidarlar ve şehir yöneticileri “şehir planlaması” ve “kentsel dönüşüm” adı altında devam ettirmişlerdir. Ve bugüne intikal eden Trabzon şehir bakiyesi ile Ahmet Refik’in anlattığı Trabzon arasında adından başka hiçbir benzerlik kalmamıştır. Yüz yıl önceki Trabzon’la bugünkü Trabzon’u yüzleştirseler birbirini tanıyamaz iki şehir ortaya çıkacaktır. Her ikisi de birbirine bakıp “bu ben değilim!” diyecektir.

Ahmet Refik’in yıkıntılar içinde dolaştığı ve acı içinde anlattığı 1918 Trabzon’u, millet hafızasında “Seferberlik” adı verilen ve birçok ailenin oldukça hüzünlü “Seferberlik Hikayeleri” bulunan Birinci dünya savaşı sonrası Trabzon’udur. Şehrin bugünkü haline bakınca görüyoruz ki; Rus işgalciler tarafından tahrip edilip yıkılmasaydı da yüz yıl önceki şahsiyeti ve güzelliğinden bugün pek bir şey kalmayacaktı.

Ahmet Refik’ten okumaya devam ediyoruz:

“…İskele yanındaki mezarlık dümdüz. İçine büyük bir tiyatro yapılmış. Belediye bahçesi –büyük bir araba merkezi. Çarşı ıssız ve karanlık. Mağazalar bomboş. Bazılarının kilitleri kırılmış, kasaları süngülerle parçalanmış. Her köşede elem ve haydutluk eseri var. Deniz kenarındaki kalede üç dört Osmanlı topu kalın tunç namlularıyla uzanmış duruyor. Ruslar burada üç dört sahil topu bırakmışlar. Onların da kamalarını almışlar.

Bu tahribat, mezarlıklar ortasındaki mühim türbelere kadar yayılmış.

Bu türbelerden biri de Gülbahar Sultan Türbesi. Gülbahar Sultan, Yavuz Sultan Selim’in validesidir. Şehzade Selim, babası vüzera elinde baziçe olduğu sıralarda, burada valilik ediyordu.  

Komninosların çiçekli beldesi, latif seması, yeşil tepeleri, Soğuksu mesiresi, mavi deniziyle Yavuz’un şâir ruhunu kendine bağlamıştı. Oğlu Sultan Süleyman da Osmanlı tahtına oturduktan sonra, validesini Trabzon’a göndermiş, Trabzon’un nüfusunu tahrir etmiş, Batum sancağını Trabzon’a ilhak eylemişti.

Yavuz’un zevcesi bu güzel beldeyi pek sevdiği için oğlunun padişahlık zamanında bile Trabzon’da ömür sürmeyi tercih eylemişti. Validesi Gülbahar Sultan, I. Selim’in tahta çıkmasından yedi sene evvel Trabzon’da vefat etmiş, İmaret Camiinin koyu servileri altına gömülmüştü. Üzerine yapılan türbe sekiz köşeli zarif bir bina. Kapısının üzerine yazılan Farsça kitabenin son beyti şudur:

“Rahmet-i dâim boved nâzil ço şod ez feyz-i Hak
Geşt târih-i vefateş rahmet-i dâim berû”

(Madem ki Hakk’ın feyzinden daima rahmet inmektedir; işte onun vefat tarihi de “Onun üzerine Hakk’ın rahmeti daim olsun.”)

Türbenin duvarları zarif resimlerle işlenmiş. Üst kısmına bir baştan öbür başa kadar, “Allahu Lâ ilâhe illâ hû...” yazılmış. Türbe tamir olundukça badanalanmış. Nakış çiçeklerin üzeri bu suretle kapatılmış. Son tahribattan bu türbe de müteessir olmuş. Türbenin pencereleri, mihrap mahalli tamamen parçalanmış. Duvarları kurşunlarla delinmiş, pencerelerinin tel kafesleri kaldırılmış. Avizelerin ve kandillerin çıplak zincirleri hazin bir hâlde sarkıyor. Hatta mezarda bir define saklı zannetmişler, Yavuz’un muhterem validesinin mezarını bile alt üst etmekten geri durmamışlar.

Her yer harap. Bu harabeler ortasında yetişen çimenler arasında, bazen duvar diplerinde, üstü başı temiz kadınlar, çocuklarıyla beraber yiyecek arıyorlar. Ellerinde bıçaklar ot topluyorlar, gıdalarını süprüntüler içinde bulmaya çalışıyorlar…. 

Ahmet Refik, Rus ordusundaki Ermenilerin Trabzon’da yaptıkları zulümlere de değindiği notlarına şöyle devam ediyor:

 “…İşte o zaman Ermeniler serbest kalmışlar. Komünistliğe meyleden Rus askerleriyle birlikte yağmacılığa ve bilhassa Türklere zulmetmeğe, ortalığı tahrip eylemeye koyulmuşlar. Osmanlı ordusu yetişinceye kadar her tarafı yakmışlar, yıkmışlar. Ordunun yaklaştığını hisseder etmez, ellerine geçen İslâmları fecî bir surette öldürmüşler. En güzel beldeleri viraneye  çevirmişler. Trabzon, bu tahribatın Karadeniz sahilinde fecî bir örneği. Sokaklarda görülen Rusça yazılar, kahredici bir istilânın acıklı kitabeleri gibi duruyor.

Trabzon’da sönük bir hayat var. Belediye bahçesinin çıplaklığı karşısında, yalnız bir

kahvehane var. Burası halkın ve subayların merkezi. Bir tarafta halk kendi kendilerine dertleşiyor, diğer tarafta esaretten kurtulmuş bir Macar ve Avusturya askeri, Kafkasya’da olup bitenler hakkında bilgi veriyor…..

Trabzon, muhtelif lisanlara merkez olmuş. Orada Türkçe, Rusça, Almanca, Macarca kullanılıyor…

Trabzon’da sefaletten ve harabeden başka bir şey görülmüyor. Caddelerde, hatta kapı önlerinde at ölüleri var. Ufak çocuklar, başlarında, sokaklarda bulunmuş Rus papakları, ayaklarında, Rusların yarı bellerine kadar çıkan abâ çizmeleri, çayırlarda oynuyorlar. Sefaletten habersiz, harabeler ortasında uçurtma uçuruyorlar...

Tarihçi Ahmet Refik’in kaleminden 1918’de bir hafta kaldığı Trabzon’a ait bazı trajik kesitler bunlar. 1918’in Trabzon’undan bu güne 95 yılda şehirde ne inşa edildi, ne imha edildi? İnşada değil, imhada süreklilik yaşanıyor dersek, hiç de abartmamış oluruz.

Yüz yıl önceki Trabzon’a bakarak ibret alması gereken şehir yöneticilerinin yazık ki ne şehrin tarihinden, ne yakın dönem yaşadıklarından, ne tarihî varlıklarından, ne de katledilenlerden ve kaybedilenlerden haberleri var.

Üstad Necip Fazıl’ın ifadeleriyle “işgalcilerin bile yapamayacağı bir cinayetle” şehirlerimizin “kentsel dönüşüm” adı verilen “kutsal uygulama”lar adına tedrîcen katledilip edilmediğini görebiliyor, düşünebiliyor muyuz?

Yazımızı, Ahmet Refik’in yukarıya aldığımız gözlemlerinden bir paragrafı tekrarlayarak ve günümüzün şehir yöneticilerine şiddetle hatırlatarak ve de bu paragrafın sanki bugünün Trabzon’u için yazıldığını not düşerek bitirelim:

“Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir viranelik. Başında zarif çiçekleriyle görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş...”

Ahmet Refik 95 yıl önce kime sesleniyor ve hangi Trabzon’u resmediyor dersiniz? Bizce bugünün Trabzon’unu şehir sorumlularına gösteriyor ve onları ikaz ediyor! Ancak ne okuyan, ne duyan ve dinleyen ne de aldırış eden var!

Hz. Mevlâna’nın dediği gibi: “Zindanda gece, mahkûmlar habersiz. Sarayda gece, sultanlar habersiz!” İşte böylesine bir idrak tutulması içerisindeyiz!

Siz hâlâ “Bize her yer Trabzon” ve “Futbol Trabzon’un kimliğidir!” kompleksleriyle bilinçaltınızı rahatlatın, sinirlerinizi teskin edin, gününüzü gün etmeye devam edin! Bu iki “evrâd ve ezkâr”ı Trabzon’un üzerinden bir ‘kutsal nüsha” gibi eksik etmeyin!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder