14 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET REFİK’İN KALEMİNDEN YÜZ YIL ÖNCEKİ TRABZON –I-


 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Son devir Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Refik (Altınay) “Kafkas Yollarında” isimli eserinde, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine Alman ve Avusturyalı gazetecilerden oluşan bir heyetle Trabzon’dan başlayıp Gümüşhane, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan ve Artvin’i dolaşarak Batum’a kadar yaptığı seyahatini anlatır. Ahmet Refik heyetle birlikte Dünya Savaşı sonrası, 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında dolaştığı Osmanlı şehirlerini harap bir halde buldu. İnsanlar son derece bitkin, yoksul ve savaşın tesirleri üzerlerindedir.

Günümüzden 95 yıl önce Ahmet Refik’in anlattığı Trabzon’dan bugüne ne yazık ki hiçbir şey kalmamış gibidir. Ahmet Refik’in resmettiği Trabzon’dan bugünkü Trabzon’a baktığımızda; (savaşın bıraktığı yıkım ve dram hariç) yüz yıl içinde coğrafyası müthiş bir talana uğrayan, güzelliklerinden eser kalmayan, çirkinleştirilen ve kendisini tanıyamaz hale getirilen bir şehir görüyoruz.

Siyasetçisinden şehir yöneticisine, bürokratından sanatçısına, kültür adamlarından mimarlarına kadar şehrinden sorumlu olması gerekenler adeta şehrin bu hale gelmesini sadist bir zevkle seyretmişlerdir.  

Bu yazımızda, yaklaşık iki yıl Rus işgali altında kalan (18 Nisan 1916-24 Şubat 1918) Trabzon’un bu dönemde yaşadığı korkunç manzaralara rağmen acılar içinde bile nasıl bir güzelliğe sahip olduğuna Ahmet Refik’in kaleminden kesitler halinde ayna tutacağız. Ne yazık ki işgal yıllarında Rusların bıraktığı yerden başlayarak şehir katliamları tüm siyasi devirler boyunca (bugün de kentsel dönüşüm adı altında) Trabzon’a reva görülmüş, radyasyon yağmuru gibi şehrimizin/şehirlerimizin üzerine yağdırılmıştır.

Ahmet Refik “Kafkas Yollarında” adlı eserinde seyahat ettiği şehirlerde yapılan Ermeni zulümleri yanında; şehirlerin tarih, coğrafya, kültür-sanat ve edebiyatı ile folkloruna dair de önemli bilgiler veriyor. Biz şehrimiz Trabzon’daki şehir katliamlarını ve şehir adına duyduğumuz acıyı kalp ve zihnimizde mahfuz tutarak 17 Nisan 1918’de Ahmet Refik’i okuyoruz:  

“…  Trabzon uzaktan görünüyor. Karadeniz’in mavi suları, sâkin bir nisan güneşinin pembelikleri altında uyanıyor gibi. Şehrin beyaz evleri ışıklar içinde. Sahilde muntazam ve zarif binalar, yeşil çayırlar ortasında küme küme serviler, narin ve zarif minareler, tepelere doğru henüz çiçeklenmiş erik ve şeftali ağaçları görülüyor. Trabzon, bir görüşte kalbi teshir edecek, binaları, ağaçları, çayırları, yüksek tepeleri, yeşil sırtlar ortasında kırmızı kışlalarıyla kendini derhâl sevdirecek bir güzelliği kendinde toplamış. Evliya Çelebi’nin hakkı varmış: “Burası gül ve reyhan ve erguvan açar” bir belde. Daha doğrusu, Karadeniz’in sâkin suları kenarında, yeşil bir dağın eteğinde, çimenler arasına uzanmış, başında baharın en parlak renkli çiçeklerinden yapılmış bir taç, güzel ve zarif bir kızı andırıyor. Bahar, şehrin simasını da şenlendirmiş.

Aylarca Moskof istilâsı altında kalan, aylarca ana vatandan uzakta yaşayan bu belde şimdi bahar çiçekleriyle süslenmiş, pürneşe ve sevinç, toplarıyla, güler yüzlülüğü ile kendisini hasret çekerek, hürmetle ziyarete gelenleri selâmlıyor. Fakat bu güler yüzde yaralı ve perişan bir kalbin acı tebessümleri duyuluyor.

Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon mânen ve maddeten bir harabezâr. Başında zarif çiçeklerle görünen bu kız, güzel ve câzip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş...

 Perişan kıyafetli halk, büyük ve fecî bir yangından sonra sönen ocaklarını, yanan evlerini görmeye gelen, çocukluk hâtıralarını muhafaza eden köşelerin mahvolduğunu acı bir tebessümle seyreden insanlar vaziyetinde. Ötede, önünde bir çuval fındık, fakir bir ihtiyar, duvar diplerinde düşünüyor. Beride ufak, sarışın, yalın ayak çocuklar kirli yüzleriyle sokağın çamurları arasında koşuşuyor. Pejmürde kıyafetli yüzlerini sımsıkı örtmüş kadınlar, mini mini çarşaflı kızların ellerinden tutmuşlar, yokuşlardan bitkin bir hâlde çıkıyorlar. Kurtulan pek az bina var. Şehrin en muntazam, en el değmemiş binaları, kayaların dibinde Rum kilisesi, Rum mektebi, Rum mezarlığı ve ekser Rum evleri.

Eski Trabzon, Kahraman Yavuz’un gençlik zamanlarına şahit olan mahalleler, Bizans ve Osmanlı surlarının içi kâmilen tahrip edilmiş. Bu harabeler içinde denize muvazi iki uzun yolun açılmış ve genişletilmiş olduğu görülüyor. Deniz kenarındaki mendirekle harabeler ortasında açılan yoldan başka yeni yapılmış bir şey yok. Her şey, her köşe, her ev, her sokak, her türbe tahrip edilmiş.

Bu fecî yangın enkazı ortasında camiler çıplak minareleri; mezarlıklar kâmilen kırılmış taşları, arabalıklara çevrilmiş meydanlarıyla kalbe elem veriyor. Sokaklar teneke, eşya, abâ, çizme, Rus kalpakları, araba tekerlekleri, hayvan ölüleri, kiremit yığınlarıyla dolu. Bir zamanlar mes’ud ailelerin pürneşe ve sevinçle yaşadıkları bahçeler, şimdi yıkılmış enkaz ortasında çıplak kalmış, duvarlarında yabanî otlar çıkıyor. Bahar bu harabenin ortasına da çiçeklerini serpmiş. Kâh Debbağhane deresinin, sarmaşıklar, sarı çiçekler, yüksek kayalar arasından, uğuldaya uğuldaya gelen sedası, kâh harabeler ortasında beyaz çiçekleriyle gülen bir erik ağacının yeşil tomurcuklu dalları üzerinde, bir kuşun hazin avazı işitiliyor.

Hiçbir evde ahşap kısım bırakılmamış. Bazen bir çatının tahtaları yarı sökülmüş, bazen bir evin çinkoları bütünüyle sökülmek istenirken bırakılmış. Sokaklarda iri iri fareler aç ve mütereddit dolaşıyor. Koyu neftî dingilleri havaya dikilmiş cephane arabaları yolları kapıyor.

Camiler elîm bir hâlde. Hemen hepsi de ahıra çevrilmiş. İçlerine dört beş parmak kalınlığında gübre serilmiş. Mihrapları minberleri, ahşap kısımları tamamen yıkılmış. Kelime-i tevhîdler parçalanmış. Duvarlara yazılan Rusça yazılarla beraber yapılan resimler pek utanç verici... Bu resimlerle Türk kadınlığı küçük düşürülüyor. Minarelerden bazıları kırılmış, bazılarının çok kıymetli oymalı şerefeleri parçalanmış.

İçkale Camii ahırdan başka bir şey değil. Yanındaki susuz ve kırık çeşme üzerinde şu satırlar okunuyor: “Es-Sultanu’l-âzam es-Sultan İbni Sultan Süleyman İbni Selim Han Bin Bâyezid Hanhalledallahu mülkehü- Sene 935” (Sultanların en büyüğü, Sultanoğlu Sultan Süleyman, Beyazıt Han oğlu, Selim Han oğlu, Allah mülkünü bâki kılsın/Sene: 1528).

Ne yazık ki Trabzon’da nasıl bir “urbisit:şehir katliamı” yapıldığına şahit olan gözün gözyaşlarını bir asır sonra hatırlayamıyoruz bile.

Ahmet Refik’in gözünden 1918 yılı Trabzon’una bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder